Kapının eşiğinde sessizce oturuyor, bahçeyi izliyordu. Evin önü üstü kapatılmış genişçe bir balkon olarak kullanılıyordu. Buradan evin içine direk girebiliyorduk. Güneş doğmamıştı ama etraf sisle beraber aydınlanmaya başlamıştı. Koridorun sonunda, eşikte onu görünce yaklaşıp “Neden burada oturuyorsun?” dedim. Bahçeden gözlerini ayırmadan “Domuzlar gelmiş, mısır koçanlarını yemişler” dedi. “ Yaban domuzları mı?” diye sordum. Omzunun üzerinden başını çevirerek bana baktı. Hiçbir şey demedi. Samimiyetsizce gülümsedim. Yanından geçip kapının önüne çıktım. Ayakkabılarımı giydim. “Nereye gidiyorsun?” dedi. “Mısırlara bakmaya” deyince sinirlenerek “Mahvolmuşlar, neyine bakacaksın? Hem sen ne anlarsın mısırdan, domuzdan?” diye karşılık verdi.
Susup bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Eğimli bahçenin içine girip aşağıya doğru bacaklarımın kontrolünü bırakmadan inmeye başladım. Sebzeleri, meyveleri aşıp aşağıya varınca önümde dereye kadar uzanan mısır tarlasını gördüm. Tarla değil beş on sıralı mısırlar talan edilmiş. Kırılmışlar, koçanlar yenmiş, bazıları yarım ama tek bir tane mısır sağlam bırakılmamış, içlerine doğru birkaç adım atınca domuzların küçük, sık mesafeli ayak izlerini fark ettim. Ayaklarıyla basarak yatırıyor, sonra koçanları yiyorlardı sanırım. Bütün mısırlar aynı yöne doğru kırılmış, süt mısırları… Koçanlar… Aşağıdan derenin sesi gelirken ayak izlerini takip etmeye başladım. Mısırların sonunda bodur ağaçlı küçük bir orman vardı. Ormanın içinden dere geçiyordu. Ancak orman bir yamaçla sonlanıp dere başlıyordu. Yamacın karşısında orman kaldığı yerden devam ediyordu. Sessizce ilerlemeye başladım. Homurtular geliyordu. Yerden küçük bir taş alıp attım. Hayatımda ilk defa domuz görecektim. Bu mısırları kırışlar, homurdanışlar, annemi sessizce eşikte oturtuşlar onlara ait… Dereye yaklaştım. Hiçbir ses yok, çıt yok -dereden başka-…
İstemsizce oturdum yamacın kenarına. Neden buradayım? Hiç bilmediğim, görmediğim, yaşamadığım bir şeye olan bu merak ve gereksiz cesaret daha ne kadar yol aldırabilir bana? Şu dereyi aşıp ilerisini, daha ilerisini, ormanlardan geçip korkmadan, usanmadan hep ne var orada, burada, bu duyguda, o kitapta, o yolda, o insanda, nereye kadar, bunun bir sonu yok mu, o sonda dahi bir şeyleri eksik bıraktığını bile bile ya da bırakıldığını bile bile devam etme arzusu… Domuzları görebilirim. Fotoğraflarını da çekebilirim. Birbirimize zarar da verebiliriz, sağa sola bükülmeyen boyunlarıyla bana vurup beni tepeleyip gidebilirler. Bir adam tarafından enikonu tepelenmiş olduğumu bilmeden bir de onlar tepeler, hatta ben boylu boyunca uzanmışken burunlarıyla itiştirirler. Sonunda bakarlar ki ben zaten yeterince hırpalanmışım, o sonu görmeye talibim, birkaç adım geri atıp beni izlemeye başlarlar, ben de ağlamaya, yırtıla yırtıla, kopa kopa ağlamaya, bundan daha iyi bir boşalma yokmuş gibi, ben en güzel orgazmlara inat penceremin önünde açmayan çiçeğime, çalışmaktan bitap düşmüş zihnime, gözlerime, kırılmaktan toparlanamayacak haldeki kalbime, senin Bay O., sert ellerine, sözlerine, kibrine, her şeyi yarım bırakmana, bu dağ evinde huzuru bulmaya gelmiş olma âcizliğime, dünyadaki onca kötülüğe, babamın gelmeyişine, içime gömüp dik durma hastalığına, hastalıklı duygularıma en derinden ağlarken bir mısır koçanı yanımdan yuvarlanıp gidecek. Sonra diğerleri de tek tek… “Al bunları” Domuzlar etrafıma çökerek bir çember yapacaklar. Hepsi beni merakla izlerken ben de gökyüzünü izleyeceğim. Kalkıp burunlarıyla vücuduma dokunup teselli edecekler. Orada oturup bunları düşünürken dereden yamaca doğru tırmanan kara yaban domuzlarını gördüm. Homurtularıyla beraber basıp yükselecek tekrar mısır tarlasına ulaşacak yolu bulmaya çalışıyorlardı sanki. Korkuyla ayağa fırladım. Sesleri duydular ama boyunlarını kaldırıp bana bakamadılar. Birden aklıma çocukluğumda anlatılan domuz avlama hikâyeleri geldi. Boyunlarını oynatamayan zavallı hayvanların kaya diplerine kasten çekilip yukarıdan tüfeklerle vuruldukları vahşi av hikâyeleri… Boynunu oynatamayan hayvanın eksikliğinden faydalanıp onu öldürmek ve buna “zevk” demek, şimdi bunu buraya yazarken gözümde canlandırıyorum ve burkuluyor kalbim. -Sen de bu eksikliği ve öldürüşü hayal edip üzülüyorsan seni kaybetmemek için yazmaya devam edeceğim.-
