Artık yayıncılık, birçoğu okuma kültürüne bile sahip olmayan sermaye sahiplerinin, önce yazarı sonra kitabı popüler yapmayı amaçlayan girişimcilerin, dünyanın ve ülkenin trendine göre kitaplar basan işverenlerin, bin bir heves ve emekle hazırlanmış dosyaları enikonu okumak yerine ahbapçılık yapan editörlerin elinde.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/dosya-elestiri-bugunun-edebiyati-kalemkahveklavye/” target=”blank” background=”#d43839″ size=”5″ icon=”icon: university”]Bu yazı, KalemKahveKlavye’nin “Bugünün Edebiyatı: Değişim mi, Çöküş mü, Geçiş mi?” dosyası kapsamında yayımlandı. DOSYANIN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN[/su_button]
Yirmi otuz yıl öncesine kadar günün edebiyatını konuşacak olsaydık yazarın hayatı ve yayıncılık mekanizması kuşkusuz ki birazdan gireceği kadar girmeyecekti konunun içine. Bugünse edebiyattan söz açmak gerektiğinde konu “edebiyat”a gelemiyor artık. Yayıncılık sektörü, geleneksel ve sosyal medya, ülkenin ve dünyanın politik iklimi gibi daha birçok değişken, bugün okurun doğrudan edebiyata, edebi olana/olması gerekene yani esere ulaşmak istediği yolda birer tümsek. Öyle ki yeni kuşağın okuru, artık bunları birer tümsek olarak da görmüyor, edebiyatın kendisi sanıyor. Yazarın tipinden, kıyafetinden, sosyal medyada yazdıklarından ve yaşantısından konuşmayı edebiyat üzerine konuşmak sanıyor.
Bugünün edebiyatından konuşmak için yola çıktık ama anlaşıldığı üzere bu yazıda da edebiyata gelene kadar onunla aramızdaki tümseklerden konuşmak zorundayız.
Edebiyat konuşacağız. Gelgelelim edebiyatın, döneminden ayrılamaz oluşu ve artık her zamankinden daha da güçlü bir mekanizma olarak yayıncılığın belirleyiciliği, bizi doğrudan edebiyat konuşmaktan alıkoyuyor.
İyi birer okur olmak sadece çok okumakla ilgili değil; hiçbir zaman olmadı, bugünün kitap bolluğunda ise hiç değil. Bugün nitelikli olanı olmayandan ayırabilmek için bize sunulmuş fabrikasyon halini değil, yazarından çıkıp kitaplığımıza gelene kadarki sürecini bilmek durumundayız. Aksi taktirde kitap okumanın birincil işlevi olan “aydınlanma” halinden çok uzakta, son derece gereksiz şeylere en büyük ihtiyacı gibi para döken müşterilerden biri olmamız işten bile değil.
Bugünün yeni yazarını, zamana göre değişen yazarlık beklentilerini, bu beklentiler karşısındaki yazar tavrını ve elbette -asıl konuşmamız gerektiği halde sıranın bir türlü gelmediği- yazarıyla eserinin ilişkisini konuşacağız.
Eh, yeni bir yazar tipi müstakil olarak durmuyor orada. O aslında yeni bir toplumun, yeni bir medeniyetin çocuğu. O aslında kendi handikaplarının farklı örneklerini farklı çevrelerde, farklı şekillerde yaşayan yepyeni bir insan tipinin konumuz edebiyat olduğu için bizi ilgilendiren kısmı.
Dolayısıyla konumuz bugünün edebiyatından bugünün okuruna, insanına ve tabii bugünün medeniyetine geliyor/gelecek ister istemez.
