Basitçe “bilim insanlarının hikâyelerini” anlatıyor desek, Bilimin Bilinmeyen Tarihi ‘ni epey eksik anlatmış oluruz. Bir bilim tarihçisi olan Burak Saytekin, Arşimet’ten Da Vinci’ye, Newton’dan Hypatia’ya daha birçok bilim insanının hikâyesini romansı bir dille anlatıyor. Saytekin’le Epsilon Yayınevi‘nden çıkan Bilimin Bilinmeyen Tarihi‘ni konuştuk.
Merhaba Burak Bey. Bilimin Bilinmeyen Tarihi, okuyucusuna bilimi ağır akademik cümlelerle değil, akılda kalacak hayat hikâyeleri ve anılarla anlatıyor. Kitabı yazmadan önce böyle bir yolda ilerlemeye nasıl karar verdiniz?
Merhabalar. Öncelikle röportaj için teşekkür etmek isterim. Akademik tarzda yazılan kitaplar şüphesiz çok değerli öncelikle onu belirtmek isterim ancak, örneğin, 2 tıp tarihi kitabını düşünelim. Birisi sadece Da Vinci’nin yaptıklarından 2-3 satırı geçmeyecek şekilde bilgi veriyor diğeri ise Da Vinci’nin cesetlerle birlikte neler yaşadığından ya da hayatın inişli çıkışlı sürecinde çalışmalarına nasıl devam ettiğinden bahsediyor olsun. Beni ikincisinin heyecanlandırdığını gördüm dolayısıyla eğer bir kitap yazacaksam ikinci yolla anlatmaya çalışmak istedim.
Son nöro-psikolojik çalışmalarla değişti mi bilmiyorum ama en son okuduğumda bir konu hakkında ne kadar çok ayrıntıya sahipseniz konunun geneline ilişkin bilgileri o kadar uzun süre aklınızda tutabiliyorsunuz. Yani anatomide devrim niteliği taşıyan kitabın yazarını Vesalius deyip geçmek var bir de Vesalius’un hayatı bağlamında kitabın ne süreçlerle yazıldığını anlatmak var. Kitabı okuyanlar, kitap bittikten belli bir süre sonra anatomide devrim yapan kitabın yazarını doğru bir şekilde Vesalius olarak hatırlıyorsa amacıma ulaşmışım demektir. “Haa şu hocalarının dalga geçtiği ve kitabının üzerine titreyen Vesalius” diyorlarsa amacıma “oldukça” ulaşmışım demektir. Tüm bu sebepler bilim tarihini bilim insanlarının akılda kalıcı hayat hikâyeleriyle anlatmama vesile oldu diyebilirim.
Kitap, bilimin tarihiyle yola çıkmış bir genel kültür kitabı gibi. Ben okuyucu olarak, hayat boyu aklımda kalacak birçok bilgi edindim. Kitabın yazım süreci nasıldı?
İlk kitabım olduğu için ne şekilde rahat yazabileceğim noktasında şüphelerim vardı. Öncelikle her bir bilim insanı için kitaplar ve makaleler toplamaya başladım. Okuyunca aklımda kalır sandım ancak hayat hikâyeleri söz konusu olunca tarihlerin ve ayrıntıların oldukça önemli olduğunu ve açıkçası aklımda tutma konusunda sıkıntı yaşadığımı gördüm. Daha sonra okuduklarımı not almaya başladım ve yazarak çalışanlar bilirler ki bu oldukça zaman alıcıdır. Akşam okuyup çalıştığım bilim insanının hayatını diğer gün arkadaşlarıma anlatırken zorlanıyorsam iyi anlamadığımı fark edip aynı bilim insanına dair okumalar yapmayı sürdürüyordum. E tabii bir de konu seçimi var. Temel meselemiz olan, sıklıkla yüzleşmekten kaçtığımız ve ancak yakınımızdan birilerinin başına geldiğinde hayatımızın döngüsünde bir yarık daha açan şey: Ölüm. Bilim insanlarının nasıl öldükleri konusunda araştırmalar yaparken konu cinayete geldi. Nihayetinde kitap; bilim insanlarının ölme şekilleri, cinayetler ve bedenin keşfi konuları ile döşendi. Bir de Evreka bölümümüz var. O da ilk bölümümüzün konusu olan Arşimet ile doğrudan bağlantılı olduğu yazmak istediğim bir bölümdü.
Psikoloji okurken Felsefe ile çift anadal yapmış, sonra akademik kariyerinize Bilim Tarihi’ni eklemişsiniz. Sizi psikoloji, felsefe ve bilim alanlarına çeken motivasyon neydi?
Aslında ben ilkokuldan beri en çok bilime meraklıydım. Bunu elektrikle deneyler yapardım ya da küçük icatlar yapmaya çalışırdım anlamında demiyorum, aksine, pratik işlerde pek de iyi değilimdir. Kastettiğim, bilimin daha çok teorik kısmı ya da daha doğru ifadeyle ne yollardan geçtiğiydi. Hocamız, bir öğrenciyi sınıfın geri kalanına soru sorması için seçerdi ara sıra. Böyle bir uygulaması vardı. Benim sıram geldiğinde hep bilime dair sorular sorardım. Daha sonra sanırım sınavlara hazırlık vesaire derken bu heves iyice geri planda kaldı. Nihayetinde psikoloji okurken bir şeylerin eksik gittiğini hissettim ve çift anadal başvurusunda bulunmaya karar verdim. Pek çok bölüm arasından 2 seçeneğe inebilmiştim: Felsefe ve Sinema-Televizyon. Evet, Sinema-Televizyon bölümünü de çok istiyordum ancak seçim yapmak zorundaydım. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde psikoloji ve felsefe derslikleri aynı katta hatta neredeyse yan yanalardı. Açıkçası bu da beni etkiledi çünkü Sinema-Televizyon için farklı fakülteye gitmem gerekecekti ve çift anadal yapanlar bilirler bazen ara vermeden ders değiştirirsiniz ya da diğer dersin finaline yetişebilmek için cevap kağıdını hızlı bir şekilde doldurursunuz. Böylece felsefeye ve bir alt dalı olan bilim tarihine hevesle dönüş yapmış bulundum.
