“Baban öldüğünde 6 yaşındaydın Sevim. Ben seni o 6 senede de sevmemiştim.”
“İyice köpürt, iyice!”
Ters ters baktı annesi Sevim’e. Elindeki maydanoz demetini soğuk, temiz suyun içine bastı. Bu soğuk duş maydanozları kendilerine getirdi, tüm yaprakları hacim kazandı, Hacer bunu hissetti, kendinden emin bir şekilde yaprakları boşluğa doğru salladı. Hacer, bunun bir gösteri olduğuna inanırdı. Sebzeler ve meyveler, doğru kanalı bulduklarında birer star oluverir, tezgahlarda yerlerini alırlardı.
İnce, uzun parmaklarıyla bulaşık yıkayan Sevim ise annesinin yarışma jürisi yorumlamalarından habersiz, biraz dalgın, çokça dikkatli, tertemiz etti bulaşıkları. En çok tabak yıkamayı severdi Sevim, en çok da tencere-tava takımını yıkamaktan nefret ederdi. Tabaklar çabuk bitiyordu, kar üstünde yatmak gibiydi, yokuş tepesinden bisikletle inmek gibi kolay, pak. Oysa tencereler devasa geliyordu Sevim’e, hep daha ötesini merak ettiği dünya gibi, ağzının içinde kendini bulduğu onlarca adam gibi, bin bir yalanla çıktığı evden bin bir hazla dönüşün verdiği suçluluk duygusu gibi. Sevim’in elleri ufacık, ihtimalleri ufacık, tezgahları ufacık ama aklı kocaman, ihtilalleri kocaman ve dünyası kocamandı. Annesi tepesine tencereleri yığdığında tüm dünyayı demirden ve gri görürdü Sevim. Demirden dünya sevimsiz, renksiz ve her daim kirliydi, kolay kolay da temizlenemezdi.
Annesi dolmaların içini hazırlamayı bitirmiş, masum ve bakir dolma biberleri el çabukluğu ile doldurmaya başlamıştı. Elleri milyonlarca yemeği aynı anda yapacak kudrete sahip gibi duruyordu. Çeşitli mutfak kazalarından kalma yaraları Hacer’in nişanları sayılırdı, sadece yanıklar canını sıkıyordu. Yanıklar ellerini çirkin gösteriyordu. Ve geçmiyorlardı. Oysa Hacer yaralarının geçmesine alışkın bir kadındı, geride kalan izler onu yolun başına çekiyor ve her başa döndüğünde kendini yitik hissediyordu.
Mutfağı Hacer’in kalesiydi. Kalenin içine kimseyi almaz, ancak baş uşağı kızı Sevim’i 7/24 nöbette bekletirdi. Zaten tek çalışan da oydu. Sevim, müebbet işgörendi, Hacer müebbet işveren. Bol azarlı, izinsiz, çalışma saatleri bir hayli yoğun bir işti bu ve seyahat yasaktı. Sevim, annesinin kalesinin yılmaz bekçisi idi ve SSK beklentisi de yoktu.
Hacer bir kraliçe arı gibi davransa da, kovanına uğrayan tek bir arı yoktu, besin zinciri umurlarında değildi. Hacer’in ise artık yetinmesi gereken tek şey oksijendi, östrojen değil.
Yan gözle bulaşıkları durulayan kızına baktı. Ellerine, yüzüne, sıcaktan alnına dizilmiş ter zerreciklerine, bisikletten düştüğünde yaralayıp dikiş atılan alnındaki izine, işe dalmaktan çok sıkıldığı için habire ısırdığı dudaklarına… İçine düşmesi gereken dolu dolu bir şefkat olsa da, Hacer’e hakim olan tek duygu yabancılıktı. Rahmine düştüğü andan itibaren büyük bir yabancılıkla büyütmüştü kızını. En şefkat gösterdiği anlarda bile aniden aralarına garip bir mesafe koymuş, kızıyla bir türlü “olması gereken” anne-kız ilişkisini kuramamıştı. Sevim ona her koştuğunda annesi kapıyı kapatmış, bundan da hiç eksiklik duymamıştı.
“İnsan kendi çocuğuna yabancı hisseder mi?” diye çok düşündü Hacer. Hatta orası burası boyalı, zengin kocalı karılar gibi deli doktoruna gitmeyi bile düşünmüştü bu yüzden. 5 Numara’nın gelini öyle demişti, yürek sıkıntısını, kafa karışıklığını şıp diye çözüveriyormuş bu deli doktorları. Hacer’in hem yüreği sıkılıyordu, hem de kafası karışıktı. Demek ki gitmeliydi ama birkaç kez niyetlense de bu isteğini hep öteledi, en sonunda da yararlı olacağına inancını yitirip vazgeçti. Durumu kendi kendine çözmeye çabalıyor, bazen de dara düşen her faninin yaptığı gibi “Kader işte…” deyip kendini temize çıkarıyordu.
