“Yeryüzünde kırgın bir çocuk kalmayana dek yazacağım.”
Psikoloji, edebiyat, estetik teorisi üzerine yazdığı kitapların yanında kurmaca eserleriyle de tanınan Nihan Kaya’nın İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabı “İyi Aile Yoktur”un girişinde bu iddialı cümle karşılıyor sizi.
Ve “Çocukluk cehennemdir,” cümlesi ile başlayan dalga, son cümleye kadar yerini bir tufana bırakıyor.
Nasıl olur bu, çocukluk dünyanın en güzel şeyi değil midir? “Annelik” en kutsal kavramdır, içimizdeki çocuğu öldürmediğimiz sürece hani her yer simli, tozpembe? Kitaptaki cümleleri birbiri ardına geçerken sorduğunuz bu sorunun cevabını muhtemelen çocukluktaki her türlü travmanızı gizlediğiniz bilinç öteniz veriyor: “Hayır, değildir.”
Nihan Kaya, yüzyıllardır süregelen çocuk-anne, çocuk-aile, yetişkin-çocuk bağlamlarındaki pamuk şeker inanışlara kişisel kanaatimce dürüst ve “olduğu gibi” bir cevap vermiş kitabıyla.
Bu yaklaşım bile tek başına hayli tepki çekecek durumda, özellikle Türk toplumunda….
Doğduğu günden itibaren anne olmak için yetiştirilen, anne olmanın kutsallığını kendini bildi bileli duyan, gören, yaşayan, kadınlığı, cinselliği, bedeni, evliliği anneliğe bağlanan kadınların karşısına geçip bunları söylemek yürek ister. Ama o yürekler çoğalmalı! Çoğalmalı ki çocuğu anlayan, çocuğun varlığını kabul edebilen, çocuğa “gerçekten” saygı duyan ebeveynler, öğretmenler, yetişkinler çoğalsın.
“Olur mu canım öyle şey, biz çocuğumuza gül gibi bakıyoruz,” diyen ailelerin derinlerine indikçe, çocukları gerçekten bir cehennemin içinde yaşatıyor olabileceğimiz ihtimalini neden yok sayıyoruz?
Tanıdık geldi mi? Hepimizin hayatında defalarca duyduğu “Ne de olsa annen/baban”, “Ama bak o seni dokuz ay karnında taşıdı”, “Anne olunca anlarsın” cümleleri… Bunların her biri aslında çocuğun bilinçaltına atıldığı ve doğal süreçle birer inanış haline geldiği için insanın onun üzerinde birer yük. Küçücük bir çocuğun zihnine ekilmiş “Peki ben benim için bunları yapan insanların hakkını nasıl ödeyeceğim?” duygusu, koskocaman insanlar hatta ebeveynler olduğumuzda da içimizde dönüp dolaşacak bir ateş topunun ilk kıvılcımları. Oysaki annelik ve babalık seçilmiş, iradeyle karar verilmiş, sorumluluğu alınmış sıfatlar. Hamile kalmadan önce dokuz ay boyunca karnınızda taşıyacağınızı, gecelerce uykusuz kalacağınızı, bebeğin ağlamasının gayet normal olduğunu, tuvalet, yemek gibi ihtiyaçlarını bir süre tek başına gideremeyeceğini bilerek bu çocuğu dünyaya getiriyoruz. Ortalama düzeyde yarıladığımız ömrümüzün içinde öğrendiğimiz hiçbir alışkanlığın, en basit davranışın bile çocuk için hiçbir şey ifade etmediğini, onun her şeyi baştan öğreneceğini ve ebeveynleri olarak rehber olarak bizi görmesinden başka çaresi olmadığını da biliyoruz. O zaman bu “Ben senin için neler çektim, gecelerce uykusuz kaldım, altını temizledim,” gibi cümlelerin çocukta kırgınlık, aşağılanma ve ömrü boyunca altından kalkamayacağı bir psikolojik bedel ödemeye yol açacağını da bilmemiz gerekir.
“Ne yani annelik o kadar kolay mı, çok zor çok!” diyenleri elbette es geçmiyorum. Annelik çok zordur, çocukluk da öyle…
Üzerinde bulunduğunuz gezegenle, içinde doğduğunuz aileyle, kendinizle ilgili hiçbir şey bilmediğiniz bir hayata gözlerinizi açıyorsunuz. Etrafınızda gösterilen her şeyi doğru kabul etmeniz üzerine programlanmış toplum, sizi “kendi istediği” gibi şekillendirmeye, içinizden geçen soruları susturmaya “Bir dakika, burada bir saçmalık var!” diye içinizden gelen o doğrucu sesi bastırmaya odaklı.
