-Neden deliremiyorum?
-Bu bir lütuftur…
Korkularımızın koşar adımlarını, kabuslarımızın sakin endişelerinde duyduk. Korkularımızın kokusu burnumuza gelmeden ete büründü; karşımızda gördük onları. İnsanlardı. Planlardı. Dostlardı. Taraflar ve araflardı. Taraflar arasında kalmış “ara”lardı. Arada kaldık. Nasıl bir hayat yaşadığımızı sorguladığımız ilk sabah, sonumuzun başıydı. Varoluşumuzu önceki gece bilinçsiz bir banyo fayansında tırnakladık; kanı başımızdan sızdı. Başlangıcımız, sonumuzu beklerken yanı başımızda sızdı. “Biz, biz” diye konuşurken, “ben”in iç içe aynalara yansımış haller olduğunu anlayamadık.
(Dikmeye iğne bulunmayan varoluşsal yaralardık.)
Konuşan ahmak ile susan bilge…
Bütün hikaye bundan ibaret. Hoş geldiğini sanmaya devam et. Gelişler, gitmelerin dublörü. Aslolan kapının çarpma sesi. Aslolan savaşları başlatan mermi sesi. Zafer için her şey mübah mıydı? Öyle san. Kaybedenin olduğu savaşta zaferin olmadığını kim biliyor bizden başka? Her şey geldiği gibi gidiyor ve zaten gitmeye gelenin bir zamanlar “gelmiş” olmasının hiçbir önemi kalmıyor. Tazelenmeye ihtiyaç duymayan çünkü hep taze kalan ıslak yaralar var. Islaklığı kandan. Kanaması durmayan ama dışa taşmayan hüsranlar var. İçeriden kanayan ama deriye sinen, dışa renk vermeyen. Gelmeler, dostum, gitmenin dublörü. Aslolan kapıyı çarpabilen… Pek çok tanıdığımız oldu yapabilen. Doğduğum şehir, büyüdüğüm şehir, yontulduğum şehir, genişliğinde boğulduğum şehir… Aidiyeti sorgulanmayan, bir ait-bir sahip olunan evler. Tanıdıkça yabancılaşan aileler. Eli bıçaklı gezen, içine girince çiçekli bahçelere dönen sevgiler… Bir var bir yok dostluklar ve ikinci dereceden arkadaşlıklar… Geldiler… Şehadet getiririm ki hepsi geldiler; gitmek için. Yeni acılar için iyileşmesi beklenen bir bünye gibi, gitmek için geldiler. Ve giderken bütün asma köprüleri ateşe verdiler. Ben kendi köprülerime asılı kaldım. Ne gitmiş, ne gelmiş olarak; tarafların arasındaki araların adamı… Ne oranın ne buranın …
(Dikmeye iğne bulunmayan ruhsal yaraların.)
Asıl yetenek tecrübeden acize tecrübeyi anlatmaktır.
Yokluğu görmemişe “yok” diyemezsin. Sebebi olmayana deliremezsin. Varoluşundaki yırtıkları dikemezsin. Her aile manzarası birbirini andırsa da ırsi hastalıkların seyri değişkendir. Bazılarında delirmek ırsidir, evet. Sen isteyip de deliremeyenlerdensin. İyi huylu tümör gibi derinin altında taşıyorsun hayatı; ne atabiliyorsun, ne onun yüzünden ölebiliyorsun. Muafiyet sınavını geçmek için delirmen gerekiyor; ne yapsan deliremiyorsun. Ne yapsalar delirtemiyorlar. Hep devrilmeye doğruluyorsun ve ne kadar devrilsen yeniden doğuruluyorsun. Dünya nasıl yuvarlaksa ve sürekli gitmek başlanılan yerle nasıl sonuçlanıyorsa, sen de öylesin. Bilmeyene anlatamazsın; her şeyi ortaya koysan, en soylu tasvirlerden en şövalye cümlelerle donatsan da DNA kodlarını hiçbir kağıda yazamazsın. Ve DNA’larında taşıdığın kaderi dökemedikçe harflere, kendi kalende bitmeyen düelloların şövalyesi olur çıkarsın.
(Dikmeye iğne bulunmayan genetik yaralarsın.)
Dik kolonlar, çürüyecek yapıların sigortasıdır.
Dik duranlar çürükleri taşır.
Her iğne, kendi ipliğinden mahrum kalır;
Dikdikçe…
yine süpersin.
her şey anlaşılır hiçbir şey anlatılmaz
kendini bırakıp durduysan yola
inciremiyorsan soğuksan terliyorsa ellerin yeksansan
sansıldıysan
ipliği yüne bırak as çiviyi duvara
duvarı çivile boşluğa
boşluğu yüzüne doldur
bana bunlarla gelme mesela gitme
buharlaşabilir ses
ego ölümle sevişiyordur
sikişiyordur turuncu hortumlu yeşil filler
saksıda kırık sesi harlaşabilir
arlaşabilir melodi
ışık söner
perde iner
seyirciler artık şahit