“
Düzgün kurula onları, bak toz moz kalmasın üzerlerinde paralarım!”
“ … “
“Kız! Kime diyorum ben! Hele bir yapma dediklerimi bak nasıl oluyorum o sıçan kuyruğu saçlarını!”
Düzgün kurula onları, bak toz moz kalmasın üzerlerinde paralarım!”
“ … “
“Kız! Kime diyorum ben! Hele bir yapma dediklerimi bak nasıl oluyorum o sıçan kuyruğu saçlarını!”
Cevap vermedi Sevim. Hızlandı. Bulaşık sepetinden eline ne geçerse hızlıca kurulamaya başladı. Annesini memnun etmek imkansızdı, biliyordu, ama söz konusu annesi olunca imkansız bile yumuşayabilir geliyordu. Bazen ona sevgiyle bakardı annesi, gerçek sevgiyle. Hayır, sevgiyle baktığı falan yoktu, kocaman bir hiç olarak bakıyordu annesinin gözleri. Kocaman iki siyah mağara… Sevim oraya doğduğu gün tıkılmış ve bir daha iflah olmamıştı. Annesinin nefretinin nedenini de bilmiyordu, arada sırada ağzından laf almaya çalışsa da hepsi sonuçsuz kalıyor ve Sevim kendi kendine ucuz televizyon dizilerinin yılmış senaristleri gibi komplo teorileri üretiyordu. Dizilerin süresi çok fazlaydı, çalışma koşulları ağırdı, başrol oyuncusu tam bir lanetti ve Sevim yirmi üç senenin devamını nasıl çekeceğini bilmiyordu.
Hızlıca bitirdi işini.
“Anne, işim bitti, içeri geçebilir miyim?” dedi ve cevabı beklemeden mutfaktan ayrıldı. Sevim’in ayakları olay mahallini terk edince soluklandı Hacer. Kendiyle baş başa kalmak onun meditasyonuydu. Mumsuz, mindersiz, odaksız… Kendi ve soğan… Kendi ve biber… Kendi ve domatesler. Mutfağında tek başına kaldığı an yaşaması muhtemel olayları baştan merak ediyor, başından geçeli çok olmuş tarih kokan meselelerini ise en baştan yorumluyordu. Reytingi yüksek yemek programlarının, yüzlerine jelatinden bir gülümseme yapışmış sunucuları nasıl ki her yemeğin içine “bir tutam sevgi” katıyorlarsa, Hacer de o yemeklerin içine bol kepçeden kendini döküyordu. Bu onun tedavi biçimiydi. İnsandan uzak bir kimyası vardı bu kadının ve hiçbir sebebi yoktu.
Evet, Hacer’in kızını sevmemek için hiçbir sebebi yoktu. Hayırsız bir koca, talihsiz gebelik, çile dolu bir hayat, karabasan soslu bir lohusalık… Hiçbiri! Hiçbir bahane! Sadece sevmiyordu, hepsi bu. Bazen kendini bu durum yüzünden çok suçlu hissediyor, kızına yaklaşmaya çabalıyor fakat hiçbir sonuca varamıyordu. Ruhu kızını ne kadar reddederse reddetsin, yüreği buna engel olmaya çabalıyor, bu yüzden aniden o dipsiz vicdan kuyusunun içine düşüyordu. Kalbinin kendi hali iyiydi de, “ana yüreği” mertebesi Hacer’e pek hoş gelmemişti. Gene de bırakmamıştı kızını; çok sevdiği kocası teneke yığını yamuk yumuk bir bisiklet almaya giderken takla atan arabanın içinde kömür olmuşsa da dağıtmamıştı kendini. Kızı binecekti o bisiklete… Babasının Sevim’e o karne günündeki hediyesi bisiklet değil, açık renkli bir tabut olmuştu.
Bir süre Sevim’i ninesinin yanına göndermeyi düşünse de, üç gece arka arkaya incir ağacının dibinde oturarak “Kızıma iyi bak Hacer! O benim sana emanetimdir” diye ona seslenen kocasının sözüne itaat ederek Sevim’i dizinin dibinden ayırmadı. Besledi, büyüttü. Ve bir de elinden geldiğince sevmedi Hacer.
“Destur! Selamun kavlen! Ne bu hal kız! Ne duruyorsun kapıda Azrail gibi delirdin mi!”
“Otur anne.”
“Sevim!”
“Otur anne.”
“Sevim!”
Ellerini yumruk yapıp sıktı Sevim. Kendini hiç ummadığı kadar güçlü hissediyordu. Cesaret edemeyeceğini sandığı fakat uzun zamandır kurguladığı bu sahne şimdi karşısındaydı ve Sevim ilk kez yan rolde değildi.
