Ben bugün Onurcan’a “Bana yardım et” diye bir mesaj atmayı düşündüm. “Bana yardım et. 40 gün sende kalayım. Beni bir şeylerden uzak tut. Arkadaşımsın, bu boka 10 yıl önce battın, buna mecbursun!”
Bazı geceler kendimi bu küçük evin bir köşesinde oturup bir yere bakarken yakalıyorum. Köşedeki sandalyede oturup halıya bakarken, yere oturup, sırtımı kanepeye yaslayıp karanlık koridora bakarken. Hiçbir şey düşünmeden. Beynimin nefes almak, bakmak ve görmek dışında işe yarayan hiçbir hücresini çalıştırmadan. Bir bakıyorum, bir süredir böyle sessizce bakarak duruyorum. Genelde nikotine ihtiyaç duyduğum bir anda kendime geliyorum. “N’apıyorum lan ben!” oluyorum. Sonra bir sigara sarıp aynı yere geri dönüyorum. Yıllar önce lisede, Onurcan’la ve Erdem’le (Onurcan’dan bahsetmişimdir ama Erdem’den bahsedip bahsetmediğimi hatırlamıyorum) bir akşam oturup içerken ettiğim bir laf geliyor aklıma. “Hiçbir zaman hayatımızla ilgili, geleceğimizle ilgili, kendimizle ilgili karar verebilecek olgunlukta olamayacağız” gibi bir şey demiştim. Tabi şimdi daha düzgün ifade ediyorum kendimi.
Yaşım o zamanlar 17-18 falan. “Şu an yaptığım şeyler gelecekteki ben’in temellerini atıyor, ama şu an, gelecekteki bir ben’in temellerini atmak için yeterince olgun muyum?” gibi sorular soruyordum. O gece geliyor genelde aklıma. 17-18 yaş… Şimdi 25, birkaç aya 26 yaş…
Onur ve Erdem kişinin kendini inşa edebileceğini savunuyorlardı o zaman. Ya da ben öyle anlıyordum. Erdem’in şu lafını hatırlıyorum; “Şu an gelecekteki Erdem’i inşa ediyorum.” Fakat yine de üzülerek 17 yaşındaki kendimi haklı buluyorum savunduğum konuda. Çünkü hayat o kadar steril bir yolculuk değil. Önce eskizini çizip, sonra renklendiremiyorsun. Eskiz ve boya aynı anda dökülüyor beze; sonunda geriye doğru birkaç adım atıp tuvale baktığında, geride çizmek istediğin resme dair ne kaldıysa sen o oluyorsun. Kendine bakıyorsun sonra. Nasıl bir adama dönüştüğüne, nasıl bir insan olduğuna bakıyorsun. Yetmiyor. Yetersiz geliyor. Çünkü aklın her zaman senden daha ileride. Işığın hep sesten önce gelmesi gibi. Yapmak istediklerini düşünüyorsun sonra. Bir kadınla tanışıp hayatımın geri kalanını onunla mı geçirmeliyim, diye düşünüyorsun. Beni şu çatı katından kurtarıp ankastre, gelin başı, püsküllü terlik gibi kelimeleri cümle içinde kullanacak bir kadını mı bekliyorum diye soruyorsun.
Ne istiyorum? Daha çok kadın? Daha çok para? Daha çok alkol, sigara… Ama insan bitebilen bir şey. Ne zamana kadar? Başka bir anı canlanıyor gözümde. “Mert” diye soruyorum o anıda, (Sana Mert’ten defalarca bahsetmiştim) “Ne zamana kadar böyle gidecek abi? Ne zaman biriyle tanışacağım ve ‘tamam, o’ diyeceğim, ‘aradığım kadın bu’. Beni bokun içinden söküp çıkaracak kadın bu. Ne zaman diyeceğim bunu? Hayatım ne zaman “olması gerektiği gibi” bir düzene girecek?” Sonra Mert’in cevabı patlıyor kulağımda. “Hayatın sana borcu yok abi. Hayatın sana iyi bir hayat borcu yok. Hayatın sana mutlu bir hayat borcu yok.”
Sonra senden bahsediyorum biraz. Senle ilgili cümlelerimi “Hayır ama abi, bu saf kötülük. İnsan bu kadar kötü olamaz” diye bitiriyorum. Mert bu sefer kuralları çiğniyor, belden aşağı vuruyor “Sen de kötüsün” diyor, “Sen hiç, birine kötülük yapmadın mı? Birine kendini bok gibi hissettirmedin mi? Birini ağlatmadın mı?” Kendimi öylece oturmuş ve boşluğa bakarken yakaladığım her on gecenin üçü ya da dördünde annemin öldüğünü düşünüyorum.