Bugün edebiyat namına bize sunulan şeylere şöyle bir kuşbakışı yapalım: Bulamaç ve sığ içerikli dergiler, bol çeşitlilik sunar gibi görünüp özgün bir dil ortaya koyamayan yeni kitaplar ve yazarlar yığını, kim ne zaman kimin aklına soktuysa yanlış anlaşılmış bir yeraltı edebiyatı tiplemesi, popüler kültürün başka alanlarında –sözgelimi TV’de, gazete köşelerinde, vs- ünlü olup bir de kitap yazsa da birkaç bin satsak diye kitabı basılmış isimler, okumadan önce yazmaya çalışan gençlerin yeni dijital ortamı Wattpad’de takipçi sayılarına göre yayınevlerine devşirilen genç yazarlar, Rock star veya devrimci lider olamayacağını anlayınca edebiyatta şansını deneyen minyatür Palahniuk’lar, maskot Bukowski’ler, kitabını yayımladığı yeni yazara lütfeder gibi davranan, gereğince tanıtımını yapmaktan aciz, içi geçmiş yayınevleri ve editörleri, “edebiyat yapılacaksa onu da biz yaparız” tavrıyla beş kuşaktır edebiyat adına hiçbir şey yapmadan yerlerinde duran papyonlu amcalar, sahte edebiyat ekolleri, kendi çalıp kendi oynamak isterken edebiyatın altını oyan yarışma jürileri, eski lobiler, yeni lobicikler…
Daha detaylı konuşmaya başlayalım artık.
Yazarın Hayatı da Edebiyata Dahil midir?
Yerli edebiyatın üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Teşhircilik hayaleti…
Yazarların hayatı eserlerinin önüne bugün hiç olmadığı kadar geçmiş durumda. Sosyal medya yazarın yazma disiplinini, kendiyle kalma lüksünü ve gerekliliğini nasıl etkiledi tartışılır; ama yazar ve okur ilişkisini, dolayısıyla okurun yazara bakışını değiştirdiği muhakkak…
Yazarın hayatı bize ne verir? Mesela eserlerini hangi koşullarda, hangi deneyimlerden sonra yazdığını verir. İç dünyasını, bilinçaltını yansıttığı yazılarına nelerin kaynaklık ettiğini biliriz. İsmet Özel’in şiirinde, şairin dünya görüşünün değişimlerini görebiliriz örneğin veya Hemingway’in romanları, onun savaş deneyimlerini bildiğimizde bir derece daha anlam kazanır…gibi. Fakat gerçek şu ki hemen hiçbir büyük yazar, hayatını -ama doğrudan ve sadece hayatını- bir magazin, bir gizem malzemesi gibi gözler önüne sermek istememiştir. Hayatından süzülen duyguları ve fikirleri yazmıştır, kimi zaman gerçek anıları da işin içine girmiştir elbet fakat bugünkü anlamda bir teşhircilik, bu teşhirciliğin araçtan ziyade amaç haline gelişi edebiyat tarihinde bulunabilecek birkaç nadir örnek dışında olmasa gerek.
Bugün ise kişiler, eserlerinin önüne geçti. Yazarı günün hemen her vaktinde sosyal medya üzerinden naklen izleyebiliyoruz. İşyerindeyken, arkadaşlarıyla birlikteyken, evindeyken, yiyip içerken, intihar etmeyi düşünürken, mutluluktan ölürken, yazmadan hemen önce, yazarken ve yazdıktan sonra… kısacası yazarın hayatı “YAZARIN hayatı” olarak o kadar karşımızda ki bu manzarada eseri görmek, eserine kafa yormak zor hatta belki de gereksiz hale geldi.
Herhangi bir sosyal medya kullanıcısının kendi hayatını paylaşmasında, istediği gibi teşhir etmesinde sakınca yok elbet. “YAZAR” rolünü giyip edebiyat namına bir şey yapmaksızın, niteliği bir yana bırakalım, nicelikçe bile dişe dokunur sayıda ürün çıkarmaksızın sosyal medyada “YAZAR” rolünü oynamadığı sürece tabii. Yanlış bilmiyorsak yazarın işi yazmaktır zira.
Ve elbette yazarın da hayatını yazmasında/paylaşmasında sakınca yok. Fakat -edebiyat konuştuğumuza göre, veya tersten söyleyelim, magazin konuşmadığımıza göre- bir yazar ister hayatını, isterse haftalık alışveriş listesini yazsın, kendisinden bir edebi derinlik; sözgelimi bir kurgu gücü, bir zeka parıltısı, bir dil kıvraklığı beklemek de okur olarak en doğal hakkımız olsa gerek.
