Hayaletler neden beyaz kıyafetler giyer ve neden çıplak değillerdir? Bir hayalet düşündüğünüzde gözünüzde ne canlanır? Küf kokulu bir kefen mi, kötücül bir doğaüstü zırh yığını mı yoksa Viktorya döneminde ölülere giydirilen takım elbisesiyle, uğursuz bir beyefendi mi?
1863 yılında, Charles Dickens’ın romanlarının çizimlerini yapan karikatürist ve çizer George Cruikshank, hayaletlerin görünümüyle ilgili “ilginç” bir keşif yaptığını açıkladı:
“Hiç kimse, hayaletlerin giysi giymesi gibi saçma ve imkânsız bir durumu düşünmüş gibi görünmüyor… Hayaletler, edepleri gereği çıplak görünemez, görünmemelidir; ancak giysilerin de hayaletleri olamayacağına göre, demek ki hayaletler aslında hiç görünmedi ve görünemez.”
Peki, hayaletler neden çıplak değil? Bu, Cruikshank ve birçok Viktorya dönemi insanı için önemli bir felsefi soruydu. Nitekim folklor anlatıları dışında çıplak hayalet hikâyelerine neredeyse hiç rastlanmaz. Şüpheciler ve hayalet görenler, hayaletlerin maddi dünyada nasıl bir biçime sahip olabileceğini hayal etmeye bayılıyorlardı. Peki hayaletler ne tür bir maddeden yapılmış olabilirler ki bizim varoluş düzlemimizi tüm sıradanlığıyla paylaşmalarını sağlasın?
Bir hayaleti beyaz kefenli veya cenaze giysisi içinde hayal etme geleneği yüzlerce yıldır devam ediyor; çünkü bu imge, bedenden ruha bir devamlılık olduğunu ifade ediyor. Modern dönem öncesinde hayaletin temel sosyal rolü, ölüler diyarından yaşayanlara bir mesaj iletmekti; bu nedenle cenaze giysisi bağlantısı mantıklı. Bu, Orta Çağ’daki “Üç Yaşayan ve Üç Ölü” temasında da görülür; burada bazı avcılar gelecekteki iskelet halleriyle karşılaşır ve bu ölümsüz halleri, onlara ölümü hatırlatır.
Ancak 19. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, spiritüalizm ve erken dönem psişik araştırmalar Batı dünyasına yayılmaya başladığında, insanlar hayaletlerin günlük ve dönemin giysileriyle göründüklerini bildirmeye başladılar.
Bu durum, hayaletlerin gerçekliğini incelemeye ilgi duyanlar için sorun yaratıyordu. Eğer hayalet nesnel bir gerçeklikse neden giysi giyiyordu? Spiritüalizmin temel öğretileri doğruysa, dünyaya dönen ruh neden ışık ya da başka bir eterik maddeden oluşmuyordu? Ruhların giysileri de ruhani miydi ve eğer öyleyse, onların özünü mü paylaşıyorlardı yoksa kendi başlarına giysilerin hayaletleri miydiler?
İdealist bir bakış açısıyla, giysilerin ölümsüz kimlikle bütünleşmiş metafizik parçalar olduğunu ve hayaletin kimliğinin, bir ruhun sıradan görünümünden öte bir anlam taşıdığını söyleyebilirsiniz.
Bir diğer açıklama ise, hayalet görenlerin zihinsel süreçlerle hayaleti giydirdiği düşüncesidir. Bu nedenle, hayaleti bildiğimiz kıyafetler içinde görürüz; çünkü zihnimizdeki kişiyi bu şekilde tanırız. Kıyafet seçimi tanıma duygusunu tetikler.
Eleştirmen ve antropolog Andrew Lang, 1897’de, rüya görmek ve hayalet görmek arasında bir karşılaştırma yaparak şöyle bir açıklama yapar:
“Rüyalarımızda insanları çıplak olarak görmeyiz; halüsinasyonlar, uyanıkken yaşanan rüyalara benzer, bu nedenle aynı kurala uyarlar. Bir hayalet bir kapıyı açarsa ya da bir perdeyi kaldırırsa, bu da illüzyonun bir parçasıdır. Kapı açılmamıştır; perde kaldırılmamıştır… Bu, hipnotize edilen bir hastaya ‘elinin yandığı’ söylendiğinde, hayalinde, elinde su toplamış kabarcıklar oluşturması gibidir.”
Lang’e göre, hayalet giysileri rüyalarla aynı malzemeden yapılmıştır. Bu da, hayalet görenlerin onları giydirdikleri ama soymadıkları düşüncesini akla getirir ki 19. yüzyıl hayaletlerinin büyük kısmının ahlak kurallarına uygun ve edepli olması bu düşünceyle uyumludur. Lang’in, rüyalarda çıplaklığın olmadığı varsayımı da bu ahlaki çizgiyi yansıtır.
Ruhların Maddesi Üzerine
Viktorya döneminde sınıf, cinsiyet ve mesleklerin tanımlanmasında moda ve giyim merkezî bir öneme sahipti. Hizmetçi sınıfına ait hayaletlerin kıyafetlerine özellikle bağlı olduğu, yüzlerinden ya da seslerinden çok giysileriyle tanındığına dair raporlar 1908’de The Strand dergisine gönderilen bazı hayalet hikâyelerinde ortaya çıkar.
Burada bir hayalet gören kişi, “Doğaüstü hiçbir yanı olmayan, sadece hafif pamuklu elbise giymiş bir hizmetçi gibi görünen bir figür” gördüğünü bildirmiştir. “Başında beyaz bir başlık vardı… Tüm görünümü hizmetçiye benziyordu, böylece gördüğüm kişinin o olduğunu düşünmüştüm. Aşçıya hiç benzemiyordu; çünkü aşçı çok daha koyu renkli giysiler giyerdi.”
Giysiler, insanların tanınmasını sağlar ve onları temsil edilebilir hale getirir; çıplaklık ise bu tür bir tanımlamayı bozar.
Hayalet giysileri meselesi, doğaüstü tarihçileri için ilginçtir; çünkü bir iplik gibi, bu konuyu çekiştirdiğinizde spiritüalizmin maddeye dair bazı varsayımları çözülmeye başlar. Hayaletler, yaşamdayken aldıkları yaraları veya sakatlıkları muhafaza eder mi? Peki ya ruhların bedensel çekiciliği —yaşayanlarla ölüler arasındaki temas ve öpüşmeler ya da medyumların ağız ve burunlarından çıkan tül benzeri “ektoplazma” ne anlama gelir? Yaşayanlar hayaletlerle cinsel ilişki bile yaşayabilir mi?
Bu tür karmaşık tartışmalar 21. yüzyılda kaybolmadı. Hatta, “hayalet sevgisi” olarak bilinen “spektrofili” bugün internette hararetli bir tartışma konusu olarak devam ediyor. Yaşayanların dünyasında ruhların nasıl varlık bulduğuna dair uzun tarihin yeni bir evresi olarak dikkate değer bir konu.
Shane McCorristine’in The Conversation‘daki yazısından Koray Sarıdoğan tarafından çevrilmiştir.
Görsel: Spirit, George Roux (1885)