Ece Erdoğuş Levi yalnızca üretken değil ürettiği her eserde farklı temalara, yaşadığımız zamanın farklı sorunlarına eğilmesiyle çok yönlü de bir kalem. Daha önce Masal’ın İstanbul Maceraları ve Her Şeyi Baştan Anlat kitaplarını konuştuğumuz Ece Erdoğuş Levi’yle Kafka Kitap‘tan çıkan ve “her gün dövülen, istismar edilen,ırzına geçilen ve katledilen kadınların öykülerini anlatan” yeni kitabı Şehrazat’ın Son Sözleri ‘ni konuştuk.
Ece Erdoğuş Levi fotoğrafı: Can Özer
Ece Erdoğuş Levi:
“Bir kadın yazar olarak yapabileceğim en anlamlı şey Şehrazat’ın Son Sözleri‘ni yazmaktı”
Şehrazat’ın Son Sözleri’ni “Türkiye’de şiddet ve baskı gören, tecavüz edilen, yaralanan, öldürülen, sır olan, sesini duyuramayan tüm kadınlar için” yazdığınızı söylüyorsunuz. Bu konuyla ilgili yazmaya nasıl karar verdiniz?
Her gün kadınlar öldürülürken, şiddet görürken, kaybedilirken, sesini duyuramazken yahut onca çığlık atsa bile duyulmazken; tüm bu yaşananlar içimde sürekli büyüyen bir hadiseye dönüştü. Daha bu sabah eylül ayında 26 kadının öldürüldüğünü, 19 kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğunu öğrendim.… Türkiye’nin dört bir yanındanlar üstelik. Yani bu bir bölgenin, şehrin, kısıtlı bir çevrenin değil, toplumumuzun ortak bir sorunu, acısı. Bunlar yaşanırken bir kadın yazar olarak yapabileceğim en anlamlı şey bu romanı yazmaktı. Okur da kendini bu kahramanların yerine koyabilirse, onların hikâyelerini kendisi yaşıyor gibi hissedebilirse, onlar da “ben kendi adıma bu büyük sorun için ne yapabilirim” sorusunu sorabilirler. Aslında bu romanın yazılma kararı tam da böyle verildi…
Kitabın yoğun bir sosyolojik altyapısı var. Her bölümde toplumsal bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Bunun için özel bir hazırlık süreci yaptınız mı yoksa bu durum yazarken mi gelişti?
Özel bir araştırma yapmam gerekmedi, çünkü bu anlamda kişilik olarak zaten çok meraklı biriyim. İş yazmaya gelince fark etmeden biriktirdiklerim kendiliğinden ortaya çıkıyor. Biraz da bilerek özel bir çalışmaya girişmedim, çünkü örneğin yaşanmış bir hikâyeyi bire bir anlatmak istemedim, bu yüzden hikâyeler, kahramanlar hem tanıdık hem tümüyle kurmacalar… Ben kahramanlarımı, onların yaşadıklarını hissetmeye çalışarak yazıyorum ve romanda ilerledikçe onlara yönelik empatim daha da çok artıyor. İçimi çok yakan bu hikâyeleri yazarken tüm kahramanlarımla bir oldum, yaşadım, onları daha çok keşfettim ve hikâyeleriyle kavruldum.
Sadece fiziksel değil, psikolojik şiddete uğrayan kadınların yaşadıklarını da okuyoruz. Fiziksel şiddetle ilgili toplumun son zamanlarda belki biraz daha farkında olduğunu düşünürsek, ona karşı koymada ve onu dile getirmede sizce Türkiye ne durumda?
Evet, daha duyarlı, daha farkında, üstelik tepki gösteren, çözüm arayan, destek olan bir güruh var ama buna karşın onlar seslerini duyurmaya çalışırken, onlara yaşatılanlar da bu şiddetin bir parçası oluyor maalesef. En açık örnek şu; 8 Mart Kadınlar Günü’nde kadınların yerlerde sürüklendiği, seslerini duyurmalarına izin verilmediği, dayak yedikleri, gözaltına alındıkları düşünülürse ne durumda olduğumuz çok ortada maalesef. Yine maalesef ki çok düşünmeye, tartmaya gerek kalmıyor durumumuzu anlamak için.
Şehrazat’ın Son Sözleri’nde kadınların yaşadığı şiddetin öncesinde ve sonrasında ailelerin bakış açıları ve toplumsal kabuller vurucu noktaları oluşturuyor. Buradan hareketle şiddeti algılama biçimimizin toplumsal bir tavırdan doğmuş olması fikrine dair neler söylersiniz?
Yani öncelikle babası annesini döven, buna şahit olarak büyüyen bir oğlan için şiddetin rol modelinden öğrenilmiş, gayet içselleştirilmiş bir ‘tavır’ ve hatta HAK olarak görülmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Hele ki anne de bunu kanıksamak zorunda kalmışsa, çocuğun zihninde babanın davranışı, iki kat doğrulanmış olur. Yine oğlan çocuğunun kız çocuğa göre daha “değerli” ya da “makbul” görüldüğü bir ailede, daha çocuk yaşta kızın şiddet görmesi olasılığı artıyor bence, çünkü aradaki sözde “üstünlük” farkı bazen daha gizli saklı bazense açık açık empoze ediliyor. Bir de dikkatimi çeken, çevrelerince hep bir üstünü örtme, olur öyle “şeyler”, her ailede yaşanır -asla gerçek bu değil tabii- gibi birtakım avutma, kadının kendi kendisini kandırmasına vesile olmayı amaçlayan laflarla şiddet geçiştirilmeye, hatta önemsizleştirilmeye çalışılıyor. Mesela bir erkek “Yok ben karımı asla dövmem” dedikten sonra, “iki tokat vurmuşluğum vardır en çok” gibi laflarla saçmalayabiliyor ki toplumun bir kesiminin -bence çok küçük bir kesim de değil- apaçık algısı bu…

Fotoğraf: Can Özer
Kitaptaki kadın kahramanlarla konuşan bir dış ses var. Bu, okuyucu olarak bana çok samimi geldi ve karakterlerle yazar arasındaki bağı hissettirdi. Kurgusal da olsa kahramanların yaşadıklarını aktarmak size neler hissettirdi?