Biyografik roman yazmak son on-yirmi yılın yerli yazarlarında bir salgın hastalık gibi… En önemli, en acı, en hüzünlü şeyleri kendisinin yaşadığını düşünen ve herkesin öyle düşünmesini isteyen yazar, aşk acılarından aile travmalarına, dibe vurduğu anlardan seks hayatına kadar her şeyi yazarak herkesin onu önemsemesini istiyor. Yazdıklarının ve paylaştıklarının satır aralarında şunu duyuyoruz: “Ben, ben, ben!” Yazarlık payesini ve unvanını gözümüze sokmaktan çoğu zaman kaçınmayan yazardan, tüm bu “ben” çığlıklarına rağmen nitelikli, özgün bir eser göremiyoruz.
Yazarımız; içi oyulmuş kadim öğretilerden uyarlanan yeni çağ zırvalarıyla benliğini ayaklar altına almayı savunan bir modern sufi gibi de yazsa veya egosunu yok sayma iddiasıyla ‘kusar gibi yazan’ bir yeraltı edebiyatçısı gibi de davransa, kendini sunuşundaki o “Ben” nidasını bağır çağır duyuyoruz. Artık herkes bir anti kahraman! Artık herkes başarısızlıklarından, tutunamayışından, kaybedişinden onur duyar, bundan bir karizma, bir gizem çıkarır durumda. Ali Şimşek’in her fırsatta dile getirdiğim “onurlandırılmış güçsüzlük” tabiri çok güzel özetliyor bunu.
Bu benlik pazarlaması öyle bir yere varıyor ki okurlar kitaptan değil yazardan haberdar oluyor önce. Sosyal medyada ne kadar farklı bir profil çizerse kitabını merak edenlerin sayısı da o kadar artıyor. Yazar önce kendini, sonra kitabını pazarlıyor.
Geçmişten Bir Kare
2000’lerin başında birkaç yıl çıkan ve bugünkü malum dergilerle aynı kefeye koyamayacağım bir dergi olan Kaçak Yayın’ın 2005 Ocak sayısında, önceki yılın değerlendirildiği bir editörler masası kurulmuş. Cem Erciyes, Adnan Özer, Aslan Özdemir, Zeki Coşkun, Ömer Türkeş gibi isimler var masada. O sohbetten bir alıntı, olayın ne zaman, nasıl başladığını gösteriyor:
“Zeki Coşkun: Ya da işte biyografiler, ne kadar gerçek olduğu da belli olmayan, anasının hikâyesi, dedesinin hikâyesi. Özel hayatların bu kadar deşifre edildiği bir tarihi biz ilk defa görüyoruz. Şimdi hep beraber bir hatırlayın, eski kitaplara baktığınızda kaç kitapta yazarların hayat hikayelerini görüyorsunuz? Mesela Orhan Kemal’in hayat hikâyesini Varlık’ta çıkan herhangi bir kitapta bulmak mümkün mü?
Ömer Türkeş: Tam tersine, onlar saklamaya çalışırlardı…
Zeki Coşkun: Bugünse insanlar o hayat hikâyesi bölümüne ilginçlik düşünüyorlar. İlginç CV’ler yazıyorlar, ilginçler CV’ler tutuyor, slogan isimler tutuyor. Kitabına önce isim düşünüyor. İsim düşünüyor ki vursun, demek ki biz edebiyat dışındaki bir meseleyi konuşmaya başlıyoruz.” (Kaçak Yayın, Sayı 21, Ocak 2005)
Aradan geçen on iki yıldan sonra insan ister istemez “Buna mı şaşırmışlar?” diyor. Zamanın cebinde çok kısa bir zaman ama baş döndürücü bir değişimden bahsediyoruz. Yayıncılık dünyasının en deneyimli editörlerinin buluştuğu masada, yazarlarla özel hayatlarının birlikte anılması bir şaşkınlık konusu olmuş. Bugünse ne kadar kabul edilebilir oldu…
Kitabının adına sosyal medyada okuyucuyla birlikte karar veren, “yeni bir kitap yazıyorum, bu sefer yeraltı edebiyatı deneyeceğim” diye eserden önce deklarasyon veren, sarma sigarasını jiletlenmiş göğsüne aksesuar yaptığı fotoğrafını gururla paylaşan çok satan yazarların devri bu. Eski tüfek editörlerin bile yakalayamadığı bir hızla gelen bu devir umarız geldiği hızla gider, demekten başka yapacak bir şey var mı, emin değilim.
