Nick, meyve bahçesine uzanan yola saptığında yağmur durmuştu. Meyveler toplanmış, sonbahar rüzgarı yapraksız ağaçların arasından esiyordu. Nick şöyle bir durdu ve yağmurdan ıslanıp parlak kahverengiye dönen otlar arasına düşmüş bir elma alarak kalın yün montunun cebine attı.
Yol, tepenin sonundaki meyve bahçesinde son buluyordu. Bacasından tüten duman ve yalın verandasıyla kulübe oradaydı. Arka tarafta garaj, tavuk kümesi ve ikinci el keresteden yapılmış gibi duran çitler vardı. Kocaman ağaçların rüzgarda sallanışını seyretti. Bu, sonbahar fırtınalarının ilkiydi.
Meyve bahçesinin ötesindeki açıklıktan karşıya geçerken kulübenin kapısı açıldı ve Bill göründü. Verandada durmuş dışarıyı seyrediyordu.
“Merhaba Wemedge,” dedi.
“Merhaba Bill,” dedi Nick merdivenlerden çıkarken.
Birlikte öylece durup kırsalı seyrettiler: meyve bahçesinin aşağı tarafını, yolun ötesini, tarlaları ve gölün ormanla birleştiği noktayı. Rüzgar direk göle doğru esiyordu. Kıyıya vuran köpüklü dalgaları on millik mesafeden görebiliyorlardı.
“İyi esiyor,” dedi Nick.
“Üç gün daha böyle esecek,” dedi Bill.
“Baban evde mi?” diye sordu Nick.
“Hayır. Silahını alıp çıktı. Hadi içeri girelim.”
Nick kulübeye girdi. Şöminede rüzgarın körüklediği koca bir ateş kükrüyor gibiydi. Bill kapıyı kapattı. “İçecek bir şey ister misin?” diye sordu.
Mutfağa gidip iki bardak ve bir sürahi su ile geri döndü. Nick de şöminenin üzerindeki rafta duran viski şişesine uzandı.
“Tamam mı?” diye sordu.
“Güzel” dedi Bill. Ateşin önünde oturup İrlanda viskisini yudumladılar.
“Mükemmel isli bir tadı var,” dedi Nick bardaktan yansıyan ateşe bakarak.
“Bence bu bataklık kömürü,” dedi Bill.
“Bataklık kömüründen içki yapılmaz,” diye cevapladı Nick.
“Bence fark etmez.”
“Hiç bataklık kömürü gördün mü?” diye sordu Nick.
“Hayır.”
“Ben de görmedim.”
Bacaklarını şömineye doğru uzattığında ayakkabılarından buhar yükselmeye başladı.
“Ayakkabılarını çıkarsana,” dedi Bill.
“Çorap giymedim.”
“Çıkar şunları da kurusun, ben de sana çorap getireyim.”
Bill tavan arasına çıktığında Nick yukardan gelen ayak seslerini duyabiliyordu. Üst kat Bill, babası ve bazen Nick’in de uyuduğu açık bir çatı altıydı. Arka tarafında bir giyinme odası vardı. Karyolaları oraya taşımış, üstlerini naylonla kaplamışlardı.
Bill, bir çift yün çorapla geri geldi. “Çorapsız gezecek havalar çoktan geçti,” dedi.
“Bundan nefret ediyorum,” dedi Nick çorapları giyerken. Sandalyesinde iyice arkasına yaslanıp ayaklarını şöminenin önünde duran paravanın üstüne doğru uzattı.
Bill “Paravanı çökerteceksin,” deyince, ayağını şöminenin kenarına doğru salladı.
“Okuyacak bir şeyler yok mu?” diye sordu.
“Sadece gazete.”
“Card’lar ne yapmış?”
“Giant’lara bir çift kafa atmışlar.”
“Onlar için çantada keklik.”
“Bence oyunu hediye etmişler,” dedi Bill ve devam etti “McGraw ligdeki her iyi topçuyu alabildiği sürece yapacak bir şey kalmıyor.”
“Hepsini alamaz.”
“İstediklerinin hepsini alır ya da hoşlarına gitmese bile kendisiyle pazarlık yapmaya zorlar.”
“Mesela Heinie Zim.”
“O mankafa çok işe yarayacak.”
Bill ayağa kalktı.
“İyi şişiriyor,” deyiverdi Nick, ateşin sıcaklığı bacaklarını iyiden iyiye yakarken.
