[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/dosya-turkiyede-yazar-yayinci-okur-iliskisi” target=”blank” background=”#d43839″ size=”10″ icon=”icon: shopping-cart”]Bu içerik KalemKahveKlavye’nin “Yazarla Birlikte Yol Almak: Türkiye’de Yazar – Yayıncı/Okur İlişkisi” dosyası kapsamında yayınlanmıştır. DOSYANIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN[/su_button]
Görsel: Frances Bongiorni
Geçtiğimiz aylarda Bukowski’nin oldukça güzel hazırlanmış resmi internet sitesinde gezinirken çok güzel başka bir siteye rast geldim. BU SİTE, daha doğrusu bu siteyle birlikte açılan uygulama, 1913’ten günümüze doların enflasyonunu gösteriyor. Ve zaman çizelgesinde Bukowski’nin yayımlattığı hikâyelerden aldığı ücretlerin üzerine bu linki eklemeyi de ihmal etmemişler. (İlk hikâyesinin telif değeri 25 dolar). Bu miktarın Salinger’ın da ilk hikâyesinden aldığı miktarla aynı olması tesadüfi değil. İki büyük yazar belki hiç karşılaşmamış da olsa, ikisinin de ilk öyküsü bir dönemin en önemli edebiyat dergisi sayılan, editör ve yazar Whit Burnett’in çıkardığı Story dergisinde yayımlandı. Ve iki yazarın da aldığı telif hakkı olan 25 dolar, enflasyona oranla bugünün yaklaşık 400 dolarına tekabül ediyor. (İkisinin aldığı ücretler 350 ve 450 dolar olarak farklılık gösteriyor çünkü hikâyelerin yayımlanma süreleri arasında dört yıl var; 1940 ve 1944). Salinger’ın belki biraz tuzu kuru olsa da bu paranın öneminin; sokaklarda ya da otel odalarında yaşayan, hayranı olduğu ve Tanrı’sı ilan ettiği Fante’nin Arturo Bandini’si gibi yazarlık hayalleri kuran Bukowski için ne denli büyük olduğu kelimelerle tarif edilemez. Bukowski bu anından Factotum’da da bahseder ve büyük harflerle yazılmış şu kelimeyle özetler: “İLK”. Ve Whit Burnett’ten gelen mektubu tekrar ve tekrar okur. Bu “İLK”, hayatının en önemli dönüm noktasını çok güzel bir şekilde özetler.
Bu yazıya böyle bir giriş yapmamın nedeni sadece, geçtiğimiz Ağustos- Eylül sayısında bir öykümün Kitap-lık dergisinde yayımlanması ve yazımın değiştirilip üstüne bir de telif ödenmemesi değil. Ya da aynı sayıda yazısı yayımlanan başka bir öykücünün –üstelik telif haklarının bir genç yazar üzerine etkisi üzerine oldukça faydalı bir yazı da yazan- telif hakkı aldığını ve bundan da utanmadığını imlemesi de değil. Önemli olan, bu olayın hemen ardından yayınevine birçok şikâyet mesajı yazmam üzerine, editör Murat Yalçın’ın, derginin yeni sayısına yeni yayımlanma koşulları eklemesi ve benim yayımlandığım sayıdakini (198. Sayı) ise değiştirmesi. Bu yeni koşullar şöyle:
“Yayına uygun olması durumunda editörün gerekli gördüğü biçimde değişiklikler (redaksiyon, kısaltma, başlık değiştirme vs) yapılarak dergide yer verilir.”
“Telif ödemesi ise sadece editör tarafından ısmarlanan yazılara ve dergide düzenli olarak (belirli sıklıkta) yer alan yazarlara yapılabilmektedir.”
Aslında bu çeşit bir itiraf, büyük bir açık sözlülüğü de içeriyor. Son iki senede çeşitli dergilerde yazısı yayımlanmış ve hiçbirinden de telif almamış bir öykü yazarı olarak bana göre, yazar olmaya çalışan bir amatör yazara bir uyarı levhası uzatıyor: “Dikkat! Yazınızın bazı parçalarının kaybolmasından müessesemiz sorumlu değildir.” Öncelikle nedensiz yere yazar ayrımı gözeterek telif veya telif vermeyeceğini seçebiliyor –seçme özgürlüğü var, demek ki telif verebiliyor- ve gönderilen yazının –benim yazımda olduğu gibi- editörün eliyle tamamen değiştirilebileceğini utanmadan ve sıkılmadan itiraf ediyor. Bu koşulları okuyan ve yazar olmaya hevesli bir genç yazarın ise daha başlamadan yazmayı bırakmaktan başka çaresi kalmıyor. Çünkü editör sizin yazınızın her şeyini, hatta başlığını –evet başlığını bile- değiştirebilme yetkisini kendinde görüyor ve bunu derginin yayımlanma koşullarına bile alabiliyor.
