Bayanlar ve Baylar,
NOT: Aşağıdaki boşlukları lütfen kendiniz doldurunuz.
Komitemiz, bugün burada sıradan bir adamı ve onun trajik ölümünü anmak üzere toplanmış bulunuyor. Oxford T.A.B. Komitesinin açılış hikayesine geçmeden önce siz saygıdeğer üyelere şunu söylemek isterim ki açılış hikayemiz, dünyadaki ………………’nci hikaye ve ……………..’nci ölümlü hikayedir ama bu denli tuhafına az rastladığınıza ben, adım gibi eminim, dersem biliyorum çok iddialı olacağım ama biraz iddianın kimseye zararı dokunmasa gerek. Zaten iddiamın ne size ne bana bir faydası da yok. O zaman sizleri bu yakıcı sıcak altında, kışı düşlemenin zorluğu içinde, mezarlıkta bir palto ölüme davet ediyorum.
Siz, bir paltonun bir adamın katili olabileceğini hiç düşündünüz mü? Ben, bunu bizzat gördüm. Ama düşündüyseniz hiç endişelenmeyin, düşünmekle görmek arasında pek ayrım yoktur. Var, diyenler size en büyük ihaneti eden akılahlakçılarıdır ki, artık onları pek ciddiye almayan edebiyatseverlerle bir arada olmaktan çok mutluyum. Efendim, hepinize akıl-dışı günler temenni ediyor ve hikâyeye geçiyorum ama bakmayın böyle dediğime. Dün, bugün ve yarın hepimiz bu palto hikâyesinin hep içindeyiz. Belki şu anda bile bazı paltolar sahiplerini öldürmeye devam ediyordur. Tabii mevsimin yaz olduğunu düşününce bu olasılık biraz azalıyor.
Hepimiz paltolarımızı severiz hatta onlara ihtiyaç duyarız. Onlar, kışın buz kesmiş zamanlarında en sadık hizmetçilerimiz oluverirler. Yaz geldiğinde hizmetlerini unuttuğumuz gri, kahverengi, siyah paltolar kışın gelmesi için -kış mevsimini en az kışseverler kadar severler- dolaplarda, sandıklarda sabırsızlıkla kımıldanıp dururlar. Eğer onların kımıldadıklarına inanmıyorsanız, sandıklarınızı açıp bakın, paltolarınızın sizin katladığınız yerlerden kat izi olmadıklarını göreceksiniz. Mesela akşam eve gidince……………………………………… hanımefendi/beyefendi doğru söyleyip söylemediğimi kontrol edecek.
Bizler biliyoruz, insanlarımız paltolarını sevdiği kadar mezarlık hikâyelerine de meraklıdır. Mezarlık dünya vatandaşlarının geç keşfettiği bir fenomendir. O, büyük Fransız İhtilalinin yüzlerce yıllık öncesi ve sonrası insan bilincinde yavaş yavaş görülmeye başlanan bir olgudur. Şimdi sizler Fransız İhtilalinin mezarlıklarla ne alakası var diye merak edebilirsiniz. Fransız İhtilali yalnızca siyasi bir ihtilal olmadığı gibi yalnızca Fransızlara ait de kalmamıştır. Demem o ki, o yüzyıldan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı, buna ölüler de dahil! Yanlış anlamıyorsunuz, Fransız İhtilali ölülerimizi bile değiştirmeye sahip yetenekleri toplayarak geldi. Burada ihtilali övecek değilim. Onunla Fransızlar övünebilirler. Ben sonrasında dünya tarihinde değişen şeyleri fark etmiş olmamla övünüyor, övüncümle tekrar gururlanıyorum. Bu benim en doğal hakkım!
Bir gün elime pembe kapaklı bir kitap geçmişti. Kütüphanenin tozlu rafında bulduğum bu kitap, okuna okuna değil yeri değişe değişe eskimişti. Bu pembe kitap, gururlu Fransızların ölüm karşısında değişen tavırlarını anlatıyordu. Tabii ki yazarı da akıllı bir Fransız’dı. Benim kitaptan öğrendiğim en önemli şey, Fransızlar için geçerli olduğu düşünülen varsayımların bütün milletler için geçerli olabileceği idi. Bunu o yazar söylemiyordu. Bu bana ait en büyük çıkarım olarak bize kar kalacaktır.