“Orta sahada da iyi ama top kaybediyor.”
“Belki de McGraw öyle yapmasını istiyordur.”
“Belki.”
“Her zaman biz taraftarların bildiğinden fazlası vardır.”
“Tabii ki. Ama bu kadar uzaktan ancak bu kadarını bilebiliriz.”
“Tıpkı altılı oynarken atları görmeden seçtiğimiz gibi.”
“Aynen öyle.”
Bill viski şişesine uzandı, kocaman eliyle kavrayıverdi ve Nick’in kadehini doldurdu. “Ne kadar su?”
“Aynı ölçüde.”
Nick’in oturduğu sandalyenin dibine yere oturdu.
“Rüzgarların başlaması iyi oldu, değil mi?” diye sordu Nick.
“Evet, müthiş.”
“Bence yılın en iyi zamanı.”
“Kasabada yaşıyor olsaydık berbat olmaz mıydı?”
“Şampiyonluk maçını izlemek isterdim.”
“Ama hep New York ya da Philadelphia’da oynanıyor. Bu da bizim işimize yaramaz.”
“Card’ların şampiyon olup olamayacağını merak ediyorum.”
“Bence biz göremeyiz!”
“Vay be, çıldırırlardı!”
“Tren kazasından önce başladıkları turnuvayı hatırlıyor musun?”
“Hatırlamaz mıyım!”
Bill, dışarı çıkmadan önce camın altındaki masaya bıraktığı kitabına uzandı. Bir elinde kadehi, diğerinde kitabı Nick’in sandalyesine yaslandı.
“Ne okuyorsun?”
“Richard Feverel.”
“Beni pek çekmedi.”
“Bence fena değil – Hiç de kötü bir kitap değil, Wemedge!”
“Daha önce okumadığım başka ne var?”
“Orman Aşıkları’nı okudun mu?”
“Evet. Her gece aralarında kılıçla yatan çiftin hikayesi değil mi?”
“İyi bir kitap, Wemedge.”
“Müthiş bir kitap. Yalnız, anlamadığım şey kılıcın ne işe yaradığı. Keskin tarafı illa ki yukarıda durmalı; oysa düz konsa uyurken üzerine doğru dönsen bile sorun olmazdı.”
“Bu bir sembol,” dedi Bill.
“Tabii öyle, ama hiç pratik değil!”
“Peki, Cesaret’i okudun mu?”
“Evet – İşte gerçek bir kitap. Hep peşinde koştuğu yaşlı adamın olduğu. Başka Walpole kitabın var mı?”
“Karanlık Orman var – Rusya hakkında.”
“Rusya hakkında ne bilir ki?”
“Bilmem. Bu yazar takımına akıl sır ermez ki. Belki çocukken filan gitmiştir. Bu konuda pek bilgili.”
“Onunla tanışmak isterdim.”
“Ben Chesterton’la tanışmak isterdim.”
“Keşke şimdi burada olsaydı – Onu balığa götürürdüm.”
“Gitmek ister miydi ki?”
“Tabii ki,” dedi Nick “Bence en iyisi o. Uçan Han kitabını hatırlasana.”
“ – Cennetten gelen bir melek
Başka bir içki sunarsa
Kendisine teşekkür ederek
Götür dök lavaboya – “
“İşte bu – Demedim mi sana Walpole’dan daha iyi bir adam diye?”
“Evet, Walpole’dan daha iyi bir adam ama Walpole daha iyi bir yazar.”
“Bilmem – Chesterton bir klasik.”
“Walpole da klasik,” diye ısrar etti Bill.
“Keşke ikisi de burada olsaydı – hep beraber balığa çıkardık.”
“Boş ver – hadi içelim.”
“İçelim,” diye onayladı Nick.
“Bizim ihtiyar umursamaz,” dedi Bill.
“Emin misin?”
“Biliyorum.”
“Biraz sarhoş oldum galiba.”
“Sarhoş falan değilsin.”
Yerden kalktı ve viski şişesine uzandı. Nick, kadehini uzattı ve içkisi konulurken izledi. Bill yarısına kadar viski koyarak “Suyunu kendin koy,” dedi “Sadece bir tek kaldı.”
“Başka yok mu?”
“Çok var ama babam sadece önceden açılmış şişeleri içmeme izin veriyor.”
“Pek tabii.”
“-Şişe açmak sarhoş eder- diyor.”
“İşte bu doğru!” dedi Nick. Etkilenmişti. Daha önce hiç böyle düşünmemişti. Sadece içerek sarhoş olunacağını sanırdı.