Çocukların sesini duymak istemeyen toplumun çoğunluğu, çocuğun aileyi ve ebeveynlerini eleştiremez bir varlık olduğunu her fırsatta çocuğa hatırlatarak haddini bildirir. Çocuk evde, okulda, sokakta sürekli yönergelerle büyür. “Onu söyleme, onu yapma, öyle bakma, onu giyme. Aaa, öyle şeyler sorulur mu ne ayıp! Büyükler varken sana laf düşmez!” diye diye çocuğun yaratıcı ve sorgulayıcı zihni köhneleştirilmeye çalışılır. Halbuki büyüklerini ve hayatı sorgulamak isteyen o tazecik zihin bizlerin üstüne titremesi ve desteklemesi gereken bir mücevherdir.
Çocukluktan gelen her şeyin beynimizin bir köşesinde saklandığını, bizim tüm hayatımızı, ilişkilerimizi kapsayan birer inanış ve davranışa dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Kitapta sadece “büyük travmalar” yaşamış olanların değil, gayet normal görünen davranışların altında da çocuğu yoksun hissettirecek birçok mesajın barındığına dikkat çekiyor Nihan Kaya.
“Ee, ne yapalım yani çocukla hiç mi konuşmayalım?” ya da “Bizim zamanımızda çocuk psikolojisi mi vardı, yedik mi tokadı oturuyorduk aşağı!” diyenlerin, demeyip içten içe bunu destekleyenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Hiç ummadığım profildeki velilerin inanılmaz geleneksel ve baskıcı çıkışları, çocuğu susturmaya yönelik davranışları, “Aman oyalansın da beni rahat bıraksın” güdülü adımları çokça tecrübe ettiğim şeyler Bunu kafadan atarak değil, mesleğini çok seven kendini sürekli geliştirmeye çalışan, davranış psikolojisi ve pedagoji ile çok yakından ilgilenen, çocukları anlamaya/dinlemeye odaklı on senedir bu meslekte emek veren bir öğretmen, aynı zamanda hatırı sayılır travmalarla büyümüş ve bunların üstesinden gelebilmek için çok çaba sarf etmiş ve bedel ödemiş bir insan olarak söylüyorum.
Toplum olarak en sevdiğimiz şeylerden biri de türlü bozuklukların, travmaların, hataların üzerini örtmek. “Kol kırılır yen içinde”, “Aman kimse duymasın, aile içinde kalsın,” ve en zarar vereni “Ne de olsa annen/baban…” inanışı, çocukluktan yetişkinliğe insanın hayatında omuzlarına bindirilen en büyük yüklerden biri. Ailenin yol açtığı, hayatımızda geri dönüşü olmayacak durumlara neden olabileceği nedense hiçbir şekilde kabul edilmiyor. Oysaki bu bir gerçek. Kabullenmek, reddetmekten her zaman daha yapıcıdır.
Çocuğun “Ne de olsa anne/baba” kavramından çıkması gerektiğine, affedip affetmemesinin bir süreç olduğuna ve ancak yetişkin hatalarını kabul eder ve bunu tamire yönelik hareket ederse affetmenin mümkün olacağına dikkat çeken yazar, bunun yine de kişisel tercih olduğunu ve çocuğun/yetişkinin asla anne-babayı affetme zorunluluğunun olmadığının altını çiziyor. Bu yaklaşım da toplum için oldukça sarsıcı ve zor kabul edilir.
Bitirdiğim her kitabın ardından kitapla ilgili yorumları okurum. “İyi Aile Yoktur” kitabıyla ilgili olumlu yorumların yanında normal olarak olumsuz yorumlar da var. Hepsinin ortak fikri kitabın “aile kavramını kötülediği, çok acımasız olduğu, anneliğin kutsallığına ters düştüğü” gibi fikirler. Annelik ve aile kutsallaştırılırken çocuklara karşı inanılmaz derecede acımasız olan, her şeyi bizim istediğimiz ölçülerde yapmalarını isteyen toplum acımasız değil mi peki? Belki toplum olarak anneliği kutsallaştırmaktan vazgeçmeyi denemeliyiz. Çok zor, çok emek isteyen bir kavram olduğunu kimse yadsımıyor. Ama bu bir seçim. Anne olmayı seçmeyen kadınlar nasıl anormal değilse, anne olan kadınlar da kutsal değil. Kutsal olan bir şey varsa bilinci her şeye açık, sonsuz sevgi, şefkat ve saflıkla dünyaya, ebeveyn olmayı seçen insanlara gelen çocuklardır.
