“İnsan ağaç değildir, kökü olmaz. Kalkar, yürür, gider!” Juan Goytisolo
Sürgünlük nerede, ne zaman ve hangi koşullarda başlayacağı bilinmez bir yolculuktur ama sonuçta bir cezadır muhatabı için, hem de egemenlerce hükmedildiyse kaçınılmaz bir cezadır. Bu kaçınılmazlık koşulların getirdiğidir. Koşulların oluşmasına sebep olan da yazarın muhalif düşünceleridir. Yazarın siyasal erkle, toplumla ve toplumsal kurumlarla olan çatışması devletle çatışmayı getirir, bu çatışmanın sonunda gücü elinde bulunduranların üstünlüğü, toplumsal duyarlılığı olan insanların aleyhine işler. Düşünsel plandaki bu uyumsuzlukta duyarlılığa sahip olan her insan gibi yazarın da payına düşen genellikle sürgündür.
“Sürgün kaçınılmaz olanı yaşamaktır,” der Feridun Andaç ve devam eder; “karşı koyulan, savaşılan koşullar karşısında yenilmenin getirdiği, kaçıp yer yurt arama ihtiyacıdır.”
Dubravka Ugresiç de, Yugoslavya doğumlu Hırvat bir yazar. Edebiyat alanında yetkin bir öğretim görevlisiyken, parçalanmayı getiren kirli bir iç savaşın yaşandığı ülkesinde, anti-militarist ve anti-milliyetçi tavırlarıyla, oluşan haksızlıklara karşı çıkmış bunun sonucu olarak da egemenlerin hedefi haline gelmiştir. Medya propagandası aracılığıyla, vatan hainliği yaptığı suçlamalarına dayanamayarak 1993 yılında ülkesini terk etmiştir.
Yazdığı makale ve kitaplarla savaşın yıkıcılığı, göç, yersiz yurtsuzluğun insan üzerindeki etkilerini irdelemesinin yanı sıra, gittiği gelişmiş ülkelerde endüstrileşen, ticarileşen bir edebiyat dünyasında tanık olduğu, bire bir yaşadığı piyasalaşma, çöpleşme, bu çöpün dayatılmasının yazar ve okurda yarattığı tahribata ışık tutan makaleler/denemeler yazarak görüş bildirmiş, sesini duyurmuştur. Aynı zamanda, bu çöplükte yazarların durumu, kışkırtılması, kullanılması, çaresizliği, düştüğü ya da düşürüldüğü tuzaklar, uyum sağlayamayanların yalnızlaşmasını ironiyle karışık eleştirel bir dille sözünü sakınmadan gözler önüne sermiştir. Bütün bunları yaparken de, “Yazma yeteneğinin gücü”ne vurguyu hep ön planda tutmuştur.
Yazarın son kitaplarından “Okumadığınız İçin Teşekkürler” bu anlamda düşüncelerini sakınmadan söylediği, derinlikli bir deneme kitabı. Kitapta en uzun bölüm sürgüne ayrılmış. Ülkesinden gönüllü sürgünlüğünün yanında, endüstrileşen “Edebiyat dünyası”nın da kendisini nasıl sürgün ettiğini anlatıyor yazar kitabında. Kendi özelinde sürgünlük duygu ve düşüncelerini, dünya edebiyatında iz bırakmış sürgün yazarlardan alıntılarla pekiştirdiği bölüm, “Sürgündeki Yazar” ismini taşıyor.
Bölüm, rüyasında havaalanında kendi yaşlarında bir kadını karşılamasıyla başlıyor, “Bagajınız yok mu” sorusuna, “Hayat yanımda taşıdığım tek bavuldur” cevabıyla sürgünlüğün derin anlamını çok yalın ifade ederek devam ediyor ve ekliyor;
“Yazar kişisel kâbusunu yazıyla mantıklı kılmaya çalışır; sürgünlüğünün korkularını yazıyla dindirmeye çalışır; dağılmış yaşamını yazıyla bir düzene koymaya çalışır; içine girdiği kaostan yazıyla çıkmaya çalışır; iç görülerini yazıyla biçimlendirmeye çalışır; kendi acısını yazıyla hafifletmeye çalışır. Bir sürgünün yazılarına belki de bu içsel çabalar yüzünden kabaca post-travmatik bir çözülmeyle karşılaştırılabilecek özel bir tür “soğukluk” damgasını vurur. Sürgündeki bir yazarın yazıları sıklıkla “endişeli”, parçalara ayrılmış, açık ya da gizli biçimde tartışmalı, anlamsal açıdan çok değerlikli, ironik, self-ironik, melankolik, huzur bozucu ve nostaljiktir. Bunun nedeni sürgünün kendisinin bir tür nevroz, bitmeyen bir değerleri sınama ve iki ayrı dünyayı karşılaştırma süreci oluşudur: Geride bıraktığımız ile sonunda ulaştığımız dünyayı.