Yayıncılık Sektörünün Yayıncıların Elinden Düşüşü
Burada bir not düşmek isterim: Dünle bugünü kıyaslarken dünün kusursuz olduğunu, bugünden çok marjinal farklarla ayrıldığını söylüyor değilim. Nostalji yapma niyetim yok. Eskinin handikaplarının bugün nelere, ne boyutlarda yol açtığını konuşuyoruz aslında. Yani bu yazı, bir bakıma eskinin de eleştirisi…
Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim bir konu var, pembe gözlüklü okurlar için tekrar çizeyim: Yayınevleri, önünde sonunda kâr amaçlayan birer ticarethanedirler. Elbette kitapları hayatı haline getirmiş idealist, iyi niyetli yayıncılar da vardır bu sektörde –ki onlar da var olmak için satmak zorundadırlar- ama bugün gelinen noktada hegemonya, kâr elde etmek için yola çıkan yeni nesil yayıncılarla dolu. Eskinin yayıncıları, yayıncılık mesleğini dergicilikten, gazetecilikten, hiç değilse matbaacılıktan öğrenen kişilerdi çoğunlukla. Her şeyden önemlisi “okuyan” kişilerdi. Bugün ise yayıncılık dünyası artık gerçek anlamdaki yayıncıların elinden düş(ürül)müş durumda.
Artık yayıncılık, birçoğu okuma kültürüne bile sahip olmayan sermaye sahiplerinin, önce yazarı sonra kitabı popüler yapmayı amaçlayan girişimcilerin, dünyanın ve ülkenin trendine göre kitaplar basan işverenlerin, bin bir heves ve emekle hazırlanmış dosyaları enikonu okumak yerine ahbapçılık yapan editörlerin elinde.
Elbette eski ve yeni yayıncıları keskin hatlarla ayırmak hatasına düşmeyeceğim. Uzun yıllardır yayıncı olmasına rağmen iki paragraf önce bahsettiklerimi yapanların sayısı da hiç az değil. Türkiye’nin o malum en büyük yayınevinin genel yayın yönetmeninin sohbet esnasında “Ya bize bir kitap yazsana,” dediği sözde yazarın kitabını eleştirdiğimiz için kendisinden hakaret ve kibir dolu bir mail alalı henüz iki ay olmadı. Burada dikkati maile değil “Bize kitap yazsana” mantığına çekmek istiyorum. Öte tarafta genel yayın yönetmeninin “çok satmaktan” başka hiçbir şeyiyle övünmediği güya edebiyat dergisinin de kadrosunu, eşe dosta “Bize yazsana” diye oluşturduğunu biliyoruz.
Bunda ne sakınca olduğunu sorabilirsiniz. Sakınca, Türkiye’deki her kademede, her kadroda olan liyakat sorunudur bir bakıma. Çünkü liyakatsiz, sadece eşi dostu ve parası olanlar yayıncı olunca sosyal medyada başıboş gezen sözü Aşık Veysel’e yamar, dünyaya mal olmuş bir yazarın sözünü intihal yapan yazarınızın farkında olmaz, toplum hassasiyetleri yüzünden cahilane eleştirilere maruz kalan şairinizi korumak yerine dergiyi kapatırsınız… Hepsi son bir iki yılın olayları bunlar, örnekler çoğaltılabilir…
Malumu ilama, konuşulanı tekrar konuşmaya gerek yok. Edebiyat bir yana hayatlarımızın bile endüstrileştiği bu yüzyılda, gelmekte olanı gördüğü halde yüksek ağızdan edebiyat yapagelen, edebiyatı belli bir sosyoekonomik topluluğun anlayıp tüketebileceği bir sanat gibi gören, yayıncılığın bu kadar kalabalık olmadığı zamanlarda borusunu öttürüp lobicilik yapan eski yayıncıların ve yazarların masum olmadığını da üzerine basa basa ekleyip geçelim.