Şayet annem de ölürse, bu dünyada ne kadar yalnız kalacağımı düşünüyorum. Geriye dönecek bir evi olmalı insanın. Babam affetsin, ama annem ölürse geriye dönecek evim kalmaz gibi hissediyorum. Annemin öldüğünü düşündüğüm her an ağlıyorum. Ben, ortalama bir erkeğe göre daha çok ağlıyorum. Patlayan çocuklara ağladım mesela en son. Sonra sifonu çekip işe gitmek üzere hazırlandım. Bu beni daha az erkek yapar mı? Okan Bayülgen bir keresinde saçını taze boyatıp geldiği bir toplantıda “Erkek yaşlandıkça kadınlaşan bir şey lan” demişti. Ara ara kadınları etkilemek için kullanırım bu lafı. Birkaç sonuç alınmış garantili hikayem daha var hatta.
İlki, kitabın basım sürecinden önce Rock’n’Rolla’da tanıştığım ve bana “Benim de adım Üstüngel” diyen Başar abinin hikayesi mesela. Fix’tir, anlatırım. Sonra mesela “Ben 1 sene Okan’la çalıştım” da kadınlar karşısında kullandığım etkili silahlarımdan biridir. Ve karşımdaki kadın salaksa, birkaç adım sonra bana “Peki roman yazmak nası’ bi’ şey, ben de istiyorum ama toparlayamıyorum, para verdin mi mesela kitabını bastırmak için” gibi sorular sorar. Ve ben o salak sorulara karşı öyle bir oynarım ki Ferhan Şensoy bu performansımı görse kavuğunu bana devreder. Tekrar tekrar, aynı oyun, aynı mimikler, izleyicinin nerede tepki vereceğini bilip beklemeler… O kavuk benim olmalı!!! “Cool story bro” tam değil mi? Değil işte. Yanıldığın nokta bu.
Bunları anlattığım herkes beni Hank Moody sanıyor amına koyayım. Halbuki alakası yok. En azından o pezevengin eski karısı çocuğu, bağlayıcı bir şeyi falan var, öyle düşün. Ki öyle olmasa bile alakası yok. Çünkü ben bir oyuncu değilim. Sıkılıyorum oynamaktan kimi zaman. Sahne benim için ölebileceğim bir alan değil. Naturel Sam’de ölmeye niyetim yok. Bir süre sonra insanlar rahatsız etmeye başlıyor. Nereye varacağını bildiğin konuşmalar, bir sonraki hamlesini tahmin ettiğin bir satranç oyunu gibi… Kazanman garantiyse ne anlamı var ki hamle yapmanın? Ya da böyle bi’ şey işte, afili bi’ laf edeyim dedim. Geri dönelim. Her on gecenin geri kalanının üçü ya da dördünde ise sen geliyorsun aklıma. “Nasıl da olamadık amına koyayım” diyorum. Olsak hani müthiş mi olurdu, hayır. Çok mu eğlenirdik, hayır. İdeal bir çift mi olurduk, hayır. Ama olmuş olurduk. Sen ara ara intihara kalkışırdın, ben seni durdururdum mesela. 27’sinde intihar edecek bir çocuğumuz olurdu belki.
Belki yazmazdım da daha fazla. Böylece senin “Ne cüretle roman yazıyorsun abi!” sorun da havaya karışmış olurdu. Yazmak benim için iyi bir tedavi yöntemi değil. Bunu sana daha önce de söylemiştim. Yazmak beni yalnızlaştıran, mutsuzlaştıran, fiziken ve ruhen bana zarar veren bir süreç. Ama yalnız olmaktan daha iyi. Yarattığın karakterleri konuşturmak, kendi kendine konuşmaktan daha az deliymiş gibi hissettiriyor insana kendini. Yalnız hissetmekten daha iyi hissettiriyor. Ölmektense diyalize mahkum yaşamak gibi. Ben bugün Onurcan’a “Bana yardım et” diye bir mesaj atmayı düşündüm. “Bana yardım et. 40 gün sende kalayım. Beni bir şeylerden uzak tut. Arkadaşımsın, bu boka 10 yıl önce battın, buna mecbursun!” Sonra vazgeçtim. Önce şu kitap bir bitmeli. Sonra belki bir Macbook alırım kendime. Böyle şeyler düşünüyorum son günlerde. Bir Macbook alarak mutlu olabilmek gibi şeyler. Evin yerlerini parke kaplatıp artık parkeleri daha iyi bir evde oturmak gibi şeyler düşünüyorum. 7-8 senedir televizyon sokmadığım evim için Smart TV’lere falan bakıyorum. Sigaramı içer, FOX dizilerine bakar gülerim, her ay başı taksit öderim, hayatım da böylece geçer diyorum. Nasılsa başımızda Acun var.