“Otur dedim lan!”
Korktu annesi. Sesinden değil. Kızının deli deli bakan gözlerinden… Küçükken annesi onu köye götürdüğünde büyük dayısı bir geyik vurmuş, gururla Hacer’e göstermişti. Geyik can vermeden hemen önce gözlerini dikmişti Hacer’in çocuk gözlerine. Yardım dilemişti, ondan mucize beklemişti ve insanlara lanet okuyarak ölmüştü. O geyik yeniden Hacer’e bakıyordu. Yardım dileyerek, mucize bekleyerek ve yine insanlara lanet ederek.
Sandalyeye usulca ilişti. Bir tarafı kızını olanca nefretiyle saçından sürükleyip haddini bildirmesi gerektiğini söylese de her zaman dinlediği o ta derinlerdeki ses hiçbir şey yapmaması gerektiğini, bu yüzleşmenin onun kaderi olduğunu fısıldıyordu. Kalkar gibi olsa da yeniden oturdu.
Sevim ise, kendi bedeninden ayrılmış vaziyette annesine bakıyordu. Onu doğuran annesine… Dünyada en çok babasını seven annesine… Tek bir kalbe tek kişiyi sığdırmayı seçen annesine… Belki de doğruyu o yapıyordu, kalbe çoğul kontenjan koymak insanların uydurduğu bir şeydi ve hiçbir yararı yoktu.
“Beni neden sevmedin anne?”
Hacer şaşırmadı. Bunun ilahi bir yüzleşme olduğunu o kadar net hissetmiş ki, açılışın bu soruyla olacağını çok iyi biliyordu. Yıllarca çevresindekileri küçücük kahve fincanlarının içinde gördükleriyle şaşırtmış bu kadın, belki de şimdi fal kariyerinin zirvesinde, tam da ruhundan kendi falına bakıyordu.
“Cevap ver! Beni neden sevmedin?”
“Sevmeye çabaladım.”
“Sevmeye çabaladım.”
Titredi Sevim. Bu kadar net bir cevap beklemiyordu. Annesi böyle konuşmamalıydı. Ona sarılmalı, yanlış anladığını, aslında onu dünyadaki her şeyden çok sevdiğini, hayatlarının bundan sonra muhteşem olacağını söylemeliydi.
“Çabaladın mı?”
“Evet. Ama başaramadım. İçim almıyor seni. Yazgımız böyleymiş.”
“Sıçtırtma lan yazgına!”
“Evet. Ama başaramadım. İçim almıyor seni. Yazgımız böyleymiş.”
“Sıçtırtma lan yazgına!”
Normal şartlarda Sevim asla annesine küfür edemezdi. Annesine küfür etmeye yeltendiği an saçları topak halinde o güçlü ellere dolanmış olurdu ve günlerce memesinden lanet ede ede verdiği sütü kızın burnundan getirirdi. Normalde Sevim, annesine emir verip sandalyede onu sorguya da çekmezdi. Fakat bugün her şey tersine dönmüştü. Hacer de, Sevim de kendileri dışında birinin yaşadığı trajik bir
olayın içine düşmüş gibiydiler.
olayın içine düşmüş gibiydiler.
“Peki neden? Babamın ölümünden beni mi sorumlu tutuyorsun?”
İçi kesildi Hacer’in. Burnunu boynuna gömdüğü her gece yaşamaya şükrettiği, çocuk yerine ona her gün kocaman sevgiler doğurduğu kocasının ölümünden kızını sorumlu tutmak mı? Hayır. Öyle bir derdi yoktu. Kocasının ölümü gibi bu sevgisizlikte kaderdi.
“Baban öldüğünde 6 yaşındaydın Sevim. Ben seni o 6 senede de sevmemiştim.”
Sevim ufalanıyordu. Kendini iyice ufalayıp annesi köfte yaparken kullansın diye buzluğa atmak istiyordu. Çünkü biliyordu ki bu halinden çok daha kıymetli olurdu ertesi gün salçaya atılacak tipsiz bir et parçası olsa.
Derin nefes aldı.
“Beni sevmen için yıllardır her dediğini yapıyorum. Sana bir tek yalan söylemedim. Hizmetçin gibi yaşıyorum. Sırf sen yalnız kalma diye evlenmeyi bile düşünmüyorum. Sadece beni biraz olsun sev diye gözünün içine bakıyorum. Daha ne yapmalıyım söylesene? Mahalledeki herkes sana özeniyor benim gibi kızları olsun diye iç geçiriyor. Beni bağrına basmak bu kadar mı zor?”
Bağrını tuttu Hacer. Bağrında Sevim’in başına yer var mı diye baktı. Boşluk. Kocaman bir hiçlik… Ve kimseye yer kalmayacak kadar kalabalık. Her yer kocası dolu.