Makro Lobilerden Mikro Lobilere, Ahbapçılık Sektörü
Doksanlı yılların kimi yazarlarının her fırsatta eleştirdiği, vaktiyle özellikle Cezmi Ersöz ve Nihat Genç gibi isimlerin Leman grubu yayınlarında doğrudan dillendirdikleri “edebiyat lobisi” konusunu bugün kaç kişi hatırlar bilemiyorum. Sosyal medyanın olmadığı bir zamanda kimi sermaye ve güç sahiplerinin oluşturduğu büyük ve kalabalık lobilerin, istedikleri yazarlara istedikleri yayınlarda istedikleri gibi yazdırma gücüne sahip olduğu o dönemin kayıtlarını muhtelif eski dergilerde bulabilirsiniz.
Lobicilik yeni değil, kaldı ki o dönemin lobicilerinin hepsi de bugünkü piyasadan silinmiş değil. Halen borularını öttürdükleri ana akım yayınları, kendi kendilerine verdikleri edebiyat ödülleri var. Edebiyat ödüllerinde işleyen çirkin mekanizmayı tüm hatlarıyla anlatan ve buna “Yeni Sinsiyet” adını veren Zafer Yalçınpınar’ın ilgili yazılarını hem bu dosyada hem evvel.org’da okuyabilirsiniz.
Peki bugün ne değişti? Bugün sosyal medyanın varlığı ve dergiciliğin belli başlı çok satma kriterlerine dikkat edilerek yapıldığında “iyi kötü satıyoruz”dan “çok satıyoruz” aralığına kadar “para” vadetmesi sayesinde –veya vadetmesi yüzünden- herkes kendi küçük köşesinde kendi lobiciğini kuruyor.
Yayıncılıkta alaylı veya mektepli (yayıncılığın mektebi tam anlamıyla var sayılmaz ama ilgili bölümleri kastediyorum) birkaç kişi, bir şekilde çok satmış yazarlarla bir araya geliyor, e para da bir şekilde bulunuyor -artık hiç değilse bar sponsorluğunda bile dergi yapılıyor, malum- ve lobicik için gerekli koşul sağlanıyor. Artık dergi batana veya bir skandala karışana kadar borudoludizgin öttürülebilir, herkes kendi köşesinde kendi edebiyat anlayışını dikte edebilir, birkaç sene öncesine kadar kimsenin tanımadığı isimler kurdukları ahbapçılık veya başka birtakım ilişkiler ağı sayesinde söyleşi turnelerine çıkıp yazarcılık, editörcülük, yayıncılık oynayabilir.
Artık herkesin kendi lobiciği var. Trajik olan şudur ki bugünün lobiciklerinin bayrak taşıyanları, geçmişten beri varolagelen hegemonik lobileri en çok eleştirenlerdir. Ama güç kendilerinde olduğu sürece -veya güce de gerek yok- saf okurlar onları alkışladığı, sosyal medyada laykladığı sürece ahbapçılık o kadar da kötü bir şey değildir onlar için.
Yayınevleri ve Yazarlar
Yayınevlerinin sermaye ve dağıtım gücüne göre sınıflandırılması mümkün. Burada uzun uzun girip konudan çıkmayalım. Yayınevi mekanizmasını daha detaylı görmek isteyenler, Fanzin Apartmanı’ndan Efe Elmastaş’ın hazırladığı “Yayınevi Rüyası” metnin PDF’ini KalemKahveKlavye.com’da bulabilirler; önerilir…
Yukarıdaki “ticarethane” ifadesinden hareketle yayınevlerini yazarların işvereni gibi görme yanılgısına düşmeyelim. Bu yanılgıya yazarlar ve daha da önemlisi yayınevlerinin düştüğü oluyor çünkü. Mantık itibariyle olayın özeti şudur: Bir yazar, yazdığı esere güvenir. Bir yayınevi de bu esere edebi ve ticari anlamda güvenir ve bir sözleşme imzalanır. Burada “değer” önce eser, sonra yazardır. Eser öncedir, çünkü iyi olduğu konusunda iki taraf da anlaşmıştır, ikinci ve sonraki “iyi eserler” gelene kadar eser, yazardan daha güvenilirdir. İki taraflı bir anlaşma olduğu için, özellikle de henüz ilk kitabını bitirmiş bir yazarın yayınevine ve yayınevinin de yazara “lütfediyor” gibi davranması bugünün yayıncılığının kanayan bir yarası.