Evet kahramanım Şehrazat, yani romanın yazarı anlatıyor o bölümleri, kendisi uzun zaman kadın araştırmalarında çalışmalarda bulunmuş biri ve ünlü bir yayınevinde editör aynı zamanda kitapta. Ve kadınların yaşadığı şiddete, tecavüze, enseste, katledilmesine artık dayanamayıp yıllardır bir türlü yazamadığı, yarım kalan hikâyelerine kendini adamak, kendince onlara ses vermek istiyor, çünkü yapabildiği bu. Bu yüzden Şehrazat aslında biraz da benim. Ama onlara yaşatmak zorunda kaldıkları içini öyle acıtıyor ki, aslında gerçeğe tepkisi bu aynı zamanda, adeta özür dilemek ya da desteklemek istercesine, tabiri caizse onlarla helalleşmeye girişiyor…
Gündüz kuşağı programları ve sosyal medya da anlatının içinde yer almış. Sosyal medya ve televizyon programları sizce kadını toplumda nasıl bir yere koyuyor? Özellikle gündüz kuşağında gördüklerimizin sosyolojik yansımalarına dair neler söylersiniz?
Evet, bir moda programından bir sahne var kitapta. Mesela sadece bu “kıyafet” programı değil, gelinlerin sözde yarıştığı programlar, yine yemeklerin yarıştırılması, hatta kaynana gelin programları. Aslında hepsi yarışma diye sunulurken içerikte hep birbirini bir sebep uydurarak beğenmeme, aşağılama, kötüleme, sonra bunun karşılıklı tartışmaya dönüşmesi, kavgada söylenmeyecek lafların hâl hatır sorarcasına söylenmesi… Aslında bu kavgalar dışında da her şey dekor gibi, yani bir nevi bir araya gelme sebebi. Bunun sosyolojik yansıması, her an tartışmaya hazır olmak, bencillik, kendinden başka kimsenin yaptığı bir şeyi beğenmemek, pervasızlık, neredeyse gözünün üstünde kaşın var diye kavgaya girişmeye meyletmek olabilir. Çünkü bu çok normal bir durum olarak sunuluyor. Nitekim tüm bu izlenenlerin, baştan sona senaryo olduğunu düşünmek istiyorum.
Kadına şiddet konusunda ülkemizde karanlık bir dönem yaşıyoruz. Sık sık “Eskiden bu kadar şiddet olayı yoktu” deniyor. Sizce gerçekten yok muydu yoksa biz farkında mı değildik?
Bence hep vardı, ama bu kadar gün yüzüne çıkamıyordu. Geçmişte sesini çıkarmak daha zordu bence. Boşanmanın yakın yıllara kadar -hatta bazı yerlerde bu hâlâ böyle- ayıp günah sayıldığı ya da “aman yuvanı dağıtma” laflarıyla kadınların ekonomik özgürlüğü olmadığında mutsuz evliliklerine mahkûm edildiği bir ortamda şiddet gördüğünü söylemek, polise gitmek ne kadar kolaydır ki? Sonuçta kadın karakola gidip şikâyet ettiğinde o adamla hayatını devam ettirmek zorundaysa, bunu nasıl göze alırdı ki? Bugün sığınma evleri, Kades, uzaklaştırma kararları, -asla yeterli değilse de, yeterli olmadığı da her gün aldığımız kadın cinayeti ya da şiddet haberlerinden aşikâr-, bir de kadın dayanışma platformları sayesinde yine de kadınlar daha çok şikayetçi olabiliyor, karşı çıkabiliyor, eskisine oranla daha az siniyor bence. Yani dediğim gibi hep vardı ama bence daha az duyuluyordu. Öyle olmasa “Ya benimsin ya toprağın” lafını ya da “karı koca arasına girilmez” saçmalığını nasıl kendimizi bildik bileli böylesine çok duymuş olabilirdik?
Tiyatro eğitimi almanızdan hareketle kitapta yoğun olarak hissedilen tiyatral anlatım bana “Ne güzel bir tiyatro oyunu olur” diye düşündürdü. Şehrazat’ın Son Sözleri sahnede can bulma fikrini de barındırıyor mu?
Bu gelmemişti açıkçası aklıma. Bence harika bir fikir ve de tiyatroya dediğiniz gibi çok uygun bir metin. Çok güzel bir kadın oyunu olur, bence birileri yapacak bunu diye hissediyorum şimdi.

1987, İstanbul doğumlu. Yaratıcı Drama eğitmenliği yapıyor. Bazıları KalemKahveKlavye, Roka, Lemur gibi mecralarda yayımlanan öyküler, yazılar yazıyor, çizimler yapıyor. Kitapları, kedileri ve bitkileri (özellikle yeşil olanları) çok seviyor. Evli ve altı kedi annesi.