Çocuklarını belli bir kalıbın içine sokmak sadece davranış açısından değil, özellikle günümüz dünyasında çoğu çocuğun anne-babası tarafından belirlenmiş kariyer planına sokmayı da içeriyor. Çocuklar, kendi yapamadıklarını çocuklarında görmek isteyen ebeveynlerin gölgesinde benliklerinden uzak, bilinçsiz ve farkındalıktan uzak bir biçimde nereye varacağını bilmedikleri bir yarışın içinde büyüyorlar. Aynı zamanda eğitim sistemi, çocukların kendi yetenekleri ve isteklerini duymazdan gelecek şekilde kurulduğu için, bu döngünün içinden çıkmak giderek zorlaşıyor.
Nihan Kaya, bu durumu Thomas Edison’un fazla soru sormasından ve dersi bölmesinden bunalan öğretmeni tarafından eve gönderilmesinden sonra, annesinin çocuğunu destekleyerek ona evde çalışabileceği bir laboratuvar kurmasına ve kullanmasına destek olmasını örnek gösteriyor.
Kitabın ısrarla anlatmak istediği şey “Aile olmayın, kimse çocuk bakmasın, bu dünyanın en kötü şeyi! Zaten hiçbiriniz de beceremiyorsunuz!” demek değil, çocukluk hiçbir şeyi bilmeyerek başladığımız bir yolculuk olduğu için, toplum sürekli kendi kalıbına uydurmaya çalıştığı için, çocukların tepesinde sürekli kendi ailevi alışkanlıklarını ve travmalarını taşıyan yetişkinler olduğu için; ailenin de ebeveynlerin de öğretmenlerin de yanlışları hiçbir zaman mükemmel olamayacaklarını ve baştan bunu kabul ederek yola çıkmaları. Doğru davranışlarda bulunan kimse yok mu, elbette var ama bu kişiler öncelikle çocukların kendilerinden bağımsız bireyler olduğunu en baştan kabullenen ve bunu unutmayarak yola devam eden insanlar. Çocukların kararlarına, sorularına, kişiliklerine saygı duyarak, yaratıcılıklarını öldürmeden onlara varoluşun gerçek değerini anlatmaya çalışan insanlar… Onlar varlar ve okuyup sorguladıkça, gerçekler karşısında dürüst oldukça daha da çoğalacaklar.
Okuruna annelik ve çocuklukla ilgili toplumsal sürecin nasıl işlediğine dair geniş bir yelpaze sunan yazar, geçmişten bugüne, dini, sosyolojik, davranışsal olaylarla ilgili birçok sorunun da cevabını aramış.
Kitapta Alice Miller, Clarissa Pinkola Estes, Thom Hartmann ve Carl Gustav Jung’un alıntı ve fikirlerine sıkça yer vermiş. Nihan Kaya özellikle Alice Miller’dan çokça alıntı yapmış ve kitabı,
“Alice Miller’a, çok derin bir saygı ve minnetle,
Çünkü bu kitabın, her okurunu ona götürmesini dilerim,” ithafıyla açmış.
Kitabın sonundaki “Kitap Önerileri” kısmı ise, yazarın okura listelediği konuyla ve kitapla ilgili okunmasını tavsiye ettiği kitaplardan oluşuyor. Keşke daha çok kitapta böyle listeler bulunsa.
Ve en sonda yer alan, okura sürpriz niteliğindeki “Doğmamış Çocuğa Mektup” ise, her anne-babanın çocuğuna yazmasını ve her çocuğun orada yazılanları inanıp yaşayarak büyümesini dilediğim çok çok özel bir kısım. Defalarca okunması gerek.
Ebeveyn olmayı düşünenler, düşünmeyenler, kendine, iç sesine, benliğine, topluma kuşbakışı bakmak ve anlamak için yazılmış “İyi Aile Yoktur”. Biraz da yüzleşmek isteyenler ve cesur olanlar için…
Son olarak belki bir gün, her çocuğun birer hazine olduğuna inanan, onları gerçekten duyan ve anlayan insanların oluşan bir toplumun hayalden gerçeğe dönebilmesini diliyorum.
“Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.”
Halil Cibran
Nihan Kaya Fotoğrafları: nihankaya.com
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.
“Çocuk ruhluluk”, “İçimizdeki çocuğu yaşatmak/ öldürmemek!”
Çocukluğumuzu yaşayamamışlarımızın paravanı. Kim çocukluğunu yaşar göreceliği var tabii. İçimdeki çocuğu yaşatmak dış gebelik belki. İçindeki çocuğu doğuranlardan olalım. Erkekler de doğurur böylece… ??