“Dokunulmaz konuları romanına boca edip estetik niteliğinin düşüklüğüne karşı bu konuların dokunulmazlığına sığınanlarda art niyet aranır aranmalıdır.”
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/dosya-elestiri-bugunun-edebiyati-kalemkahveklavye/” target=”blank” background=”#d43839″ size=”5″ icon=”icon: university”]Bu yazı, KalemKahveKlavye’nin “Bugünün Edebiyatı: Değişim mi, Çöküş mü, Geçiş mi?” dosyası kapsamında yayımlandı. DOSYANIN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN[/su_button]
Röportaj: Nalan Temeltaş
Nice zamandır emek verdiğiniz oldukça agresif ve provokatif metinlerinizin Türkiye Entelijansiyası ile derdi ne? Tonlamanız ve vurgularınız edebi cüruf kaldırmaya yetecek mi? Yol ve hedef?
Sadece bir cümle ile söylemek gerekirse “nesneleri-kavramları adıyla çağırmak” diyebilirsiniz. Temel aldığım şey ise “gerçeğe sadakat” ilkesidir. Ülkemizde edebiyat, kültür ve düşün dünyası bir çetenin mutlak hakimiyeti altındadır. Bu çete, kendi görüşleri dışında hiçbir görüşün yaşamasına kesinlikle izin vermemektedir. Ülkedeki en büyük gazetelerin en çok okunan köşeleri daima bunlara tahsis edilir. Hiç ilişkileri olmayan gazetelere, okurlarının dişiyle tırnağıyla yaşattığı sosyalist gazetelere bir anda paraşütle inebilirler. Karşımızda “sanata-edebiyata bizden farklı bakan bir anlayış” değil TAM TAMINA BİR ÇETE var. “Çete” sözünü kullanmadan olanları anlamak kesinlikle imkansızdır. Önce bunu ortaya koymak gerekir. Hedef mi?
Nazım Hikmet’in “5 satırla” şiiri vardır.
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Bu şiirde ortaya konan hedef, elbette benim yetilerime kıyasla çok büyük. Bu hedefin küçücük bir parçası olabilmek de benim için büyük bir onurdur.
Hedef, “kitapta yalanı yenebilmek” diyelim; yalanı sokakta yenebilmek için kitapta yenmek şarttır çünkü.
“12 Eylül en büyük başarısını kültür sanat alanında elde etmiştir”
Eskiden daha az mümkün olan, ancak internetin yaygın kullanımı ile çabucak yakalanabilen kes/kopyala/yapıştır, biraz diplomasi, biraz lobicilik, poz poz pazarlamalar, aman efendim sizden iyi olmasıncı, adam kayırmacı övmeler derken, bu kadar kirlenmiş bir üretim alanında yaptığınız derin itirazlar yeldeğirmenlerini hatırlatıyor biraz. İtirazlarınız, şerhleriniz Yeldeğirmenlerinin karşısında asilzadelerin mi İspanyol köylülerinin mi lisanını kullanacak?
Her düşünce, ideoloji, hareket kendi dilini de gerektirir ve yaratır. Kullandığınız kavram seti varacağınız sonuçları da belirler. Egemenlerin dili, egemenlerin sonuçlarına ulaştırır. Dolayısıyla dil de sözcükler de aynı zamanda birer savaş arenasıdır. Sözcükler fethedilir, içeriği boşaltılır, tekrar tekrar doldurulabilir. Elbette her mücadelenin arenası aynı zamanda kavramlar ve sözcüklerdir.
Kendilerini bulundukları konuma çivilemiş 68 li veya 78 li abi/ablaların yozlaşmış kültürel dokudaki paylarına dair neler söyleyebiliriz?
12 Eylül en büyük başarısını kültür sanat alanında elde etmiştir. Türkiye’de çürümenin topluma taşıyıcısı soldur, daha da açık söyleyeyim sosyalist soldur.
