Hep şöyle düşünürüm, iyi konserler bittiğinde keşke bir süre hiç ses çıkarılmasa da havada kalan o muhteşem melodi sarmalları, salona ve üzerimize sinse. Hatta nefesimizle içimize iyice yerleşse. Ama o ilk alkış tüm fiziksel dengelerle oynuyor sanırım.
Asıl sorunumuz dinlemekle alakalı. İnsanın herhangi bir işe odaklanma süresini de hesaba katarsak, herhangi bir konuyu ve konuşanı dinlemekle ilgili ciddi sorunlarımızın olduğu ortaya çıkıyor. O kadar detaylı bir toplumsal analiz yapamayabilirim fakat bir konserde bulunmanın veya bir icracıyı dinlemenin nasıl olması üzerine edeceğim birkaç kelâma dairdir…
Bir müzik eğitimcisi olarak öğrencilerime, dinleme kültürü üzerine çokça cümle kuruyorum. En fazla üzerinde durduğum konu ise, alkışlamanın yerli yersiz yapılıyor olmasıdır. Alkışlamayı, seyir edenin sahnede gerçekleştirilmiş olan duruma, beğeni ölçütü olduğunu düşünürsek, mantıklı ve güzel bir eylem olduğunu kabul edebiliriz. Fakat asıl sorun bu işin zamansız ve düzensiz yapılıyor olmasıdır.
Alkış, eserin ortasında, icracının konsantre olduğu anlarda, eser aralarındaki solo icraların gerçekleştiği zamanlarda olunca, salonda bulunan diğer insanları rahatsız etmekten, icracıların o an enstrûmanlarıyla olan âşkın halini bozmaya kadar varabiliyor.
Sanırım T.R.T. kanalında izlemiştim, eser arasında geçiş taksimi yapan bir kemancıya o kadar yersiz ve sert bir alkış yapılmıştı ki (sanırım kendi sesini de duyamadığından) eserle alakası olmayan bir makâma girip, dolanıp çıkmıştı.
Bu durumlara çok rastlanmasının sebebiyse, genelde izlenilen veya dinlenilen etkinlik hakkında fikir sahibi olmamaktan geliyor. Özellikle konserler için konuşacak olursak; Bir eseri daha önce duymamış, dinlememiş veya izlememiş olmak, bu durumların en büyük sebebi olabiliyor. Bir klasik müzik konserinde eser bölümlerini bilmeyen kişi, uzun bir es verildiğinde, eserin bittiğini düşünüp başlıyor elleriyle kendi müziğini yapmaya!
Tâbi ki her eser bilinmek zorunda değil. Ama az çok dikkatini verebilen bir kişi, eserin nerede duraklayıp nerede bittiğini anlayabilir. Yine bir iki saniye sabretmek suretiyle, bir bilenin olacağı salona güvenebilirse doğru sonuç alınabilir. Özellikle son bahsettiğim yöntem, gerçekten eserin bilinmediği zamanlarda tarafımdan da test edilip onaylanmıştır diyebilirim.
Alkışlamanın, eser ve icracılar için bir beğeni ölçütü olduğunu, uzunluğundan, şiddetinden, çokluğundan anlayabiliyoruz. Tam tersi olarak da beğenilmeme durumunda herhangi bir eylem yapılmaması geliyor. Tarihin farklı dönemlerinde sahneye bir şeyler fırlatmaktan, icracılara hakaret etmeye varan beğenmeme durumları göz önüne alınırsa, sanırım bu bahsettiğim, en vicdanlı beğenmeme durumudur diyebilirim.
Tüm bu söylenenler ışığında, dinlemek, izlemek seyir etmek gibi öğrenmenin en etkili olduğu durumlarda kendimizi alıcı olarak düşünmenin getirdiği bu olumsuz durumlardan kurtulmak için, sahnede bulunan etkinliğin ve gerçekleştiren kişilerin de kaygısını, mesajını ve aktarımını gerçekleştirmek zorunda olduğunu unutmamamız gerekiyor. Tüm bu devinimsel sürecin merkezinde olmadığımızı, bu etkileşimin karşılıklı olması gerektiğini anlarsak, paylaşım tam anlamıyla gerçekleşmiş olacaktır.
Shakespeare’e de atıf yapacak olursak, Belki sahnede olanlar bizleri izliyorlardır.
1981 İstanbul Doğumlu.
SAÜ Türk Müziği Lisans,
KOÜ Yüksek Lisans,
AÖF Sosyoloji
R.John Fowles ,W.A.Mozart ve A.Veysel’i çokça sever..
Profesyonel Öğrenci
Eğitimci, Okur-Yazar
Müzik yazıları yazmaya çalışıyor.
“…Asıl sorunumuz dinlemekle alakalı. İnsanın herhangi bir işe odaklanma süresini de hesaba katarsak, herhangi bir konuyu ve konuşanı dinlemekle ilgili ciddi sorunlarımızın olduğu ortaya çıkıyor. ”
Tebrikler Hocam.
Bu sorun okullarda çok fazladır. 10 Kasımda bile konuşmacıyı alkışlayanlar var.