Kurucusu olduğu DDI Akademi başta olmak üzere çeşitli platformlarda felsefeye, edebiyata, sinemaya dair seminerler gerçekleştiren, çeşitli türlerde yazılar kaleme alan Dağhan Dönmez’in yeni kitabı Nietzsche ile Akşam Yemeği Destek Yayınları‘ndan çıktı. Dağhan Dönmez’le hem kitabını hem de kitapta anlatılanların bugünkü yaşantımıza izdüşümlerini konuştuk.
“Nietzsche Özellikle Bu Çağın Krizlerini Anlamak İçin Önemli Bir Figür”
Dağhan Bey, kitabınızı tebrik ederek başlamak isterim. Güzel olduğu kadar uygulaması zor da bir fikrin ürünü Nietzsche ile Akşam Yemeği. Nasıl oluştu böyle bir kitap yazma fikri?
Sanıyorum ilkin kitabın isminin nasıl doğduğunu açıklamak gerek. Yaklaşık iki yıldır Nietzsche üzerine yaptığım seminerlerin adıydı “Nietzsche ile Akşam Yemeği.” Filozofla aynı masada oturup dostane bir sohbete koyulma hayalinden türemişti isim. Neden sonra, kitap fikri hayale eşlik etmeye başladı. Yayınevinden böyle bir teklif gelince de, oturup yazmaktan başka seçenek kalmadı.
Yazım sürecinizde izlediğiniz bir metot var mıydı? Yoksa doğaçlama mı ilerlediniz?
Çekmecemde, verdiğim Nietzsche derslerine dair onlarca sayfa not birikmişti. Bunları hâle yola koymanın yeterli olacağını düşündüm önceleri. Fakat kazın ayağı öyle olmadı. Oturup yeni bir biçim, yeni bir söyleyiş tarzı geliştirmek gerekiyordu. Zorlayan kısmı burası oldu. Sonunda, Antik Yunan diyaloglarını da andıran, -zannediyorum ki- özgün bir şey çıktı ortaya.
Nietzsche ile Akşam Yemeği’ni yazmanızda hangi amaç ağır basıyor: Bu çağı Nietzsche’ye anlatmak mı yoksa Nietzsche’nin bakış açısıyla çağı yorumlamak mı?
İkisini de içine alan döngüsel bir süreç diyebiliriz. Bir aporia yaratmaktı amacım. Basitleştirerek söylersem, yaşama ve içinde bulunduğumuz çağa dair düşünceleri olan iki fikir insanını buluşturup samimi bir konuşma düzlemi oluşturmak. Ve nihayetinde, böylesi bir sohbete okuru da dahil etmek!
Nietzsche’nin bize önerdiği Dionysosçu yaşama, yani hınçtan, sevgisizlikten uzak, coşku dolu bir yaşama ulaşmak çağımız insanı için ne ölçüde mümkün?
Çağın insanının derin bir manipülasyona maruz kaldığı düşüncesindeyim. Yaşamla ve yaşamın yarattığı duygulanımlarla sahici bir ilişki kuramıyoruz. Aşk, başarı, mutluluk ve hatta özgürlük gibi kavramlar, tasarımsal olarak çıkıyor karşımıza. “Şunları yaparsan mutlu olursun, şu durumlar üzüntü verir, şu hallerde özgürleşirsin.” Kişinin, yaşamın iplerini eline aldığı bir süreç değil bu.
Onaylanma ve diğerinin yargısına hitap etme eğilimindeyiz diğer deyişle. Gorki, bu durumu küçük burjuva ahlâkı olarak tanımlıyordu. Şimdilerde ise aynı duruma, rating ahlâkı demeyi öneriyorum. Çıtanın yetkinlikle değil, çoğunluğu peşinden sürükleme gücü/takipçi sayısı/kişisel ağlar, bağlantılar üzerinden belirlendiği bir zemindeyiz. Yaşamın ticarileşmesi de diyebiliriz buna. Yapıp ettiklerimiz, like alırsa makbul oluyor. Dolayısıyla eylemlerimiz, alıcısını bekleyen ürünlere dönüşüyor. Neoliberalizmin, iyiden iyiye kitleselleşmesinin sonucunu yaşadığımız düşüncesindeyim.
Böyle olunca da, yaşamla ve kendimizle sevgi/coşkunluk dolu bir ilişki kurmamız zorlaşıyor. Marx’ın müthiş bir öngörüsü olarak görürüm yabancılaşmayı. Yaptığımız eylemleri neden yaptığımızı bilmeme hâli. Çalışıyoruz, hedefler koyuyoruz, ilişkiler kuruyoruz fakat pek çoğunda kişinin kendi seçimleri yok. Eylemine yabancılaşan kişi, nihayetinde kendine ve yaşama yabancılaşıyor. Fikrimce sevebilmek için, önce sorumluluk üstlenme ve seçim yapabilme cesaretini edinmemiz gerekiyor. Yani Aytmatov haklıydı: Sevgi emektir!