Şu an solunun büyük bir kesiminin kültür sanat alanındaki genel eğilimini bir tek ifadeyle özetleyecek olursak bu “adam kafalamak”tır. Adam kafalamak… Okuru geliştirmek, bilinçli okur yaratmak, okura bilinç vermek veya bilinç üretmek değil; adam kafalamak… Bu nedenle de ünlülere özel bir eğilim gösterir. Janjanlı imza kampanyaları ile “ünlü yazarlardan destek”, “ünlü sanatçı partimize katıldı”, “ünlü şairden sert açıklama” gibi başlıkları pek severler. En gerici bir yazar, yarın kendi partilerine katılsa, hemen onu gazetelerinin baş köşesine oturtur, gerici eserlerini öve öve bitiremezler.
Örneğin bugün karşı çıktıkları Elif Şafak, ki hepsi karşı da değil, partileri için bir imza verse, üç gün sonra “Elif Şafak’ın İskender romanındaki diyalektik sınıfsallıklar” diye bir yazı okursunuz bunların gazetelerinde.
Okuru ahmak yerine koyan ve aynı zamanda ahmaklaştıran bir kültür politikasıdır bu. Ağzına kadar piyasa ilişkilerinin içinde olan gerici bir sanatçı, kendilerini okşayan iki laf etse, hemen yelkenler suya iner ve o kişinin bugüne kadar ürettikleri göz ardı edilerek baş tacı edilir.
Okur, ünlü sanatçının adını dergilerinde görecek ve “Aaa, bu ünlü sanatçı da bu partidenmiş” diyerek kendi partilerine oy verecektir. Okura bakış budur.
Nazım Hikmet’ten söz etmek, Gezi’ye güzelleme yapmak, “iyi ki doğdun Orhan Kemal usta” diye yazı yazmak, hükümet-iktidar karşıtı olmak, bunlar için ilerici bir yazar olmaya yeterli ölçütlerdir. Ama aynı kişiler, Orhan Kemal’in çatır çatır pazarlanmasına, Orhan Kemal’in ideolojik düşmanları tarafından ele geçirilmesine, satılmasına çıt çıkarmazlar. Hiçbir romanın üstünde “bu kitap gerici bir kitaptır” diye yazmaz. Siyasal olarak karşı çıkıp cepheden savaştıkları anlayış, kültür sanat anlayışlarını tamamen ele geçirmiştir.
“Kahrolsun iktidar” sloganı ile iktidar karşıtı olabilir; bunu söyleyerek sol siyaset yapmış olabilirsiniz. Ama bu kültür-sanatta sol duruş değildir. Siyaset gündemlerinin tamamında solda durabilir, bu konularda en sekter duruşu dahi gösterebilirsiniz. Ancak bunların hiçbiri, kişiyi kültür-sanat alanında solcu-ilerici yapmaz.
İlerici sanat, insanla kurduğun estetik ilişkinin niteliğine, eserlerinin okurda yarattığı farkındalıkla ilişkilidir.
Solculuk, sadece “siyasi” bir duruş değildir. Solculuk, yaşamın sadece “güncel” siyasal alanıyla ilgili değildir. Kültürel alanda solculuk nedir? Bu sorunun yanıtı, şu anki kendilerini solcu olarak tanımlayan çevrelerde yoktur. Bu nedenle siyaseten en sekter solcu mecralarda en bayağısından liberallik akar.
Birçok moda kurbanı kadının klişe romantikliğine fazlasıyla hitap eden, ‘’kadın ruhundan anlayan yazar’’ larımızın başında gelen Ahmet Altan ve Orhan Pamuk, ‘’kadınlar yalnızca solcu erkeklere aşık olur ötekilerle gezer tozar ‘’ solcu kadın gazetecinin akıl yürütmesiyle birlikte düşününce, Bu yakışıklı prenslerin en azından memleketin hormonal meselesine katkı yaptıklarını görmezden mi gelelim ?
Bu ifadelerin edebiyatla, romanla hiçbir ilişkisi yok. Bir yazar kitabını tanıtırken, kitabın içeriğinden çok, kendi politik duruşundan, ne kadar aydın ya da muhalif oluşundan vs söz ediyorsa içeriği konusunda şüphe edin. Hiçbir kitap konusu nedeniyle iyi ya da kötü kabul edilemez. “Kadın sorunu” Ermeni sorunu”, “Alevi sorunu” nu ele alması bir kitabı kendi başına değerli ya da değersiz kılmaz. Bir kitabın değeri “neyi anlattığı” değil “nasıl” anlattığıyla ölçülür. Okurların hoşuna gidecek havuçlar ve pazarları vardır. Bir romancı romanıyla vardır. Dokunulmaz konuları romanına boca edip estetik niteliğinin düşüklüğüne karşı bu konuların dokunulmazlığına sığınanlarda art niyet aranır aranmalıdır.
