2012’deki ilk öykü kitabı “İçeri Girmez miydiniz?” ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, “Ay Dolandı, Mutsuz Palyaçolar Örgütü, Filler ve Balıklar, Mevsim Normalleri, Bana Sesini Bırak” gibi eserlere imza atan Neslihan Önderoğlu, yeni bir romanla okurun karşısına çıktı: Adından da sezileceği üzere Tarantino filmlerine ve sinema tarihine atıflarla süslenen, genç bir üniversitelinin gerçekle hayal arasında yaşadıklarını anlatan romanı “Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino”, ON8 Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Önderoğlu’yla yeni kitabını, sinema-edebiyat ve hayal-gerçek ilişkisini konuştuk.
Röportaj: Koray Sarıdoğan
Yeni kitabınızı kutlarım Neslihan Hanım. Sinemaya, özelde Tarantino sinemasına atıflarla hazırlanan, eğlenceli bir hikâye var karşımızda. Nasıl bir süreç sizi böyle bir kitap yazmaya itti?
Teşekkür ederim. Edebiyatçı yönüm kadar sinema ile de fazlasıyla ilgili bir insanım. Gerçek anlamda bir sinefil olduğumu söyleyebilirim. Uzun süredir edebiyatla sinemanın birleştiği bir metin yazma fikri vardı aklımda. Bu roman da böyle bir fikirden doğdu.
Kitabın kahramanı Evren, sosyallikten pek hoşlanmayan, şikâyet etmeyi de biraz seven bir karakter. Evren’in ailesiyle, çevresindeki özellikle üst kuşaktan karakterlerle çatışmalarını anlatırken kuşak çatışması yaşayan, hayallerine ulaşmakta zorlanan gençlerin tarafını tuttuğunuzu düşünüyor musunuz?
İki çocuk annesi olduğum için gençlerin yaşadıklarını, karşılaştıkları problemleri, ebeveynlerle aralarındaki çatışmaları iyi biliyorum. Kuşaklar arasında çatışma olması çok doğal, olmazsa bir sorun var demektir zaten. Her zaman gençlerin tarafındayım çünkü dünyayı değiştirme potansiyelini ellerinde taşıyan onlar.
Amacım kitabın açılımlarını deşifre etmek değil ama Evren’in psikolojik sıkışmışlığı ve yaşadığı gerçeküstü deneyimlere kaçış arasındaki bağı bilinçli mi kurdunuz?
Evren gerçekten yaşadığı hayat içerisinde sıkışmış bir karakter. Farklı bir kentte üniversiteyi kazanmasıyla birlikte iki türlü açılım yaşıyor. Birincisi, anne ve babasıyla yaşadığı o tekdüze hayattan daha özgür bir hayata geçiyor; ikincisi de, hayatının odağındaki sinema ile gerçek dünyadan filmlere doğru bir geçiş yaşıyor.
Hayal-hakikat çatışmasını konuşmak isterim, kitabın temel çatışması demek yanlış olmaz. Kitapta, Tarantino’nun bazı filmleri için söylediği “gerçekten hayattan daha gerçek” sözüne atıf yapmışsınız. Aklıma Lord Byron’ın meşhur sözünü getiriyor: “Gerçek, kurgudan daha gariptir.” Kaleminizi ve kitabınızı bu iki yaklaşımın neresinde konumlandırırsınız?
Her zaman gerçek hayat kurgudan bir adım önde gider. Normal hayatımızda yaşadığımız veya tanık olduğumuz nice olayı birisi yazsa, “Yok artık, bu kadar da olmaz,” deriz. Bir de hayal ve hakikatin iç içe geçmesi durumu var. Neyin hayal neyin hakikat olduğu da göreceli bir kavram değil mi çoğu zaman? Ya da benim hayalim sizin hakikatiniz olabilir pekâlâ.
Kuşbakışı baktığımızda “gerçek” karakterler filmlere, film karakterleri de gerçek hayata karışıyor. Baudelaire’in “Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir,” sözünü hatırlatıyor bu. Bir noktadan sonra neyin gerçek neyin hayal olduğundan çok, herkesin kendi “gerçeğinden” sıyrılmak istediğini düşündürüyor. Dolayısıyla bu hikâyeye “gerçekliğe bir tepki” gibi bakabilir miyiz sizce?
Yok, öyle demeyelim de, kendi gerçekliğinin dışına çıkma hali diyelim isterseniz. Romanda da gönderme yaptığım Kahire’nin Mor Gülü filmi aslında tam olarak anlatmaya çalıştığımız şey. İster gerçek hayatta ister filmde olsun, kahramanlar bir süre sonra yaşadıkları hayattan sıkılıp onun dışına çıkmak istiyorlar. Başka bir hayat mümkün mü ya da bu dünya üzerinde daha farklı nasıl yaşayabilirdim sorusu bu.
Türler arası geçişleri olan, metinlerarasılık kuran bir kitap bu. Yazarken pusulanız hangisi oldu; sevdiğiniz filmler mi hikâyeyi oluşturdu yoksa hikâyeyi kurup ihtiyacınız olan filmleri mi çağırdınız?
İkincisi. O kadar çok sevdiğim film var ki, bunlara dokunan bir roman yazmaya kalksam ciltler tutardı. Kurgu baştan kafamda vardı. Ben sadece metne hizmet edebilecek filmleri çağırdım, onlar da beni kırmayıp geldiler, sağ olsunlar.
Hem tarz hem içerik itibariyle böyle bir kitaba imza atan yazarın fikrini almak isterim: Bir filme “kitap gibi” deyince sinemacılar, bir kitaba “film gibi” deyince yazarlar rahatsız olabiliyor. Bu çapraz tanımlamalara sizin de hassasiyetiniz var mı?
Asla yok. Keşke her kitabım için film gibi olmuş, denilse. Sevinirim. Çünkü ben gerçekten de öykü veya romanlarımı görerek yazıyorum. Okurun da okurken güçlü bir görsel algı ile okuması tercihim olur.
Geçmişte, Sarnıç Öykü’yü çıkaran ekiptendiniz. Bugünlerde bir dergi uğraşınız veya fikriniz var mı?
Sarnıç çok heyecanla çalıştığımız bir proje idi. Amacına da ulaştı kanaatimce. Dergide o zamanlar öykülerini yayımladığımız isimlerin çoğunun şimdi en az bir kitabı var. Edebiyat dergileri bir ülkenin edebiyatını omuzlarında taşır, edebiyatın olmazsa olmazıdır ama klasik deyişle, her dergi bir gün kapanmak için çıkar. Yeni bir dergi fikri yok halihazırda ama Milliyet Sanat dergisinde her ay yazdığım bir köşem var.