Tavuk-yumurta ilişkisi gibi bu konu. Bir an önce ünlü olmak, çok satan olmak, “zıplamak” isteyen yeni yazarın burnu büyüklüğü karşısındaki editöre ve yayınevine mi üzülelim, sermaye sahibi ve karar mercii olduğu için yayınevinin kendisine mecbur gördüğü yazara mı? Profesyonel ve küresel normlarla işleyen bir yayıncılık mekanizması olmadığı, dolayısıyla tüm bu eleştirilere yol açan malum şartlar yüzünden nitelikli edebiyat ortamının oluşmadığı ülkenin okurları olarak kendimize mi üzülelim? Yoksa birini alıp ötekine mi vuralım?
Yayımlanacak kitabın ölçütleri de bir yayınevinden diğerine değişiyor. Bir yanda “kısa süreli, uzun ömürlü fark etmez”cesine şöhret avına çıkan yayıncılar, diğer yanda “sade olsun, gösterişsiz olsun, naif edebiyat olsun” veya tam tersi “çok sert olsun, kusar gibi yazsın (şimdi moda kusmak ya)” deyip yeni bir dil, yeni bir ses bulma heyecanından yoksun yayıncılar derken bir yere varılamıyor.
Kitapları, dönemin rüzgârına göre belirleyen, eh, kitap belirlenince de “Bunu kim yazar hemencecik?” diye muhtemelen yetersiz bir ürünle sonuçlanacak yazar arayışına çıkan yayınevleri de sürümden kazanmaya devam ediyor. Gezi zamanı Gezici, 15 Temmuz zamanı bu memleket bizim’ci, Mevlana moda olunca mutasavvıf, kuantum moda olunca yaşam koçu kesilen bu yayınevleri, yazarların özel hayatlarıyla reklam yapma şansını yakalayamadığı zamanlarda da “reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyerek kontrol dışı/içi çıkan özel hayat skandallarını da kullanabiliyorlar.
Ne Haber Edebiyattan?
Başta belirttiğim gibi, şu ana kadar konuşmamız gerekenlerin hiçbiri aslında “edebiyat” sohbetinin konusu değil. Ve maalesef edebiyat konuşamıyoruz. Hem edebiyat konuşabilecek teorik bilgiye ve okuma deneyimine sahip nitelikli okurları yetiştiremedik, hem de ortada konuşulacak hacimde bir “edebiyat” olup olmadığına da tek başıma karar verecek durumda olmamakla birlikte bunu, yayın dünyasının şurasında burasında yer alan isimlerin, aktif okurların yer aldığı bir mecrada tartışabilmenin özlemi içerisindeyim.
Dergiler konusunu tekrar tekrar açmayacağım zaten, “Bir Yayıncılık ve Dergicilik Eleştirisi: Okur Olmak veya Müşteri Olmak” yazımı okuyabilirsiniz.
Kitaplarda ise yukarıda bahsettiğim gibi; OkumayanYazarlar, YeraltınıBilmeyenYeraltıcılar, RockYıldızıYazarlar, RomantikDevrimciYazarlar, SokağınNabzınıTutuyorcular, MemlekettenİnsanManzaracıları, GünümüzİnsanınınGünlükHalcileri… gibilerin hegemonyası var. Hepsi bir diğerinin ve bizden öncekilerin başarısız bir tekrarı olarak duruyorlar orada.
Peki yerli edebiyat son dönemde hiç mi kaydadeğer isimler çıkarmadı? Bitirirken bunlardan da konuşmak gerekli elbet. Bireysel okuma zevkim özelinde değil genel ve genişletilmeye muhtaç bir liste çıkarabilirim.