“Ortada Bir Ahlak Sorunu Vardır”
Gerek kendi gerekse başkalarının mağduriyetlerinden ad/san/şöhret devşirme, magazinel skandallarla gündem olma vs çabasına karşın insandaki ‘’cari açığı’’ erdem kaybını tedavi edecek yöntem, girişim, faaliyet ne olsa?
Önce ahlaki bir duruş gerek. Çok çok basit bir şey söylüyorum burada.
Bir koltuğa oturunca, eşine, dostuna, arkadaşlarına torpil yapıp, o koltuğu kaybedince “liyakat! liyakat!” diye bağıran insanların ikiyüzlülüğü ortadadır.
Kendisi rüşvet aldığında hiçbir sorun görmezken, bir başka yerde kendisinden rüşvet isteyen kişiye dürüstlük satan insanın alçaklığını ortaya koymak kolaydır.
Muhalefetteyken karşı çıktığı şeyleri, iktidardayken bizzat yapan bir partiye atıp tutmak da kolaydır. Bunları anlamak için hiçbir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
Bu sayılanlar kadar ikiyüzlü bir anlayıştır bu. “Edebiyatın en büyük sorunu nedir?” dense birçok başlık sayılabilir.
Ama ortada her şeyden önce bir ahlak sorunu vardır.
Bu başlığı başa koymadan ve büyük harflerle yazmadan, söylenecek her şey boş laftır. Kendi gözündeki kütüğü görmeden, başkasının gözündeki kıymığı gören bu ikiyüzlü anlayıştan kurtulmadıkça bu rezillikler kaçınılmazdır.
Türkiye’de solcu, kendi şairlerinin adına verilen ödüllerin seçici kurullarına, gerici kültür endüstrisinin en bilindik isimlerini koyar. İlerici yazarların adına verilen ödüllerin seçici kurullarına, piyasanın en yozlaşmış isimlerini, gerici piyasa edebiyatının en ünlü insanlarını yerleştirir. İlerici, şair ve yazarların adına verilen ödüllerin neredeyse tamamında, edebiyat iktidarının en tepesindeki insanlar vardır.
Ülkemizin solcusu, Sivas’ta katledilen Behçet Aysan adına verilen ödülü Doğan Hızlan’ın vermesini hazmedebilen, bunda bir sakınca görmeyen bir varlıktır.
Bunu sayfalarında duyurmakta da hiçbir sakınca görmezler.
Buna itiraz edenleri tenzih ediyorum. Ancak %90’ının yaptığı budur ne yazık ki.
Bu ülkede hiç müziği olmayan bir filme “en iyi film müziği ödülü” verildi. Bu ülkede bir yazar, başkanı olduğu bir jüriden ödül aldı, kendi kendine ödül verdi.
Türkiye’de sol kültür, piyasa edebiyatı tarafından keyfince ve vahşice yağmalanan bir sömürü coğrafyasıdır.
Gramsci’nin bir sözü vardır: “İnsanı kafasından yakalayacaksın; kolu, bacağı, gövdesi nasıl olsa geriden gelir,” der.
Sermaye toplumu kafadan yakalamıştır. Önce kafalarımızı kurtarmalıyız. Kafalarda sermaye cirit atarken, bir milim ileriye gidemeyeceğimizi artık anlamak zorundayız.
Yeni dergiciliğin tüm patronlarıyla eskilerin patronları aynı mı ? Edebiyatta yol almak isteyen, kendini edebi atmosferde tartmak isteyenler patronun uçağına davet edilmeyi mi beklesinler? Kimliklerindeki yaralarından avantaj mı devşirsinler? Kitsch/estetik yoksunu çıplaklık pozları mı versinler? Nasıl olacak?
