Bazı cinayetler planlı bir şekilde vuku bulur. Bazılarıysa farkında olmadan işlenir. Tertemiz ciğerlere sahip bir dosta ikram edilen ilk sigara gibi. İçlerinden en kötüsüyse doğaçlama cinayetler. Fail; can çekişen maktulü kurtarmak için ambulans çağırmak ya da ona bir darbe daha vurmak arasında gidip gelirken, bazen de tanrının yahut Azrail’in, katillik sınavının sonuçlarını ilan etmesini bekler. Misal: Biri canını fena halde sıkar, sabrının sınırlarını zorlar… Koca bir sürahi suyu suratına boşaltmak isterken, tatminsizliğin yüzünden su yerine sürahiyi fırlatırsın suratına, sonrasıysa malum. Ya birkaç darbe daha ve skoru belirlemek ya da ilahi yazının sona ermesini beklemek… O andan itibaren ya katilsin ya da teşebbüs edip nihayete erdirememiş potansiyel cani, bir nevi beceriksiz.
Tabii hepsinden önce: Ne yapacağım şimdi, nasıl bir bok yedim ben!
Yorucu geçen bir günün ardından gelen konuşma, dinleme ve anlama eksikliğinden kaynaklı iletişim problemi sebebiyle şiddetli kavgalar etmeye başlamıştık evliliğimizin en güzel zamanlarında. Soranlara, bizi kapitalizm ayırdı diyordum. Yalan da değildi üstelik. Kazandığımız parayla geçinebilmek adına geçimsiz iki insan olup çıkmıştık kısa süre içinde. Tahammülsüzlükler, ihmalkârlıklar derken sevmeyi bırakıp kazanmaya çalışmıştık başlattığımız gayrı-resmi savaşı. Kısır döngüye girmiştik ikimiz de. Evde sorun yaşayıp işe yansıtıyor, ondan kaynaklı işte sorun yaşıyor ve bu sorunu eve taşıyorduk. Bizim küçük krallığımız, anomiye teslim etmişti iradesini.
Güzel şeyler de olmuyor değildi: İşyerim güvenli alanım olmuştu, nasıl bir tezadın içine düştüğümü ben de anlayamıyordum. Şöyle toparlamak mümkündü aslında: Ehven-i şer, yani daha az huzursuz olduğum yer. İyi çalışıyor, istenileni fazlasıyla yapıyordum. Bunların bir karşılığı olacaktı elbet. Derken kontrplaklarla ayrılmış ofisimin telefonu çaldı ve müdürüm beni odasına çağırdı. Ondan gelecek bir teşekkür bile mutlu edecekti, terfi alırsam bir buket çiçekle gidecektim eve, gönlünü alacaktım sevdiğim kadının. Çalışma arkadaşlarım da işlerini bırakmış, görüşmemin sonucunu bekliyorlardı. Derken beklenmedik bir şey oldu, müdürün odasından çıktığımda:
“Arkadaşlar kovuldum,” diyebildim sadece. Fazladan tek kelime dahi etmedim. Ne bir veda sarılması ne de iyi dilek içeren cümleler… Soluğu evde aldım. Az sonra olacakları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktu.
Silahtan çıkan mermiyi hedefe ulaşana kadar seyretmek mümkündür derler. Müdahale etmekse imkânsız. Az önce deneyimledim. Bir mermiden farksız cümleler çıktı dudağımdan. Önce kulaklarına, sonra kalbine isabet etti. Sesimdeki tınıyı görselde temsil eden her bir imgeyi gördüm havada süzülürken. Ölmedi ama ağır yaralıydı. Ya soğukkanlı bir şekilde başladığım işi bitirecek ya da kurtarmaya çalışacaktım katlettiğim evliliğimi. Beceremedim. Güzelim duyguların can çekişini seyrettim. Aslında ihtiyacımız olan tek şey biraz saygıydı. Yoksa Athena da biliyordu Arakhne’nin ondan daha iyi bir dokumacı olduğunu. Kibrinden rahatsız olmuştu sadece.
Toplumsal çöküntü ve krizin hâkim olduğu buhranlı toplumlar gibiydi evim. Derken kapının önüne bırakılan boşanma dilekçesiyle karşılaştım. Anlaşmalı boşanma… Evlilik akdinin sonlandırılması… Şiddetli geçimsizlik… Parça parça okudum, tam olarak ne yazdığını hatırlamıyorum. Karşıma çıkan ilk hukuk bürosunu aradım, ne yapmam gerektiğini sordum. Benzer bir şeyler yazmak ve bastırmak için uğradığım internet kafede ilk kez dans ettiğimiz şarkı çalıyordu. O andan sonra sinir bozucu bir kulak çınlaması gibi hayatımın fon müziği oldu.
Velhasıl konuyu fazla dillendirmeye, dallandırıp budaklandırmaya gerek yok artık. Birileri öldü, birileri yaşıyor ve hayat tüm boktanlığıyla devam ediyor. Nafaka istemedi. Hoş, ikimiz de zaman zaman devrilsek de ayaklarının üstünde durabilen insanlardık. Ve seviyorduk. Başka bir beklentimiz de yoktu evlilikten.
Bazı cinayetler planlı bir şekilde vuku bulur. Nasıl boşanacaklarını ya da boşandıktan sonra ne olacağını da düşünür kimileri. Tozpembe bir romantizmin içinde, her şeyin mükemmel gideceğine inananlar var bir de. İnayetten cinayete geçiş evresinin farkında olsam o mermiyi, ağzımdan çıkan kelimeleri, havada yakalardım herhalde. Maksat o pembelik yerini Picasso mavisine bırakmasın. Artık çok geç tabii, pekâlâ farkındayım. Ama hâlâ o mermiyi isabet etmeden durdurabildiğim rüyalar görüyorum. Hiçbir cana kıymamıştık fakat öyle çok toprak attık ki üzerimize -nefes alamıyorduk. Baştan aşağı mecaz… Gerçeklikten kopuk hayatlar, mecazdan başka neyle anlatılır?
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.
Bu kadar güzel anlatılabilirdi.