Haklarını vermek gerek, bu edebiyat dergileri sizin adınızı o telif hakkı alan yazarlarla yan yana yazıyor ve böylece okuyucuya bir ayrım gözetmiyormuş hissi veriyor. En azından benim de zamanında zannettiğim gibi bir amatör yazarın gördüğü bu ve belki de sırf bu yüzden genç yazar, adeta bir Martin Eden gibi telif hakkı alma hayalleri kuruyor. Oysa ancak işin içine girdiğinde durumun bambaşka olduğunu anlayabiliyor. Editörlere neden telif hakkı vermediklerini sorduğunda da –ki bu, çoğunluğu amatör öykücülerden oluşan Öykü Gazetesi gibi bir dergi olduğunda da durum değişmiyor- editör, kendisinin de zamanında birçok dergide yazı yayımlattığından ve hiçbirinden de telif almadığı gibi bunu sorgulamadığından bahsedip, sizi tersleyebiliyor. Yani bu iş bir gelenek halini almış, sürüp gidiyor.
Peki editörler, sadece okuyucuya kültür hizmeti yapmayı bırakıp, o dergide yazısı bir kere de olsa yayımlanmış yazarlara niçin telif vermeli? Zira Notos dergisini uzun yıllardır çıkaran editör ve yazar Semih Gümüş’e göre “Arkasında büyük bir sermayenin bulunmadığı dergiler bir kültür hizmetinde bulunuyorlar, yazarlar da bu konuda söz konusu dergileri desteklemek zorunda.” Ama ben pek böyle düşünmüyorum. Evet, kâğıt fiyatlarının döviz nedeniyle tavana vurduğu, ülkenin en önemli mizah dergisinin bu nedenle kamyonla dağıtım aracını seçerek dergiyi İstanbul dışındaki tüm şehirlere iki gün geç ulaştırabildiği bir zamanda bile. Bence asıl kültür hizmetinde bulunması ve telif hakkından feragat etmesi gereken, yazdığı yazıya büyük bir emek harcayıp göndermiş ve size emanet etmiş o amatör yazar değil. Dolayısıyla dergileri desteklemek zorunda olan da o değil. Aslında işin komiği, tam tersine asıl destek alması gereken o. Yazarın belki de o ufacık paranın verdiği motivasyonla –zira burada söz konusu olan paranın değeri değil- yazmaya devam etmesi mi daha önemli yoksa derginin –fiyat artırıp, dağıtım ağını değiştirip ya da sayfa sayısını küçültüp- çıkmaya devam etmesi mi? İçinde kimsenin yazı yazmadığı, sadece bomboş sayfalar bulunan bir dergi hayal edin; edebildiniz mi?
Dikkat çeken bir diğer husus da editörlerin tavrından ziyade sipariş üzerine yazı yazan ya da Murat Yalçın’ın deyimiyle daha sık yazdığı için telif alan diğer yazarların bu duruma sessiz kalması. Bana göre en önemli sorunlardan biri, hatta belki sorunun başlangıcı bu. Zira bir amatör yazarın yazısının, dergi için pek bir önemi olmayabilir –eğer bir editör, yazısını değiştirebilme yetkisini bile kendinde görebiliyorsa bu kesinlikle doğru- ama her ay dosya konularına yazı yazan yazarların yazıları onlar için çok önemli, hatta bunlar dergilerin mihenk taşı. Öyleyse bu yazarlar niçin sesini çıkarmıyor ve her ay aynı dergilere yazı göndermeye devam ediyorlar? İşte bu da akla “İnsan yalnızca söylediklerinden değil sustuklarından da sorumludur,” sözünü getiriyor. Öyleyse soruyu şöyle değiştirelim; bu yazarlar neden genelde susmayı tercih ediyorlar? Aynı sayıda yer aldığımız ve benim aksime telif alan öykücünün buna cevabı “Kirasını ödemek zorunda olduğu ve bundan dolayı telif aldığı için de utanmadığı.” Düşünün, bir tarafta yayımlattığı yazılarla kirasını bile ödeyebilen bir yazar var, öbür tarafta yazısı her defasında mahvedilen, yazmak için hiçbir motivasyonu olmayan, yazısına verdiği emeğin karşılığını alamayan, yok sayılan ve hor görülen başka bir yazar… Bu derin uçurum o “kültür hizmeti” yapan dergi sahiplerini ve editörlerini ya da yazdığı her yazıya karşılık telif alan o “değerli” yazarları rahatsız etmiyor mu? Niçin bir amatör yazarın yazısı sırf sipariş edilmediği ya da belirli sıklıkta yayımlanmadığı için değersiz atfedilip bir kenara atılıyor? O amatör yazarın yazısı da aynı derginin aynı sayfalarında belirli bir boşluğu kapatmıyor mu? Ya da aynı reklamları o yazarın öyküsün arasına, bitimine ya da başlangıcına da koymuyor musunuz?
Amatör yazarlara en çok salık verilen şey, yazılarını göndermeden önce o dergiyi takip etmesidir. Bunun en önemli nedeni yazar adayının o dergide ne tarz yazılar yayımlandığı görmesidir; belki onlara benzemeye çalışır, belki de yazılarının onlara benzemediğini görüp şansını başka bir dergide dener. Türkiye’nin en önemli edebiyat dergilerinden sayılan Kitap-lık dergisinin son yayımlanma koşullarıyla birlikte bu öneri şuna evriliyor ve dergide yayımlattığım distopik öyküm Kütüphane’ye de tam olarak uyuyor: “Dergiyi oku, takip et ve yazılarını bizim yazılarımıza benzetmeye çalış; yoksa biz benzetmesini biliriz.” Öykümde değindiğim, kütüphanelerin tuvaletlere evrilmesi işte tam da buradan başlıyor olabilir.