Piyasa Edebiyatı’nın tepesindeki oligarşi, isimler zaman zaman değişse de üç aşağı beş yukarı aynıdır; anlayış ise hiç değişmez. Dergicilik bunun sadece bir ayağıdır. Bu oligarşi bir prototiptir. Dindar okuyorsa dindarı gıdıklarlar, sosyalist okuyorsa sosyalisti gıdıklarlar. Her çeşit ağza çalacakları bir miktar bal, parmaklarında mutlaka bulunur.
Sağcı da bunlardır, solcu da bunlardır, dindar da bunlardır, komünist de bunlardır. Solcu “olmazlar”, solculuk “yaparlar”.
Bunlar “olmazlar”, “yaparlar”. Akışkandırlar, elastiktirler, hiçbir köşeleri yoktur, konumsuz ve şekilsizdirler; daima girdikleri kabın şeklini alırlar.
Hiçbir şeyi eleştirmezler; söyledikleri genellikle doğrudur; yazdıkları ya da söyledikleri şeyler genel geçer şeylerdir. Genel geçer doğrularla geçimlerini sağlama konusunda büyük yetenekleri vardır. Suya sabuna dokunmama konusunda doktora yapmışlardır.
Yükselen her dalganın üzerine binmekte büyük bir beceri gösterirler.
“Fetihçi”lerle fetihçi, “Gezici”lerle gezici olurlar. Bunlar nereden kaz geleceğini içgüdüsel olarak bilir, “tavuk esirgenmeyecek” yerleri hiç kaçırmazlar.
İktidar karşısında hazır olda ve her daim hizmete hazır dururken gazete köşesinde Leninizm teorileri yapabilirler.
Büyük holdinglerin sanat günlerinde de Akbank, İş Bankası, YKB’nin sanat etkinliklerinde de sosyalist yayın ve kurumların sanat etkinliklerinde de aynı isimlerin olması tuhaf değil midir? Bir söz, bir cümle ya da bir önerme, hem holding sanat etkinliğinde hem sosyalist sanat etkinliklerinde kabul görüyorsa o sözün, o cümlenin, o önermenin anlamı sorgulanmalıdır.
Bankalar, holdingler için sorun olmayabilir ama kendini muhalif, ilerici, sosyalist diyen okurlar bunu sorgulamak zorundadır.
Bunlarla mücadele edilmedikçe ve bu piyasaya karşı cepheden karşı çıkılmadıkça hiçbir iyi şey çıkamaz. Genç yazar, bu çöplüğe dahil olarak değil bu çöp dağına açıkça karşı çıkarak yol alabilir ancak.
Piyasa edebiyatı, geçmişinizi, edebiyat geleneğinizi, birikiminizi yağmalamaktadır. Artık bir ayrışma, kesinlikle kaçınılmazdır. Kimin nerede durduğunun anlaşılması gerekir. Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde…
“Elif Şafak tutarlıdır. Elif Şafak, Elif Şafaklığını yapmaktadır.”
Hippi kızlıktan liberal islama uzanan serüveninde Elif Şafak edebiyatından niçin uzak durulsun?
Elif Şafak’ın kitaplarıyla ilgili ayrıntılı incelemeler yapıldı. Ben onun estetiksizlikte doruk, piyasa işi romanlarını uzun uzun anlatmayacağım. Ancak şunu söyleyeyim. Yanıtım sorduğumuz sorunun içinde zaten.
Bu piyasanın yarattığı bir tipolojidir. Tek bir cümleyle: nabza göre şerbet vermek. Havayı koklayıp o anki koşullara uygun bir roman “patlatmak”. Tepeden tırnağa, taktığı yüzükten, kolyeden, saçının şekline, yemek alışkanlığından büyülü bakışa dek bir halkla ilişkiler imalatıdır bu yazarlar. O gün Mevlana ya da tasavvuf trend ise hemen bir Mevlana-Şems romanı çıkarırlar. Tasavvufsa tasavvuf, mistisizmse mistisizm, aşksa aşk klişeleri. Öte yandan batının her türlü oryantalist klişelerini de doldururlar, orası da ihmal edilmez. Bunların her birini ayrıntılandırabilirim. Çok basit bir örnek: Aşk kitabı “Mevlana Doğunun Shakespeare’i” diye başlar.