Çağımızda insanın makineleştiğinden bahsediyorsunuz kitapta. Sizce insanlık nasıl bu hale geldi?
İnsan ile ilgili en kuşatıcı tanımlardan birini, -fikrimce- Edgar Morin yapar; Homo Demens der. Yani yarı akıllı, yarı deli varlık. Akıl bizi yaşamda tutan, uyumlanmayı sağlayan yetkinliktir. Delilik ise, yaşama yeni mecralar açmamızı, toplumsal faydanın zıttına hareket etmemizi sağlayandır. Bulunduğumuz yaşamsal daireyi ancak delilikle aşarız. Akıl ile delilik arasındaki ilişkiyi Don Kişot ile Sancho Panza arasındaki ilişkiye benzetirim. Nasıl bu hale gedik veya ne hale geldik elbette tartışma konusu ancak şu var ki, iki kavramı doğru sentezleyebilme hassasiyetiyle istikamet bulabiliriz. Umut daima var.
Kitapta günümüz insanının kaygılarından, içine düştüğü çıkmazlardan, bugünü kaçırma telaşından sıkça bahsediyorsunuz. Peki sizce tüm bunların içerisinde felsefe, insana nasıl bir fayda sağlayabilir?
Felsefeden doğrudan fayda beklemenin gerçekçi bir tutum olduğunu düşünmüyorum. Şimdilerde modern insanın terapi ihtiyacına hatta zaafiyetine yönelik “felsefe terapisi” gibi başlıklara rastlıyorum. Felsefeyle uğraşmak terapi etkisi yaratabilir ancak felsefenin yola çıkış amacı bu değildir. Aksine çoğu zaman felsefe, sizi tedavi etmek yerine arızalandırır. Konfor alanından çıkmak dizgenin bozulmasıyla, kısa devreyle, arızalanmayla mümkündür. Sorunuzun yanıtına dönersem, felsefenin yaratacağı doğrudan değil ama dolaylı fayda, -fikrimce- bu arızalanmayı yaratmak olacaktır.
Kitapta, insanın mutluluğun peşinde koşması gibi başarı odaklı yaşanması da mercek altına alınıyor. Sizin geçmiş zamanda hayatınızı bambaşka bir rotaya çevirdiğinizi ve kariyer değiştirdiğinizi biliyorum. İki farklı kariyeri hayatına sığdırmış biri olarak başarıya bakış açınız şu an hangi halde?
Kitapta da değindiğim bir tanıma döneceğim. Başarı, ihtiyatla yaklaşılması gereken bir kavram. Başarı veya mükemmellik diğerinin/ötekinin yargısında kuruluyor zira. Başkalarının başarılı bulmadığı eylemler, başarı olarak görülmüyor. Elbette başarılı olmak kötü değildir. Ne var ki, başarıyı nasıl tanımladığımız ayırt edici nitelikte.
Kendi yaşamım özelinde, şunu söyleyebilirim: Çocukluğumdan itibaren, edebiyatla, felsefeyle içli dışlıydım. Okumayı söker sökmez -ne kadar gazete denirse- gazete çıkardım. Özel bir bankada uzun yıllar yaptığım denetimciliği dahi, yeni şehirler görmek, yeni kültürlerle tanışmak, otel odalarının kitap kokusuyla dolu romantizmini yaşamak için seçtim. O yaşlarda öyle bir romantizme inanıyordum çünkü! Dolayısıyla burada parçalı, birbirinden ayrı iki yapı yok. Bugün sıkça kullanılan bir tabir, “kurumsal hayat.” Oysa ben hayatın yekpare olduğu kanısındayım. Hayat, özel veya kurumsal diye ayrılamaz. Hayat bir tanedir.
Kitapta Nietzsche felsefesini anlatırken birçok popüler ve güncel figürden faydalanıyorsunuz. Buradan hareketle Nietzsche’nin düşüncelerinin zamansız ve sonsuz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Nietzsche, özellikle bu çağın krizlerini anlamak için önemli bir figür. Ancak ben, bizzat “düşünce” denen olgunun zamansız ve sonsuz olduğu fikrindeyim. Gerçek manada bir düşünceyse elbette. Şayet biz bugün hâlâ, bir ölçüde Platon’dan, Kant’tan, Nietzsche’den bahsedebiliyorsak; yapay zekâ meselesinde bile bu isimlere dair felsefi temeller bulabiliyorsak, burada ilham verici, tüketilemeyen bir yan vardır.