“Baban nasıl?” diye sordu saygı dolu bir ifadeyle.
“İyi – arada çıldırıyor ama…”
“Müthiş biri bence.”
Nick kadehine sürahiden su doldurdu. Su yavaşça viskiyle karıştı. Bardakta sudan çok viski vardı.
“Bahse girerim ki öyle.”
“Benimki de iyidir.”
“Aynen.”
“Hayatı boyunca tek bir kadeh bile içmediğini söylüyor” dedi Nick, sanki bilimsel bir gerçekten bahsediyormuş gibi.
“İyi de, o bir doktor. Benimki ise boyacı. Fark burada.”
“Çok şey kaçırıyor” dedi Nick üzgün bir sesle.
“Öyle deme – her şeyin bir telafisi vardır bu hayatta.”
“Kendisi de çok şey kaçırdığını söylüyor.”
“Zor zamanlar geçirdi.”
“Bu her şeyi eşitliyor.”
Ateşi seyrederek ve insanın içine işleyen bu gerçeği düşünerek oturdular bir süre.
“Arka taraftan bir kütük getireyim,” dedi Nick.
Ateşin sönmekte olduğunu fark etmişti. Ayrıca içkisi elindeyken ne kadar becerikli olabileceğini de göstermek istiyordu. Babası tek bir damla içmemiş olsa bile Bill’den önce sarhoş olmayacaktı.
“Kayın kütüklerinden birini getir,” dedi Bill. O da kendi pratikliğini sergiliyordu.
Nick elinde bir kütükle içeri girdi ve mutfaktan geçerken masadaki tavaya çarpıp düşürdü. Kütüğü yere bırakıp tavayı yerden kaldırdı. İçinde suya ıslanmış kuru kayısılar vardı. Dikkatlice yere dökülenleri topladı, bazıları fırının altına kaçmıştı, tekrar tavaya koydu. Üstlerine masanın yanındaki kovadan su doldurdu. Kendisiyle gurur duydu: en ince ayrıntısına kadar bu işi becermişti.
Kütüğü içeri götürdü, Bill de oturduğu yerden kalkarak kütüğü ateşe atmasına yardım etti.
“Müthiş bir kütük,” dedi Nick.
“Kötü havalar için saklamıştım,” dedi Bill ve devam etti “bütün gece yanar artık.”
“Sabaha ateşi yenilemek için kor da bırakır.”
“Doğru,” diye onayladı Bill. Sohbet ilerliyordu.
“Birer içki daha alalım,” dedi Nick.
“Sanırım dolapta açık bir şişe daha vardı,” dedi Bill. Köşedeki dolabın önünde diz çöktü ve kare şeklinde bir şişe çıkardı.
“Bu bir İskoç,” dedi.
“Biraz daha su getireyim,” dedi Nick. Tekrar mutfağa gitti. Sürahiyi, soğuk su dolu kovadan doldurdu. Oturma odasına dönerken yemek odasındaki aynayı fark etti ve durup baktı. Yüzü tuhaf görünüyordu. Aynadaki yüze gülümsedi; aynadaki yüz de ona sırıttı. Ona göz kırptı ve devam etti. Bu kendi yüzü değildi ama fark etmezdi.
Bill içkileri doldurdu.
“Oldukça büyük bir tek oldu bu,” dedi Nick.
“Bizim için değil Wemedge,” dedi Bill.
“Neye içiyoruz?” diye sordu Nick, bardağı havada.
“Balıkçılığa içelim.”
“Pekala bayım – balıkçılığa!”
“Balıkçılığa! – her yerde.”
“Balıkçılık; işte buna içiyoruz.”
“Beyzboldan iyidir.”
“Kıyas kabul etmez! Nasıl oldu da beyzboldan bahsettik?”
“Hataydı. Beyzbol, kaba adamlara göre.”
Kadehlerindeki içkiyi içtiler.
“Şimdi de Chesterton’a içelim.”
“Ve Walpole’a,” diye araya girdi Nick.
Nick viskiyi, Bill suyu doldurdu. Birbirlerine baktılar. İyi hissediyorlardı.
“Bayım – Chesterton ve Walpole’a,” dedi Bill.
“Kesinlikle bayım.”
İçtiler. Bardakları yeniden doldurup ateşin önündeki büyük sandalyelere oturdular.
“Akıllıca davrandın Wemedge,” dedi Bill.