Böyle bir cümle niye kurulur?
Batılı okura “hani sizde Shakespeare var ya, Mevlana da aynı onun gibi” denir. Bu tür metinlerin merkezinde şu soru vardır: Ne yazsam satar? Böyle bir sorudan edebi bir metin değil, ancak bir piyasa işi çıkar. Nitekim Aşk kitabı erkekler için gri kadınlar için pembe kapaklı olarak çıkarılmıştır.
Bu tiplerin kişisel ilişkileri kullanarak oradan buradan aldığı ödüller ise bu toplumun aklıyla alay etmektir. Düşünce özgürlüğü ödülü almış. Onlarca gazetecinin hapse atıldığı, öldürüldüğü bu yerde karakola düşmemiş, kimsenin tavuğuna kiş dememiş, daima güçten ve iktidardan yana olmuş birisine bu ad altında ödül vermek akla hakarettir.
Örnekleri uzatabilirim. Elif Şafak tutarlıdır. Elif Şafak, Elif Şafaklığını yapmaktadır. Ona büyük edebiyatçı muamelesi yapanlar düşünsün. Ağır eleştirmen Semih Gümüş birkaç yıl öncesine kadar onu övüyordu. Elif Şafak’ı günah keçisi yapmanın anlamı yok. Bir o mu sanki. Başbakanın açıklamasından hemen sonra “patlatılan” Dersim romanı nabza göre şerbet vermenin başka çeşidi değil mi?
Edebiyat bir mücadele alanı olarak kullanılmalı mı ? 12 Eylül sonrası işçi romanlarının azlığı, bireysel romanların artışı, dönemsel okur ihtiyaçlarının değişebilirliğini mi gösterir? Böyleyse bugün yapılan sabotajın yarın geçerli olması mümkün müdür? İlkesel duruşa nereye kadar esneklik sağlanabilir?
Hani bir klişe vardır ya: “İdeolojik olmayın” diye. İdeolojik suçlaması başta sosyalist gerçekçiler olmak üzere sanatında toplumsallığı öne çıkaran sanatçılara getirilen bir suçlamaydı. Halen de sürmektedir. Kendi sivilcesine şiir yazan kişi “sanat” yapmaktadır ama toplumla ilgili bir sözü olan sanatçı “ideolojik”tir.
Solcu yayın organlarının pek sevdiği bir yazar olan Prof. Dr. Yıldız Ecevit bu meseleyi daha ötelere taşıyıp 12 Eylül darbesinin Türk edebiyatına bu anlamda farkında olmadan iyilik yaptığını yazmıştı. Şaka değil bu, detaylarını yazmıştım.
İki saptama yapmak istiyorum. Birincisi şu:
İdeolojik olmayan bir sanat, “sıcaklığı olmayan cisim” demekle aynı şeydir. İdeolojik olmayan bir sanat yoktur. Her sanatsal üretim bir siyasal duruşu içerir. Sivilcesine şiir yazan şair de cinsel bunalımlarını yazan romancı da ağzına kadar ideolojiktir. Alman general Clausewitz’in sözlerini değiştirerek uyarlarsak “sanat, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir.”
“Aman ideolojik olmayın” diyenler, ideolojiyi sadece toplumsallıkta görürler, çünkü kendileri ideolojiler üstüdür! Dünyadaki en ideolojik cümle, “ben ideolojik değilim” cümlesidir.
Yine Horkheimer’in ünlü kalıbını kullanarak şöyle söyleyebiliriz: “Politikadan bahsetmek istemeyen sanattan söz açmamalıdır.”
İkinci saptamam ise şudur:
Türkiye’de edebiyat hiçbir dönemde bu kadar ideolojik olmamıştır.
Şu an topluma dayatılan, 40 kanaldan topluma pompalanan, iktidar ya da muhalif neredeyse bütün mecralarda öne çıkarılan sanat, tek tip sanattır. Bunun detaylarını sayısız yazımda ele almıştım.