Ancak kafan güzelken anlayabileceğin formatları ömrü ve parası izin verdiği sürece satın alacaktır. Biz de zaten elin gavurunu çoktan mala bağlatmış ve mala bağlatması el oğlu tarafından garantilenmiş formatları açar açar izleriz. Peki ya O Ses Kürdistan mümkün mü? Ben O Ses Kürdistan’ın hayal edilebildiği bir ülkede yaşamak istiyorum. Seninle O Ses Kürdistan’da yeni sesler keşfedip defalarca dinleyerek yaşlanmak istiyorum. Ben seninle aynı sandıkta HDP’ye oy atabilme ihtimalini sevdim güzelim. Ama sen Yılmaz Erdoğan da sevmiyordun, onu n’apıcaz?
Bu arada hazır ses falan demişken, bunu yazmaya başladığımdan beri fonumda Lera Lynn’den “Bobby, Baby” çalıyor. Defalarca ve defalarca ve defalarca… Neyse, konu çok dağıldı. Bugün sen aklıma geldin ve ben senin yerine başka bir kadına “Ben kötü bir insan mıyım?” diye sordum. Beni bolca geyik biraz da sevişme kadar tanıyan bir kadındı bu. Hoş bir kadındı. Hani şu ömrünü verebileceğin kadınlardan. Kimileri tarafından değeri bilinememiş, değerini bilecek adamlarlaysa belki de hiç tanışamayacak kadınlardan. Seninle hiç sevişmedik mesela, ama beni senin kadar tanıyanı bence yok. Yine de beni senin kadar tanımamasına rağmen bu soruyu senin yerine ona sormam da elbette tesadüf değil. AGD üyesi o da. Acılarını Gizleyenler Derneği! Hani senin de, hani benim de dahil olduğum dernek. Konunun ne olduğunu hatırlayamayacak kadar uzaklaştım. Maksadım geride kaldı. Biraz yavaşlayalım o yüzden, bekleyelim hatta, bekleyelim ki yetişsin.
***
Seni son gördüğümde ağlıyordun. Beni son gördüğünde sinirliydim. Sen bana en son “Gider misin?” dedin. Ben sana en son “Sakın!” dedim. Sonra bir çocuğa yumruk attım. Ve sen 3 gün önce intihara kalkışmıştın –ki bu çok kaba bir hareketti. Bir Hakan Bıçakcı kitabı vardı. Kitap, film isimlerini falan hayatta hatırlayamam. Bana hissettirdiklerini hatırlarım. Neyse işte bir barda çalan müzisyen çocuğun olduğu kitap. Apartman Boşluğu! Onun bi’ yerinde bi’ şey vardı, eleman kız arkadaşından ayrılıyor ve kız giderken arkasından bakıyordu, çünkü hayatının geri kalanında onu son hatırlayacağı kare oydu filan. Hakan Bıçakcı daha taşaklı anlatmıştır tabi bunu da işte hatırladığıma göre bir şeyler uyandırmış olmalı bende. Ben seni en son bir bar taburesinde, yarı ağlamaklı otururken hatırlıyorum. Sen beni en son arkamı dönmüş giderken. Yani demem o ki, kabul, daha iyi bir dünyanın mümkün olmadığını anlayacak kadar büyüdük, ama daha iyi bir veda da mı mümkün değil?
Kadıköy’de Bir Çatı Katı 13.10.2015 / Bir Üstüngel Arı
1990 yılında dünyaya geldi. Dünyaya gelişine hiçbir zaman bir değer atfetmedi. O da hepimiz gibi biraz zaman geçirmek için buradaydı. Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden mezun oldu. Okuduğu önemde Felsefe bölümünde çift-anadal yaptı. İlk romanı Hikâyesi Olan Ölüler 2014’te yayımlandı. Aynı yıl Bana Bi’ Şey Olmaz – HIV Pozitif Öyküler kitabına bir öyküyle katkıda bulundu. Çeşitli televizyon programlarında editörlük ve reklam yazarlığı yaparak hayatta kaldı. Kendisine Ayı, 221B, Karga Mecmua, Kalem Kahve Klavye gibi çeşitli dergilerde yahut Kadıköy sokaklarında rastlamak mümkündür. Rakıya hayır demez. Aslen biracıdır.