“Hangi konuda?”
“Şu Marge meselesini bitirmekle.”
“Bence de.”
“Yapılması gereken oydu. Eğer yapmasaydın, şimdiye kadar eve dönmüş, evlenmek için gerekli parayı kazanmaya çalışıyor olurdun.”
Nick cevap vermedi.
“Bir kere evlendin mi mahvoldun demektir,” diye devam etti “hiçbir şeyin kalmaz. Hiçbir şey. Tek bir lanet şey bile. Biter. Evlenenlere baksana.”
Nick bir şey demedi.
“Şöyle açıklayabiliriz: Şişman evli adam görünümü. Bitmişler.”
“Tabii” dedi Nick.
“Muhtemelen en kötü bitiş. Birine abayı yakarsın ve sonra her şey biter. Tamam, aşık ol ama seni mahvetmelerine izin verme.”
“Evet.”
“Bir kişiyle evlenince tüm ailesiyle de evlenmiş gibi oluyorsun. Annesini ve onun evlendiği şu herifi de unutma.”
Nick başını salladı.
“Tüm bu insanların sürekli evinde olduklarını, onların evine Pazar yemeklerine gittiğini ve sonra onları ağırladığını, annesinin Marge’a sürekli ne yapması gerektiğini söyleyip durduğunu bir düşünsene.”
Nick sessizce dinliyordu.
“Paçayı iyi kurtardın – Şimdi kendisi gibi biriyle evlenip mutlu olabilir. Yağla suyu birbirine karıştıramazsın. Ben de Strattonlarda çalışan Ida ile evlenseydim, o da aynı olacaktı.”
Nick hiçbir şey demedi. Alkolün etkisi yavaş yavaş kayboluyordu. Bill yoktu sanki. Orada ateşin önünde oturmuyordu ya da ertesi gün Bill ve babasıyla balığa çıkmayacaktı. Sarhoş değildi. Her şey geçmişti. Tek bildiği bir zamanlar Marjorie’ye sahip olduğu ve sonra onu kaybettiğiydi. Onu terk etmişti. Her şey bundan ibaretti. Bir daha onu asla göremeyebilirdi. Muhtemelen öyle olacaktı. Her şey bitmişti.
“Hadi bir içki daha içelim,” dedi Nİck.
Bill doldurdu. Nick de biraz su ekledi.
“Eğer o topa girseydin, şimdi burada olmazdık,” dedi Bill.
Doğruydu. Asıl planı eve dönmek ve bir iş bulmaktı. Tüm kış Charlevoix’da kalacak ve böylece Marge’ın yanında olabilecekti. Şimdi ise ne yapacağını bilemiyordu.
“Yarın balığa da çıkamazdık – En doğrusu buydu!”
“Elimden bir şey gelmedi,” dedi Nick.
“Biliyorum – Sonunda halloldu işte.”
“Birdenbire bitiverdi – Neden olduğunu da bilmiyorum – Bir şey yapamadım. Tıpkı üç günlük rüzgarlar gibi geldi ve ağaçlardaki tüm yaprakları döküverdi.”
“Bitti – Önemli olan bu!”
“Benim hatamdı.”
“Kimin hatası olduğu fark etmez,” dedi Bill.
“Hayır, ben öyle düşünmüyorum.”
Önemli olan Marjorie’nin gitmiş ve onu bir daha hiç göremeyecek olmasıydı. Birlikte İtalya’ya gidecek ve çok eğleneceklerdi. Birlikte gitmeyi planladıkları tüm o yerler… şimdi hepsi yok olmuştu.
“Bitmiş olduğu sürece başka hiçbir şeyin önemi yok,” dedi Bill. “Sana söylüyorum, Wemedge, siz birlikteyken endişelerim vardı. Bu işi iyi hallettin. Annesinin cehennem kadar kızgın olmasına şaşmamalı. Herkese nişanlı olduğunuzu söylüyordu.”
“Nişanlı değildik,” dedi Nick.
“Herkes öyle biliyor.”
“Elimden bir şey gelmez – Değildik!”
“Evlenmeyecek miydiniz?”
“Evet. Ama nişanlı değildik.”
“Ne fark var?”
“Bilmiyorum. Bir fark var işte.”
“Ben fark görmüyorum.”
“Pekala. Hadi sarhoş olalım.”
“Pekala – Hadi adamakıllı sarhoş olalım.”