Ve devamla ekliyor yazar, alıntılar yaparak;
“Sürgün bir kendine acıma ama aynı zamanda münferit bir isyankarın cesaretine sahip olma (Gombrowicz), özgürlükten sarhoş olma (Eberhardt), ama bunu gizli bir teslimiyet içinde yapma durumudur; sürgün bir “sarhoşluk akademisi” (Cioran) ama aynı zamanda bir “alçakgönüllülük dersi”dir (Brodski).
Sürgünlük eğer gönüllüyse, kişinin iç dünyasının sürüklemesinden doğmuşsa, sığındığı yeni dünyanın insan üzerindeki travmatik etkileriyle baş edebilme yollarının arayışı içindeki yazarın işi daha zordur. Çünkü göz önündekidir, sürgüne geldiği ve sürgüne gönderildiği ülke açısından Bir projeksiyon perdesi’dir. Kendini bu görünürlükte kaybetme, kullanılmaya fırsat verebilme tehlikesi altındadır. Ayağının kaymaması için daha çok çaba göstermesi gerekir, ya da daha çok yalnızlaştırılmaya göğüs germeyi başarabilmelidir. Tam da burada Ugresiç’in ironik bir itirazını yakalarız kitabı okurken ve der ki; “…Sürgün, evden atılma, ev arama ve eve dönüş üzerine bir peri masalıdır; yanı sıra Aptal Ivan hakkında bir Rus peri masalı, büyümekle ilgili bir hikâye, bireysel isyana dair romantik bir epiktir. Metamorfozla ilgili sıra dışı ölçüde cazip bir mittir”
Sözlerinin ardından daha da ileri giderek, sürgünlük hallerinin yaralayıcı, kişilik üzerindeki travmatik etkisini göz ardı edici ve yıkıcılığını etkisizleştiren, sıradanlaştıran bir oyunu bize yansıtır. Bu oyun da sürgünün romantikleştirilmesidir. Arada kalmış olmanın, kimliksizleşmenin, bilinçaltında yaşadığı parçalanmışlık duygusunu yenmenin, kolay olmayan birçok sorunların üstesinden gelmenin yanında sürgünün diline, mekânına, insanına uzaklığının yarattığı özlemini melankolik aşkın özlemiyle bütünleştiren, oyunlaştıran, basitleştiren bakış açısını bize şöyle hissettirir; “…Nadir denilemeyecek sıklıkta sürgün kavramını romantikleştirirler, bir aşk hikâyesiymiş gibi. …
Bu yüzden sürgünün önemli yanı, bürokratik yanı her zaman gölgede kalır. Hiç kimse, hatta sürgünün kendisi bile bürokrasiyle acı verici karşılaşmaların öyküsünü dinlemek ya da Walter Benjamin’in sırf belgeleri olmadığı için kendini öldürmüş olabileceğini düşünmek istemez.
Bir aşk hikâyesinin gerçek içeriği özlemdir, özlem bittiğinde hikâye de biter, aşk hikâyesi evlilikle sonlanır; sürgün ise adamın başka bir ülkeden pasaport almasıyla.”
“Siz sürgün edilenler, her şeye hazırlıklı olun. Fırlatıldınız ama özgür bırakılmadınız.” Victor Hugo
Sürgündekiler için işkencedir “göçmen büroları, resmi kâğıtlar, izinler”, daha birçok katlanılmaz işlemler. Bütün bunların yanında katlanılmaz bir başka şey de, sürgündeki yazarlardan ülkelerini niye terk ettikleri konusunda, herkesin önünde açıklama yapmalarının istenmesidir. Bu, piyasalaşan edebiyat için, ya da siyasi propaganda malzemesi olarak kullanmak adına yapılır. Her iki durum da insanlık adına aşağılayıcı, onur kırıcı ve travmatiktir. Sürgündeki yazarı gösteri malzemesi olarak kullanmaktır.
Sürgünün işi hiç de kolay değildir. Genellikle siyasal odaklı sürgünlerde, gidilen ülke, sürgün edileni, ülkesinin halkları tarafından da destekleniyor ve sürgün edildiği konuda insanlığın vicdanını temsil ediyorsa, elinde her an yararlanılacak bir enstrüman gibi kullanma eğilimindedir. Pazarlıklara konu yapmak, kendi için etkin ya da edilgen kılma, kışkırtma ya da ders verme adına yedekte tutma, istediği gibi kullanma hakkını kendinde görür ve gelenin ağırlığına göre risk faktörünü kendince belirleyerek bir değer biçer. Biçtiği bu değer ölçüsünde de sürgündekiyle oynar. Ne de olsa “Düzgün insanlar evinde oturur”.
Zordur sürgünde olmak, hep dönme arzusu vardır, diri tutan yaşama sevinci veren, umut olan. “Bildikleri çevreden ayrılan insanlar bunu, sonsuza dek ayrıldıklarına dair net bir fikirle yapmaları nadir görülen bir durumdur. Sonsuza dek olsun ya da olmasın, sürgün için ayrıldığı çevre (ki soyut bir yurt değildir bu) travmatik bir çevre olarak kalır. Terk ettikleri çevre sürgün edilen yazarları nadiren affeder.” Bu yüzden de vatanını terk etmek zorunda kaldığı duyguları, yurtsuzluğun ve kendini bulunduğu yere ait hissedememenin sonucunda bazen tam tersini savunma noktasına getirir yazarı. Hem milliyetçiliğe karşı çıktığı için sürgündedir ama hem de kendi milliyetine sarılma ihtiyacı içindedir. Bunu da Ugresiç şu cümlelerle ifade ediyor kitabında;
“Anavatanından bağımsız olan sürgündeki yazar birden bire trajikomik bir tuzağa düştüğünün farkına varır. Terk ettiği ülkenin dışına çıkar çıkmaz tek kimliği o ülkenin temsilciliğidir.”