Devrimler sürecinin öncesine kadar Fransızların aile mezarlarının olmadığına ve dediğim gibi benim farkındalığıma göre hemen hemen dünyadaki bütün insanların aile mezarları olmadığı gerçeği ile karşılaştım. Eğer inanmıyorsanız, coğrafyaya bakın, göreceksiniz. Anadolu’da devlet ve din büyükleri dışında vatandaşlarımızın yüzyıllar öncesine ait mezarlarını bulamayız. Peki, binlerce insanın ölüsü nereye gitti? Nerede yurttaşlarımızın mezarı? Şimdilik bu soruların cevabını bilmesem de Avrupalıların özellikle Fransızların ölülerine ne olduğunu biliyorum, eski kiliselerin duvarlarını süslediler! Ölüler, şehrin dışındaki dev çukurlara gömülüyor, o çukurlar, geriye sadece kemikler kalınca boşaltılıyordu. Etten sıyrılmış kurukafalar yeraltı koleksiyonlarına, kemikler ise bir mermerin yapabileceği vazifeyi yapmak üzere kilise süslemelerine gidiyordu. Fransızlar bir gün millet oldular ve kalktılar. Anladılar ki mezarlıklar ulus olmanın parçasıdır. Uluslar aile mezarlıklara değer verirler. O günden sonra devlet adamları vatandaşlarının, vatandaşlar da ailelerinin mezarlarını bilmek istediler. Bu durum kısmen bizde de böyledir. Peki, ama bizde farklı olan ne?
Bizde farklı olan korkudur. Bizde mezarlık korkusuna neden fantastik öyküler eşlik ediyor? Bu fantastik öyküler genelde kadınları, çocukları ve hatta erkekleri korkutmak için tasarlanmış gibidir, genelde hurafelerle yürürler. Avrupalı çocuklar hikâyelerde mezarlara sokulurken (Bakınız; Neil Gaiman) bizde zavallı yavrucaklar, mezarlığın önünden tabanları yağlayarak kaçar. Çok sevgili O.T.A.B.K. üyeleri, bunların incelenmesini başka hikâyeye bırakıp, şimdilik mezarlıkların halkımız üzerindeki metafizik etkisini olduğunu tekrar ederek hikâyemize kesin olarak geçelim. Hem kim bilir belki de çocuklara mezarlığı sevdirmeye çalışan tek Avrupalı Neil Gaiman’dır.
Geçtiğimiz zamanlarda annemin kasabasına gittim. Tanık olduğum bu olayı anlattığım için paltomdan özür dilerim. Olay önce kasabamızın kahvesinde başlamış, gece mezarlıkta gelişmiş ve tekrar o herkesin korktuğu mezarlıkta son bulmuştu. Anladığınız gibi bu kış hikâyesidir ve hikâyenin sonuna kadar paltonun hiçbir belirleyici rolü yoktur. Şimdiye dek kafanızda oluşturulan mezarlık imgesini gözünüzün önüne aldıysanız hikâyeyi okumaya devam edelim.