“Sarhoş olup yüzmeye gidelim,” dedi Nick ve içkisini bir dikişte bitirdi. “Bu konuda çok üzgünüm ama elimden ne gelir ki? Annesinin nasıl olduğunu bilirsin işte!”
“Bilmez miyim?” dedi Bill.
“Birdenbire bitiverdi – Bu konuda konuşmamalıyım.”
“Bence de,” dedi Bill. “Konuyu ben açtım ve şimdi de kapatıyorum – Bir daha asla bahsetmeyiz. Hatırlamak istemiyorsun. Yoksa geri dönmek isteyebilirsin.”
Nick bunu hiç düşünmemişti. Kesin öyle görünmüştü. Ama bu düşünce kendisini daha iyi hissetmesini sağladı.
“Tabii,” dedi “Böyle bir tehlike hep var!”
Bir mutluluk duydu. Sonuçta hiçbir şey değiştirilemez değildi. Cumartesi akşamı kasabaya inebilirdi. Bugün daha Perşembeydi.
“Her zaman bir şans vardır.” dedi.
“Kendine dikkat et.” dedi Bill.
“Ederim.”
Mutluydu. Hiçbir şey bitmemişti. Hiçbir şeyi kaybetmemişti. Cumartesi kasabaya inecekti. Bill’in bu konuyu açmasından öncesine göre kendini hafiflemiş hissetti. Her zaman bir çıkış yolu bulunur.
“Hadi silahları alıp aşağıya inelim de babanı bulalım.”
“Tamamdır.”
Bill, duvardaki raftan iki tane av tüfeği indirdi. Deniz kabuklarından yapılma bir kutuyu açtı. Nick, kalın yün montunu ve botlarını giydi. Botlar kuruyunca sertleşmişti. Hala sarhoştu ama zihni açılmıştı.
“Nasılsın?” diye sordu Nick.
“Müthiş. Harekete geçmeye hazırım.” dedi Bill hırkasının düğmelerini iliklerken.
“Sarhoş olmanın bir faydası yok.”
“Hayır. Dışarı çıkmalıyız.”
Kapıdan çıktılar. Rüzgar çok kuvvetli esiyordu.
“Bu rüzgarda kuşlar otların arasına yatmıştır.”
Meyve bahçesine doğru yola koyuldular.
“Bu sabah bir ağaçkakan gördüm.” dedi Bill.
“Belki de onu yakalarız.”
“Bu rüzgarda ateş edilmez.”
Dışarıda olunca, bu Marge olayı o kadar da trajik gelmedi. Hatta önemli bile değildi. Sanki rüzgâr her şeyi silip süpürmüştü.
“Neredeyse büyük göle geldik,” dedi Nick.
Rüzgara karşın bir el tüfek sesi duydular.
“Bu babam,” dedi Bill “Bataklığın orada.”
“Hadi o tarafa gidelim.”
“Aşağı çayırlıktan gidelim, baklaım biz bir şey yakalaycak mıyız?”
“Tamam.” dedi Nick.
Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Rüzgar zihnini açmıştı. Hâlâ Cumartesi kasabaya gidebilirdi. Hâlihazırda iyi bir fikirdi bu!
Bu hikayenin orijinal metni Bantam Classics “50 Great Short Stories – Edited by Milton Crane” adlı yayının 16 ile 27. sayfaları arasındadır.
HİKÂYEYE DAİR NOTLAR:
- Wemedge: Ernest Hemingway’in kendisi için kullandığı lakaptır.
- Card’lar ve Giant’lar: Amerikan Profesyonel Beysbol ligi takımlarıdır.
- McGraw: New York Giants takımının başkanıdır.
- Heine Zim: New York Giants takımında oynayan beysbol oyuncusudur.
- Charlevoix: Kuzey Michigan’da bir kasabadır.
Görsel: www.alpinehighs.com
1978 yılında Adana’da doğdum.
Babamın tamburunun sesiyle büyüyüp; Adana Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Müzik bölümünü bitirdikten (1996) sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi – İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum (2002).
Aynı yıl atandığım İngilizce öğretmenliğine devam etmekte ve mesleğimi severek yapmaktayım. Ayrıca Ali Deniz(10) ve Çınar(5) adında iki harika çocuğun annesiyim.
Çeviri yapmak, benim için “anlaşılamayanı anlaşılır hale getirebilmek” demek ve böylece sanki bir sihir gücüm varmış gibi hissediyorum… Bu sihrin daha çok kişiye ulaşabilmesi dileklerimle…