Bir ilk roman olan Hiyerofant, Hasan Hayyam imzasıyla geçtiğimiz haftalarda Epsilon Yayınevi‘nce yayımlandı. Ressam Albrecht Durer’in yirmi sekiz yaşındaki otoportresini taşıyan kapağından itibaren gizemli bir yolculuk vaadiyle okura sesleniyor.
Bu sesleniş, nasıl bir eser okuyacağı konusunda okuru hazırlayan bir arka kapak yazısıyla sürüyor. Hiyerofant’ı daha iyi anlatabilmek için biz de bu arka arka kapak yazısına biraz değineceğiz.
Hiyerofant · Arka Kapak Yazısı
Sıradan bir kitap tanıtım yazısında görmeye alışkın olduğumuz şeyler vardır; kitabın konusundan haberdar olur, göz teması kurduğumuz o kısacık an içinde cezbedici unsurların listesini edinir, bizi neyin beklediği öngörüsüne kavuşuruz.
Ancak bu kez tersinden gidip kitapta olmayanları sayacağız çünkü bu, kalıpların fersah fersah ötesindeki eser tam da bunu gerektiriyor: Hiyerofant’ta bildiğimiz anlamıyla zaman yok ve alışılageldiği üzere akıp gitmiyor. Çanakkale’nin kanla sulanıp çamurlaşan toprağına bastıktan hemen sonra, kallavi bir son yemeğin ardından toplu intihara hazırlanan Nazileri gözleyebilirsiniz. Çoğumuzun adını ezberden saydığı, hiddetinden sual olunmaz, unutulmuş tanrılar yok; hem mesele hiddet olunca sıra onlara gelmediğinden hem de bu âlemde rolleri dağıtan asıl varlığa yer açmak istendiğinden. Simyanın sırrını ararken ölümsüzlüğü yâr gibi özleyenler yok; ölümüne susamış ölümsüzlerin iç yakan öyküsünü de dinleyelim diye muhtemelen. Dudaklarına anne sütünden önce baba kanı değenlerin, bir vakitler İstanbul’un göbeğinden geçmiş Vikinglere tanıklık edenlerin, Aşiyan’daki hayaletlerden başka arkadaşı olmayan çocukların, yaşlı bir adamın suretine bürünüp evvel ezel var olanların, gözlerini kısarak Boğaz’a bakınca devasa bir mezarlık görenlerin yurdu burası… Kısacası, imkânsız denen bir şey yok!
Sizinle kitabın sonunu tahmin edip edemeyeceğinize dair bahse tutuşmayacağız, ilk bölümün başlığında zaten “Son” yazıyor… Asıl mesele şu: Her şeyin nasıl başladığını anlayabilecek misiniz?
Postmodern Tekniklerle Örülü Bir Roman
Hiyerofant, vadettiği kurgusu itibariyle deneysel bir metin gibi gelse de dili ve akışı bildiğimiz anlamdaki deneysellikten uzak. Yazar, sıradan olay örgüsü kalıpları yerine zik zaklarla örülü bir kurgu oluşturmuş. Bu yüzden de romanın ilk sayfasını açtığınızda sizi “Son” yazısı karşılıyor ve arka kapak yazısındaki “Asıl mesele şu: Her şeyin nasıl başladığını anlayabilecek misiniz?” sorusunun cevabına götürmek istiyor okuru.
Bir tür üstkurmaca tadı sunan bu “okuru davet etme” eğilimi, roman süresince belirgin bir biçimde ortaya çıkıp bizi rahatsız etmiyorsa da daha arka kapaktan başlayan vaatleri de bir dezavantaj olarak gördüğümü söylemek zorundayım. Bu vaatlerden ilki olan, yukarıda bahsettiğim “Başlangıcı anlayabilme” çabasının kimi okur için yorucu olabileceğini düşünüyorum.
Bu noktada da bir diğer vaat çıkıyor karşımıza: Arka kapaktaki “…elinizde tuttuğunuz, kalıpların fersah fersah ötesindeki eser…” ifadesi hem en azından bir miktar bile olsa okura bırakılması gereken bir kararı baştan vermesi hem de beklentiyi en baştan yükseltmesi itibariyle hem okur, hem yayıncı hem de yazar için riskli tınlıyor kulakta.
Peki Hiyerofant ‘ta nasıl bir hikâye okuyoruz?
Bunun için öncelikle kelimenin anlamını bilmekte fayda var: Kapakta da dipnot düşüldüğü üzere Yunancada “kutsalın tezahürü” anlamına gelen “hiyerofant” sadece “kutsal bir varlık biçiminde ortaya çıkışı” gibi algılanmasın, aynı zamanda kutsal olana işaret eden, kutsal olanı aktaran gibi ezoterik karşılıkları da var.
Yazarın okuru davet ettiği “anlama macerası”na, karanlıkta beliren Albrecht adlı gizemli bir karakter de ana kahramanımız Ruşen’i davet ediyor. Kapak görselinde atıf yapılan Albrecht adı bir kez daha karşımıza çıkıyor böylece.
Arka kapakta “başlangıcı bulma” hedefine yönlendirilen bu anlama macerası, içeride aynı zamanda farklı sorulara dair bir cevap bulma macerasıyla açımlanıyor. Felsefi sorularla iç içe geçmiş, bazen bir noktadan diğerine doğrudan bağlanan, bazen sıçrayarak uzanan, sanki bile isteye eklektik hale getirilmiş ama her biri diğeriyle ilişkili parçalar arasındaki olaylara bağlanıyor.
Ruşen’in Albrecht’le karşılaşmasını izlediğimiz ilk bölümden sonra birinci şahıs anlatıcıya ve farklı bir fonta dönüşen sayfalarda hem kurgunun hem de dilin katmanları açılmaya başlıyor: Efsunlu İstanbul’un fon yaptığı bir zeminde zamanların, coğrafyaların, kişilerin ve olayların gerçek olanlarıyla hayali olanları arasında bir yanıyla fantastik ve mistik, bir yanıyla “Acaba gerçekten böyle olmuş mudur?” diye sorduracak kadar bir ayağı gerçekteymiş gibi anlatılan hikâyeler arasında koşuyoruz.
Adeta birer simya formülü gizlenmiş yahut ilhamını aldığı kaynakları okurla paylaşmak istermişçesine “Son, Buharlaşma, Ayrışma, Birleşme, Mayalanma, Saflaşma” gibi ana bölümlerin arasına “cıva, tuz, sülfür” başlıklı bölümler eklenmiş ve bunlar gelişigüzel değil de içeride anlatılan olaylar, değişimler, kararlara bağlanarak kurgunun mistik tarafı daha da güçlendirilmiş.
Hiyerofant, sorduğu sorulara, yarattığı ikilem ve muammalara okuru da ortak etmeyi amaçlayan ve rahat, gelişine anlatıları değil de zihin sporu yaptıran, sorular sorduran, düşündüren kitapları seven okura iyi bir macera sunuyor. Gizemlerden, dozu sürekli artan meraktan hoşlanıyorsanız, Hiyerofant sizin için keyifli bir okuma deneyimi sunacaktır.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)