“Daima bir şeylerin peşinden koşma fikriyle donatıldık.”
Kitapta Nietzsche’ye “Kendini aşmak zorunda mıdır insan?” sorusu yöneltiliyor. İnsanın varoluş çıkmazlarından biri olan bu soru, sizin hayat yolculuğunuzda cevap bulabildi mi?
Kendini aşmaya çalışan insan, önceki sorunun yanıtında ifade ettiğim “deli” yanını harekete geçiren insandır. Ben de mümkün olabildiğince bu deli yanı sürdürmeye gayret ediyorum. Homo Demens’in bütünlüğüne ulaşabilmek için…
“İnsanların mutluluklarını teyit ettirmek istedikleri” ifadenizi de sormak istiyorum. Buradan hareketle, sosyal medyanın bu bakış açısıyla kuvvetlendirildiğini söylememiz mümkün. Peki sizce insanın gerçek mutluluğu bulması nedir?
Belki de mutluluk, bulunacak bir şey değildir. Antik Yunan’da mutluluk, içeriden kurulan bir duyguydu. Erdemli yaşamın bir sonucu halindeydi mutluluk. Modern zamanlarda ise, aranması, bulunması gereken dışsal bir sürece dönüştü. Daima bir şeylerin peşinden koşma fikriyle donatıldık. Satın alarak, haz alarak ama istisnasız “alarak” mutlu olacağımıza inandırıldık. Antik Yunan’ın mutluluk tanımında da marazlar vardı elbette, bunu en iyi ifade edenlerin başında Nietzsche gelir. Ne var ki bugün geldiğimiz noktada, kişinin, toplumun geneli mutlu olmadan mutlu olamayacağı fikri neredeyse tamamen unutuldu. Suat Derviş ne güzel söyler: “Mutluluk, bölünmez bir bütündür!”
Sosyal medyanın yaygın ve yoğun kullanımının insanı kaygıya ve çıkmaza sürüklediğini düşünüyor musunuz?
Bunun böyle olduğu, düşüncenin ötesinde kendimizi içinde bulduğumuz bir gerçeklik. Ama elbette bu durum, sosyal medyanın külliyen uzak durulması gereken bir mecra olduğunu göstermez. Anlamın kullanımda olduğunu düşünürüm hep. Bıçakla cinayet de işlenebilir, bir çocuğa ekmek de kesilebilir.
Sosyal medyayı aktif olarak kullanan bir insan olarak aynı zamanda felsefe ve sosyoloji gibi disiplinlerle ilgileniyor ve sanat üzerinden insanlara olumlu anlamda bir kişisel gelişim fırsatı sunuyorsunuz. Sosyal medyanın yarattığı ve kitapta da bahsettiğiniz çıkmazlardan kendinizi koruma yöntemlerimiz var mı?
Bir şerh düşerek başlayayım. Kişisel gelişim fırsatı sunma vaadim hiç olmadı. Birlikte düşünmeye ve keşfetmeye çabalıyoruz.
Beğenilme, her insanın ihtiyacını duyduğu bir his. Ne var ki, bunun da -tıpkı ekonomik kalkınmada olduğu gibi- kısa yoldan, kestirmeden olanı var; dolayımla, derinlikli olanı var. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: -Elbette bu görüş beni bağlar- Sosyal medya ekranını, olabildiğince Narcissus’un suyuna çevirmeden, dolayım bağlamında kullanmaya gayret ediyorum.
Atıfta bulunduğunuz tüm filmler, yazarlar, kitaplar sadece Nietzsche felsefesini anlatmak için özellikle seçtikleriniz mi yoksa bahsettiğiniz tüm bu isimlerin kişisel olarak önemi de var mı sizin için?
Amacım yalnızca Nietzsche’nin felsefesini anlatmak değildi. Onunla tartışabilmeyi de hedefledim. Filmler, yazarlar ve kitaplar bu doğrultuda seçildi.
Kitabınızda sadece Nietzsche değil, başka düşünürlere de atıflarda bulunuyorsunuz. Yaşam yolunuzda size rehber olan düşünür ve yazarlar kimler?
Ben kitap değil, yazar okunması gerektiğini düşünürüm hep. Beni tesiri altına alan pek çok yazar var ancak Attilâ İlhan, Milan Kundera, Sait Faik, Jack London ve Dostoyevski yaşamımda derin izler bırakmıştır.
Bizden bu kadar, Dağhan Bey. Eklemek istedikleriniz varsa buyurun lütfen.
Ben teşekkür ederim bu güzel sohbet için. 🙂
Teşekkür ederiz. ☺
Nietzsche ile Akşam Yemeği – Arka Kapaktan
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.