Barış Bıçakçı, Şule Gürbüz, Aslı Akarsakarya gibi isimler, özellikle popüler olmaktan, göz önünde durmaktan kaçınmalarıyla takdire şayan olmakla birlikte yarattıkları özgün dil itibariyle de muhakkak yarına kalacak isimler arasında. Dil demişken artık son döneme sığmayacak kadar uzun süredir var olan Hasan Ali Toptaş’ın tüm nitelik unsurlarının yanına özgün bir dil koyuşunu söylemek gerek. Çok uzun zamandır yazmasına rağmen yeni yeni tanınmaya başlanan ve bunda, yeni yayınevi olan April’in verdiği değeri yadsıyamayacağımız Sezgin Kaymaz’ı; dili, kurgusu, kadim gizemlere olan hakimiyetini eserlerine yedirişi itibariyle İhsan Oktay Anar’ı, EkşiSözlük’te hakkımdaki bir yorumda “Hakan Günday’ın özel kalemi olduğunu düşündüren” ifadesi kullanılsa da söylemeden geçmeyeceğim Hakan Günday’ı da saymalıyım.
Dünyada yükselen polisiye dalgasına karşılık bizim de çok satan bir polisiye yazarımızın olması son derece önemli. Her ne kadar özellikle tarihi romanlarında trend konuları takip etmek adına tavsayan eserleri/bölümleri olsa da Ahmet Ümit’in polisiyeye ve edebiyata katkısı yok sayılamaz.
Henüz ilk öykü kitabını yayımlamasına rağmen bundan sonrası için ümit veren, atmosfer yaratma ve kurgu gücüyle Ömür İklim Demir, korku-gerilim yazsa da tek bir türe sığmayacağı belli olan Galip Dursun da adlarından bahsedilmeyi hak ediyorlar.
Bu sitede/dosyada bazılarının röportajları/yazıları olan Müslüm Çizmeci, Şenol Erdoğan, Uluer Oksal Tiryaki, Emre Varışlı, Onur Sakarya gibi niteliksiz çoğunluğu takip edenlerin gözden kaçırdığı isimleri saymak boynumun borcudur.
Alternatif Türlerin Oyun Değiştirici Gücü
Bitirmeden önce son bir başlıkta bu zamana dek gerek dünyada, gerek bizde “alternatif” hatta kimisi “edebiyat dışı” olarak görülmüş bilimkurgu, polisiye, korku, fantastik gibi türlerin bugünün şartlarında oyun değiştirici güce sahip olduğunu düşünmüyor değilim.
Buna en büyük kanıtım da başta, zamanenin en güçlü kültür-sanat ürünleri sayılabilecek diziler ve filmler olmak üzere bunların ezici çoğunluğuna ilham veren kitaplara olan ilgi olacaktır. Sherlock’tan Game of Thrones’a, Amerikan Tanrıları’ndan Marvel/DC yapımlarına dek uzayıp gidecek bir liste var karşımızda. Hiç kuşkusuz bugünün yerli edebiyatında da ihtiyacımız olan dil yeniliği, zeka parlaklığı, kurgu gücü ve konu özgünlüğü açısından bu alternatif türlerin heyecan verici bir potansiyeli olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda bahsedilen kuraklıktan sıkılanlar varsa kendilerine bir süre için yerli kalemlerden çıkmış polisiye, bilimkurgu, fantastik, korku ve gerilim ürünlerini okumalarını öneririm. Muhtemelen hak vereceklerdir bana.
Bitirirken…
Kalıcı olmak çok mu önemlidir, gerçekten kalıcı olmaya mı oynamak gerek, insanı yazmaya/üretmeye iten dürtü kalıcı olma merakı mı yoksa günü kurtarması beklenen ego okşanması mıdır bilinmez.
Kurgu adına iyi şeyler üretmeye çalışan bir “yazar” adayı olarak bütün samimiyetimle yazmaktan anladığım en önemli şeyin “eserle yazar arasına hiçbir şeyin/hiç kimsenin sokulmaması” gerektiği. Yukarıda eleştirdiğim yazarlarda maalesef kendileriyle yazıları arasına sosyal medya takipçilerini, okurları, editörleri sokmak gibi bir yanlış var.