Kasaba kahvesine ısınmaya gelenlerden birkaçı kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı. Adamlardan biri, kasabanın mezarlığından korkmadan gece yarısı geçebileceğini iddia ediyordu. Diğerleri ise, geçemezsin, dediler, “Hadi geçtin, bize bunu nasıl kanıtlayacaksın?” Gece yarısı sessiz bir karanlığa dalacağını düşünen adam benim de dikkatimi çekmişti. Duramayıp konuşmaya dâhil oldum, dedim ki “Mezarlığa elinde ince bir odunla git. Yanına da çekiç al. Mezarlığın ortasına geldiğinde bu odunu uygun bir yere çak. Gün ağardığında hep beraber gidip bakalım.” İddia iyice alevlenince cesur adam benim önerimi kabul etti. Hemen kahvecinin odunluğundan ince bir tane seçip bize gösterdi. Ve karar verildi. Hava karardığında ben dâhil hepimiz evlerimize çekildik bu tatlı sohbetin huzuruyla. Gece çabuk bitti. Günün erken saatlerinde hepimiz her zaman olduğu gibi kahvede toplanmıştık. Bu akıllıca öneriyi yapan ben olduğum için kahve sobasını kahveciyle birlikte yaktığımı hatırlatmak isterim. Herkes gelmişti ama hikâyenin başkahramanı hala gelmiyordu. Onu beklemeden mezarlığa gidip bakalım, dedik. Mezarlığa gittik. Etraf gece gibi sessizdi. Ama ortasına geldiğimizde bir de ne görelim? Zavallı adam yerde boylu boyunca yatıyordu. Ne tuhaf ki Palto’sunun, işte o hiçte dikkate değer olmayan Palto’sunun ucu ince odunla yere çakılmıştı! Evet, tahmin ettiğiniz gibi gecenin zifiri karanlığında zavallı cesur adam, kendini aceleyle Palto’sunun ucundan ıslak toprağa çakmıştı. Bu görüntünün başka açıklaması olamazdı.
Kuşkusuz, o vakitte de şimdi olduğu gibi etrafta sessizliği bozacak tek şey yoktu, diye aklımdan geçirdim. Adamcağız, o sırada birazdan başına gelebileceklerden habersiz cesaretini toplamaya çalışıyor olsa gerek. Doğrusu başka türlüsü imkânsız olurdu. Gecenin bir yarısı yalnız mezarlığa gireceksiniz, herhalde yarın sabah kahvaltıda içeceğiniz sıcak çayı ve yiyeceğiniz reçeli düşünemezsiniz.
Aceleci olmak böyle bir durumda korkuyla başa çıkma yoludur. O da aceleyle biran evvel şu uğursuz mezarlıktan çıkabilmek için elindeki odunu hızla çakmaya başlamıştır. O zaman mezarlıkta sessizliği bozan tek şeyin sapı çamurlanmış elindeki bu çekicin sesi olduğu su götürmez bir gerçektir. Odunun ıslak kara toprağa yeteri kadar saplandığına kanaat getirdiğinde içi umut dolmuştur. Bu umutla doğrulup geldiği yoldan geri gidecekken, o da ne? Gidemiyor! Paltosunun ucunu tutan biri var! Çekiyor Palto gelmiyor. Dönüp bakamıyor. Bakınca göreceği şeyin beyaz biri olduğunu, yanı başındaki mezarın sahibi olduğunu düşünmüş olabilir. Ve bu düşünceyle kalbinden ince bir sızıyla titreme geçiyor. Zavallı adam kalp krizi geçirip olduğu yere yığılıp kalıyor. Kalbiniz korkudan kriz geçirebilir.
Bir Palto’nun, ayrıntılarını benim tasavvur ettiğim trajik bir manzaraya nasıl sebep olduğuna bakın! Kıvrılıp girecek, sıkışacak başka yer bulamamış mıdır? Uçlarını çamurda bulayabilir, pis bir palto olarak eve dönebilirdi. İlk bakışta bu durumun kulağa katil bir palto oluşundan daha masumca geldiği tartışılmaz. Yoksa biraz daha derinlemesine düşünmenize izin verip katil olarak kendimi mi ilan ettirmeliyim?
Siz, siz olun Palto’larınıza dikkat edin. Sizinki de uygunsuz zamanlarda uygunsuz yerlere sıkışabilir. Yaramaz Palto’lar utanmanıza neden olabilir. Hem kim demiş “Hiçbir Palto adam öldürmez” diye? Şimdi o kişiyi çağımızın en büyük yalancısı ilan edebiliriz. Ben, Negiz Temren, komitenin açılış hikâyesinin tarafıma verilmiş olması ayrıcalığıyla hepinize iyi oturumlar dilerim.