Ve devam eder; “Her yazarın arkasında anavatanı vardır.”
Sürgünlüğün her halini ironik bir dille didik didik ettiği bu uzun bölümde ayrıca çağın yalnızlaştırıp kimliksizleştirdiği insanın yaşadığı iç sürgüne de değinmeden edemiyor ve bu konuda da çok gerçekçi yaklaşımlarla eleştirel tavrını ortaya koyuyor yazar.
Dubravka Ugrasiç sürgünlüğü günümüz kültürü açısından da irdelemektedir kitabında. Belli bir kültürün kendisini “evrensel” diye dayatmasını, bunu yaygınlaşan iletişim araçlarıyla dünyanın her yanına pompalamasını, küreselleşmenin “evrensel” gibi yanlış bir algılamaya yol açması sonucunda bireylerde kültürel dönüşüm saplantısı yaratılarak başka bir yaşama özlem meşrulaştırılıp insanların mahkûm edilmesini de sürgünlükle ilişkilendirir.
Yazara göre günümüz dünyasında, mümkün olduğunca çok ve çılgınca tüketebilmesi için oldukça yalnızlaştırılan insanın elindeki tek varlığı kendisidir. Yalnızlaştırıldığının bilincinde olmayan insan, başka yaşamlara duyulan özlemlerin medya yoluyla meşrulaştırılması ve teşvik edilmesiyle kendini bu kültürel dönüşümlere sürgün eder. Kültürel dönüşüm saplantısının objesi olan vücuduyla oynayarak bu saplantısını doyurur. Yeme, içme, spor, diyet, moda, beden şekillendirme teknikleriyle, kişisel gelişim adı altında hizmet veren sektörleriyle “tüketicilerin göçmene dönüştürüldüğü” alışveriş merkezleri, günümüzde tüm insanlığın sürgün yeridir. Bu sürgünün dönüşü imkânsız gibidir, çünkü bu noktada kişilerin hayatlarına, sanki kendi tercihleriymiş gibi, kendi istekleriyle müdahale ediliyor ve özel yaşam evrelerinin başkaları tarafından yönetilmesi ve yönlendirilmesi bir gereklilik olarak sunulduğundan, bedel ödeyen insanlar satın almanın ayrıcalığıyla yapılanın, doğruluğuna inandırılarak huzur bulmaları sağlanıyor. Sıradan insanın bu kültürel iç sürgününü böylesi ilginç bir bakış açısından ve daha birçok sürgünlük hallerini anlattığı bölümleriyle kitap oldukça ilginç.
Dünyanın dört bir yanında, çeşitli nedenlerle sürgün edilen ya da gönüllü sürgünlüğü yaşayan yazarlar, edebiyat coğrafyasında silinmeyen ayak izleri bırakmışlar, duyarlılıklarıyla hem insanlığımızı hem de edebiyat dünyasını aydınlatmıştırlar.
Ovidius, Victor Hugo, James Joyce, Halil Cibran, Dostoyevski, Franz Kafka, Stefan Zweig, Sadi Yusuf, Yevgeni Zamyetin, Kavafis, Herman Broch, Voltare, Juan Goytisolo, Nabokov, Ahmet Mithat, Namık Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Abidin Dino, Aziz Nesin, Nedim Gürsel, Sami Paşazade, Aysel Özakın, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Ziya Gökalp, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Demir Özlü, Nazım Hikmet ve adını sayamadığımız niceleri…
Zorunlu veya gönüllü de çıkmış olsalar, yabancı göklerin altında yaşamanın ezincini, bir gün dönebilmenin umuduyla karıp kimliklerine işlemiş sürgünler, onları cezalandıran egemenlere rağmen gezgin, göçebe sıfatlarına inat hep genç, hep yaratıcı, hep bizim, hep ölümsüz olmuşlardır.
Dubravka Ugresiç aslında günümüzde egemen ideolojiyi belirleyen kapitalist sistemin piyasalaştırıp yönlendirdiği, sektör haline getirdiği kültür araçlarının, alıcı olarak bizleri yönetme adına kitaba yaptıklarını hikâyeleştirdiği çok güzel bir kitap.
Ömrü sürgünlerde geçen bir memur olarak ben; sadece sürgün kısmından payıma düşenler üzerine yoğunlaştım. Eminim baştan sona zevkle okuyacağınız, elinizden bırakmayacağınız bir kitap.
Kaynakça: Yazıdaki italik alıntılar, yazarın “Okumadığınız İçin Teşekkürler” kitabındandır.