“Edebiyat bir mücadele alanı olarak kullanılmalı mı?” diye sormuşsunuz. Sermaye tam da bunu yaptı ve çok başarılı oldu. Türkiye’de kültür-sanat alanında 12 Eylül’ün doruğunu yaşamaktayız. Diğer bir deyişle 12 Eylü’lün en başarılı olduğu alan kültür-sanat alanı olmuştur.
Türkiye’de sola, sosyalizme, mücadele eden insanlara küfreden onlarca roman bu topluma bizzat solcular ve sosyalistler tarafından pazarlandı. Kültür sanat alanında sol, bütün reflekslerini yitirmiştir. Bu refleksleri oluşturmak gerek. Bu da ancak bu alanda bir mücadele ile mümkündür.
Edebiyat tekellerinden bahsedersek; jüriler, skandal ödüller, çeviri solculuğu, Türkçe’nin başına bela pek çok ‘’zırva’’da nasıl aşılansın okur?
Okur her şeyden önce konjonktürel metinlere şüpheyle bakmalıdır. Orada acının sömürülmesi vardır. Acılarınıza dalkavukluk yapanlardan uzak durun; yarın koşullar değiştiğinde acılarınızla ilk alay edecek olanlar onlardır.
Klişelerden uzak durun, klişeler yeteneksiz ancak kötücül akılların işidir. Romanlar, metinler kendi estetik ölçütlerine göre değerlendirilir, konulara göre değil. Kadını, eşcinselleri, Alevileri, Kürtleri anlatıyor diye bir roman iyi ya da kötü olamaz. Bir romanı iyi yapan şey tamamen neyi anlattığı değil, nasıl anlattığıdır. Kendi romanıyla ilgili konuşurken sizi gıdıklayanı, sizin hoşlanacağınız edebiyat dışı şeyler söyleyenlerin yazdıklarına şüpheyle bakın. Her zaman ve her metne karşı şüpheyle bakın.
Türkiye’de her siyasal kesimin, her düşüncenin, her çevrenin havucu, geleceği olta bellidir. Bir dönem “başörtüsü zulmü” üzerinden İslami duyarlılığı olan çevreye son derece düşük nitelikli romanlar pompalandı, hala da bu sürüyor.
Alevilik, Kürtlük, eşcinsellik, azınlık hakları, Ermeni sorunu gibi konular kötü romanların okurlara pompalanırken çok sık kullandığı örtülerdir. Bir romanda eşcinsellik varsa, o romana yapacağınız eleştiri, “homofobik olma” duvarına çarpmaktadır. Bir romanda Kürtler en kaba haliyle klişelerle meze yapılıyorsa, o romanı eleştirince sanki Kürt düşmanlığı yapıyormuşsunuz gibi verilmektedir. Berbat romanlar bu konuların ardında dokunulmazlık kazanır, kötü yazarlar da bunu çok iyi bilmektedir.
Bir diğer önerim sağlam önyargılar-refleksler edinmeleridir.
Mesela bir kitabın kapağı, erkekler için gri, kadınlar için pembe olarak tasarlanmış ve piyasaya sürülmüş ise o kitap muhtemelen kötü bir kitaptır.
Bir kitap gözünüze gözünüze sokuluyorsa, afişlerde, bankamatiklerde televizyonlarda AVM’lerde hep onu görüyorsanız, büyük bir olasılıkla kötü bir kitaptır.
Bir kitap Migros’ta Prima Maxi çocuk bezinin yanındaki sepette ya da Carrefour kasalarında “Okey Ekstra Hisset” prezervatiflerine bitişik olarak satılıyorsa o kitap kötü bir kitaptır.
Bir kitap, yazarının çalıştığı kurumdan, arkadaşı olduğu jüriden, atölye açtığı belediyeden ödül alıyorsa o kitap muhtemelen kötü bir kitaptır.
Bir kitap okura pazarlanıyorsa o kitaba şüpheyle bakmak gerekir. Piyasa Edebiyatı’ndan iyi bir şey çıkma olasılığı yoktur.
Piyasa Edebiyatı uyuşturur. Oysa bize uyandırıcı, dürtücü, rahatsız edici, derinleştirici bir sanat gereklidir.