İşte sen de böyle yaptın Bay O. Mantıktan yoksun aşkımı kaya dibine çekip güzel sözlerle, beni vurdun kayanın tepesinden. Sana inandım. Hayatımda eksik olan şeyin bir erkekten gelecek samimi, güzel sözler olduğunu düşünmüşüm, ne çok inandırmışım kendimi senin samimiyetsizliğine, bu sözlere ihtiyacım olduğu saçmalığına, “her zaman daha iyisi” sözünün benim için de geçerli olamayacağına. Bütün bu kırgınlığın içinde kızabileceğim tek kişinin kendim olabileceğine beni inandırdığın için de vur beni! Kaya dibinde kaldım, benden çok güçlüsün, elinde tüfek var, çelikten yapılmış kalbin var. Aşk girer mi hiç oraya? Ben kimim ki, kaya dibinde avlanan domuzla aynı kadere sahip, eksikliğinin kurbanı olmuş bir zavallı. Senin için yazıyorum bunu, inan ki -mağdur edebiyatı değil- nefret değil bu, bu bir kalbin ne kadar kırıldığını gösterebilme mücadelesi, peki neden? Çünkü hiçbir kalp bu kadar kırılmamalı, gerçekten kırılmamalı, sert eller, sert sözler, sert kalpler yumuşarsa o domuzlar kaya diplerinde vurulmaz belki. Oysa ah kalbim!
Ben bunları düşünürken birden solumda yamacı aşmış bir domuz belirdi. Korkuyla geri birkaç adım attım. O da ileri birkaç adım attı. Sonra sırtımı ona dönüp hızla koşmaya başladım eğimli ormandan yukarıya doğru. O da homurtuyla peşimden geliyordu. Ne yapacağımı şaşırdım, onun boynunu oynatamaması üzerine planlar yaparken mısır tarlasının içindeki yüksekçe kaya geldi aklıma. Domuza karşı tek şansım yolu biliyor olmamdı. Tutunduğum kayanın üzerine koca bir sıçrayışla çıkmamla “pattttt!!!” sesini duymam bir oldu. Domuz inleyerek ve yuvarlanarak eğimli araziden kayıp ormanın derinliklerinde kayboldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Sesin geldiği yöne kinle baktığım zaman annemin bahçe kapısında elindeki tüfeği indirirken gülerek bana baktığını gördüm. “Sen ne yaptın be kadın? Neden vurdun hayvanı?” diye bağırmaya başladım. Sis çekilirken güneş doğmaya başlamıştı. “Sana saldıracaktı, hem mısırlarımı talan ettiler, hak ettiler, gelmezler artık” dedi. Gururla gülmeye devam ediyordu. “Hayvan bir şey yapmadı neden vurdun neden?” derken ağlamaya başladım. O bu sırada sakin bir ses tonuyla “Her zaman böylesin kızım, sana zarar veren şeyler için ağlamaktan vazgeç” dedi ve sırtını dönüp gitmeye başladı. Arkasından ağlayarak bakakaldım. Ben kayanın tepesinde ağlarken o hızla dönüp “Haaa bu arada, domuzdan ne anlarsın dedim ama aferin kayanın dibine çektin domuzu” dedi.
Güneşin doğuşuyla birlikte ağlamam da homurtular da kesildi.
[su_divider]
Görsel: Brad Wright
1988 yılında Adana’da doğan Ayşe Özkan, lisans eğitimini Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde tamamladıktan sonra 2011 yılında İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde “Hasan Ali Toptaş Romanlarında Çocuk Algısı” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl Çukurova Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde doktoraya başladı. Modern Türk Edebiyatı ve Psikanaliz Edebiyat Kuramı, doktora araştırma alanıdır. Aynı üniversitede 2014 yılından beri öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
Ayşe Özkan, ne zamandır böylesine dokunaklı bir öyküyle karşılaşmamıştım. Kaleminiz dert görmesin, dağlandım…
Teşekkür ederim.
Tebrikler