“Bakma bana öyle! Bir sebep söyle, cevap ver! “
Cevabı yoktu ki. Kendi sorularını sormayanlar, başkalarının sorularına cevap bulamazlar. Sorulan tüm sorular Sevim’in sorularıydı. Hacer’in cevapları netti.
“Bir sebebi yok. Ben küçüklüğümden beri böyleyim. Kimseyi sevmedim. Sever gibi yaptım. Ailemi, arkadaşlarımı, kedimi, köpeğimi, kuşlarımı… Annemle babamın ne zaman öleceklerini düşünürdüm daha ufacıkken. Onlar olmayınca nasıl yaşayacağımı düşünür dururdum. Üzülmezdim ama. Heveslenirdim. Nerede bir yoksunluk, nerede bir eksiklik var, ben orda dururdum. Orası bana heyecan verirdi. Orası bana iyi gelirdi. Ölümü düşünmek beni iyi ederdi. Annemle babamın yok olacağını düşünmek, onları aslında diriltmekti. Sevmemek ise aslında hepsinden sıyrılmaktı. Sevmişsin, sevmemişsin, iyi evlat olmuşsun ya da olmamışsın hepsine çok affedersin, siktir’i çekmekti.”
Uzanıp sigarasını aldı Hacer. Acelesiz yaktı. Sonra işi tamamen dudaklarına bıraktı.
Sevim ise kıpırtısız dinliyordu. Bu cümleleri kuran gününün yarısını mutfakta, diğer yarısını televizyon başında dantel örerek geçiren annesi söylüyor olamazdı. Annesini küçük görmüyordu elbet, ama bu cümleler onun değildi.
“Ben de sevmedim kimseyi. Bir tek …”
“Babamı… ” dedi Sevim aceleyle.
“Babamı… ” dedi Sevim aceleyle.
“Ya… Bir tek babanı… Ama zannetme ki öyle kara kaşına, kara gözüne vuruldum. Güzeldim ben, şansım hep vardı. Babandan daha yakışıklıları kapımdaydı. Ama baban başkaydı. Bazı eşler, çok önceden eş olurlar birbirlerine. Dünya zamanından ayrı zamanlardır bunlar. Dünyada da kesişir ise yazıları ne mutlu! Babanla öyleydi durumumuz. Bütün gibi düşün. Ayrılmaz, ayrılırsa parçalanır. Benim gibi işte. Bana bir şey olsaydı o da öyle olacaktı. Başka kadın getirir miydi başına acaba? Muhakkak… Erkek kısmı yalnız kalamaz. Ben de bir can yoldaşı bulabilirdim ya, içim elvermedi. Babanda bulduğum şey başkaydı. O bana bir ömür yeterdi. ”
“ Bana olan kinin ne peki?”
“Kin duymuyorum ki…” dedi Hacer sigarasının kafasını yılan başı gibi ezerken. “Sevmiyorum, hepsi bu. Bir kişiyi sevmeye hakkım vardı, ben de kocamı seçtim.”
“ Bu kadar mı?”
“Bu kadar.”
“ Bana olan kinin ne peki?”
“Kin duymuyorum ki…” dedi Hacer sigarasının kafasını yılan başı gibi ezerken. “Sevmiyorum, hepsi bu. Bir kişiyi sevmeye hakkım vardı, ben de kocamı seçtim.”
“ Bu kadar mı?”
“Bu kadar.”
Düş kırıklığına uğramıştı Sevim. Çıplak kalmıştı. Bu kadar netlik onun gözünü alıyordu. Ona melankolik sebepler lazımdı. Annesine her kızdığında koynuna koşup biraz olsun sevilmek için her türlü fanteziye razı geldiği, yaşı, tip, mesleği ne olursa olsun sadece içine girmeleri için kapılarına gittiği adamların sebebi lazımdı. Belki boşluğunu bir travmaya sığdırırsa kendine gelebilecek, belki yuvasını kuracak, muhakkak kızlık zarını diktirecek, kocasına paşalar gibi bakacak, boy boy erkek evlatlar doğuracaktı. Hepsi silinmişti. Bütün iyileşme ihtimalleri, büyük rol keseceği gerdek gecesi, belindeki kırmızı kuşağı, arkasından iş çevireceği kayınvalidesi. Hepsi.
Şimdi annesinin yüzüne bakarken titriyor, hayatında olacağına adı kadar emin olduğu bütün repliklerin önünde silinişini izliyor.
Sigarasının son nefesini yutup, sonra tırnaklarına o pis kokuyu bırakarak söndürdü Hacer.
“Bir dahaki dolmayı sana yaptıracağım haberin olsun. Yarın bir gün evlendiğin zaman anası da buna hiçbir şey öğretmemiş demesinler. Yaptığın bana, öğrendiğin sana.”
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.