Her önemli yazarın verdiği yazma önerilerinde değişmeyen iki kural var aslında, çok zor değil: Bir-yazar çok okumalı, iki-çok ve disiplinle yazmalı. Bugün ilham yanılgısının ve özenti hezeyanların tuzağına düşmüş yazarlarının bu iki tavsiyeyi kulaklarına küpe etmeleri gerek her şeyden önce…
Mesele yarına kalmak da olsa, ego okşatmak veya salt iyi eserler bırakmak da olsa; eseriyle kendi arasına kimseyi sokmayan, yazmak için yazan, Fecr-i Âticilerin deyimiyle sanatın “şahsi ve muhterem” olduğuna inanan, kalemini nasıl geliştireceğini, nasıl daha iyi bir yazar ve okur olacağını düşünerek bunu mesaiye dökenler başaracak bunu. Hep öyle olmuştur çünkü.
[su_divider]
Manşet Görseli: John Holocraft
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
Edebiyatın laçkalaştığına ve çeteleştiğine katılıyorum. Fakat geçmişteki önemli yazarlar bugün yaşasalardı, ne yaparlardı acaba? Geçmişi bugünün şartlarıyla değerlendirmek olaya sadece bir yönüyle bakmak olur. İnsanlar neden yazarlar? Bence en önemli psikolojik etken egolarıdır. Günümüzdeki sosyal medya da egoları perçinlemek için en uygun alanlar. Örneğin Hemingway yaşasaydı, twiteri ve facebooku nasıl kullanırdı? Bütün bu olayları günümüz yazarlarının çoğunun kalitesizliğine bağlamak da doğru bir yaklaşım değil bence… Aslında yazmayacaktım ama yorum kısmındaki “İçine atıyorsun, atma!” kısmı sevimli geldi.
E iyi ettiniz, atmayın tabii 🙂 Sorunuz bir yandan haklı, bir yandan da şahıslara indirgemediğimi, aksine, yazının başında “bugünün medeniyetinin tiplemesi”nden bahsettiğimi söylemek durumundayım. Hemingway v.b., bugünden bakınca yazar olarak sıkı isimlerdir belki ama bugün yaşasalardı çok matah şeyler yaparlardı, gibi bir savunmam yok, hatta buna karşı çıkarım, çıktım da yazıda. Bu yazı aslında bugünün medeniyetinin, özelde edebiyatının bir eleştirisi. Emrah Serbes’in boks tweet’ini gördüğümde aklıma hemen Hemingway’in ayna karşısında yarı çıplak ve boks eldivenli fotoğrafı gelmişti örneğin. 🙂 Yani dünü bugünden daha iyi görmek değil mesele, yorumunuzda bahsettiğiniz gibi, yok edilemeyecek bir itki olan egoyu kontrollü ve üretken bir yere kanalize etmek… Teşekkürler yorumunuz için.) (Koray Sarıdoğan)
Meselenin geçmişi bugünden iyi değerlendirmek olduğunu da ben iddia etmedim. Aslında bu örneği vererek internetin etkisindeki günümüzü doğru değerlendirmeliyiz ve geleceğin edebiyatını hayal etmeliyiz diye vermiştim. Fakat anlatamamışım demek ki. İlerde yazarlar canlı canlı metinlerinin yazacak. Hatta yazmayacak bilinçlerinden çıkan hayalleri internet ortamında paylaşacak. Yayınevleri tarih olacak…
Hatice Hanım,
Bir metni ne amaçla okursanız düşünceleriniz o yönde gelişir. Siz bu metni nasıl ve niçin okudunuz bilmem ama burada her şey gayet açık anlatılmış. Ahmet Mithat Efendi’yi neredeyse anımsatacak bilgiler bile verilmiş satır arası. Bununla birlikte salt karşı çıkmak için yazdığınız bu yorum olgunlaşmamış düşünce yığınıdır sadece.
Saygılar.
Dedikleriniz önemli, ama hep belli profilde yazarların kitapları yayınlanırsa edebiyat nasıl gelişecek? Günümüzde hangi genç yazarın biyografisini okusam mutlaka ya gazeteci, reklamcı, ailesi zengin, dedesi milletvekili, babası da yazar, ya da sinemacı, annesi tiyatrocu vb. Anadolu’nun dört bir yanında hem de çok iyi öyküler, romanlar yazan öğretmen, muhasebeci, mühendis vb. insanların kitapları yayınlanmıyor? Ailesi köy kökenli yazarlar neden göremiyoruz? Parlatılan yazarların memleketleri bile hep belli memleketler. Böyle mi edebiyat gelişecek?