Kitapta konuları destekleyen birçok etkili sanat eseri var. Sanat tarihi ile ilgilenen biri olarak özellikle bu çok hoşuma gitti. Bu bölümleri hazırlarken destek mi aldınız yoksa bu da sizin ilgi alanlarınızdan biri mi?
Doğrudan ilgi alanım değil ya da belki daha doğru ifadeyle “tamamı” ilgi alanım değil. Biliyorsunuz sanat tarihi hem derinlik hem de tarihsel anlamda çok geniş bir alan. Örneğin mağara resimleri ya da modern sanat pek ilgimi çekmez ama anatomi çalışmaları olduğu için Rönesans ressamları ilgimi çeker. Ama sanat eserleri konusunda kitabım bağlamında destek almadığımı söyleyebilirim.
Bilimle, özellikle sayıyla ilgili alanlarda çoğumuz çocukluğumuzdan itibaren korkar ve çekiniriz. O çocuklardan biri ve bir eğitimci olarak kitabın bitiminde “Keşke bilim okullarda da böyle anlatılsaydı” dedim. Eğitimde bilimin aktarılışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarih, size yanılabilme payınızın olduğunu gösteren bir bilimdir. Bilim tarihinde bir teorinin yanlış olsa bile yüzyıllar boyu kabul edildiğini görebilirsiniz. Bu da hali hazırda yaptığınız çalışmaya dair mütevazı bir yaklaşım sergilemenizi ve bu yolla farklı pencerelerden bakabilmenize olanak sağlayabilir. Bu yüzden bilim tarihinin müfredatta daha geniş yer alması gerektiğini düşünüyorum.
Bilim tarihi geniş bir alan. Öncelikle sınırlı ders saatlerine sıkıştırma konusunda zorluk çekmek kadar doğal bir şey olamaz. Benim hatırladığım mesela bir kimya kitabının girişinde 3-5 paragrafı geçmeyecek şekilde simyadan kimyaya geçiş anlatılırdı. Aynı şekilde hatırlıyorum, üniversitedeki patolojik psikoloji kitabı girişinde Hipokrat geleneğinden bir paragrafta bahseder geçerdi. Başka bir konusu olan dersin girişine, üstüne rahatlıkla kitap yazılabilecek meseleleri sıkıştırmak aslında bence asıl sorun. Bir şekilde bilim tarihi müstakil bir alan olarak kendisini ortaya koymayı başarmalı. Üniversitelerde bu böyle ancak belki daha erken yaşlarda daha fazla haşır neşir olunmalı. Benim ilgi alanlarımdan birisi de Psikoloji tarihi mesela. Ama psikoloji bölümlerinde bazı üniversitelerde varsa bile bir dönemlik bir ders olarak anlatılıyor diye biliyorum. Başka diyarlarda müstakil olarak Psikoloji Tarihi lisansüstü eğitimi bile var. Maalesef bizim ülkemizde psikoloji tarihi yüksek lisansı yok. Keşke olsa.
Kitapta bilim tarihinin kuru bir anlatımını görmüyoruz. Aksine her bölüm oldukça güçlü sinematografik bir bakış açısıyla yazılmış. Okuyucu olarak sizin görsel zekâyı önemsediğinizi ve iyi bir sinema izleyicisi olduğunuzu düşündüm, izleyici olmak hayatınızın neresinde?
Bununla ilgili soru sormanız ayrı bir hoşuma gitti çünkü sinema ile de oldukça ilgiliyim. Kitapta bunu fark etmeniz yapmak istediğim şeyi yapabildiğimi gösteriyor sanırım. Nerede ve hangi zamanda olduğunu bilmemek insanda kaygı yaratabilir. Gerçek hayatta bu böyle. Bu yüzden tarih ve mekân vererek başlayan filmler beni net bir yere/zamana götürdüğü için ilgimi kazanmayı daha çok başarıyor. Kitapta da bu gibi detaylara dikkat etmeye çalıştım. Aslında izleyici olmanın ötesine geçmek istiyorum. Hayatımın bir noktasında yapabilirsem eğer senaryo yazmayı çok istiyorum. Yeğeninin kocası; Newton’a, yansıtıcı teleskopu nerede yaptırdığını sorar. Newton, kendim yaptım, der. Aletleri nereden buldun diye başka bir soru sorar. Newton yine kendim imal ettim der ve gülerek ekler, araç gereçlerimi başkasına yaptırtsaydım hiçbir şey başaramazdım. Kitaptan önce birkaç kişiye konuyla ilgili olarak ulaşmaya çalıştım ancak pek başarılı olamadım. Belli ki senaryo yazmayı öğrenip üzerine epey çalışmak gerekecek. Yani belli ki Newton’un yolunu seçeceğim.
Kitapta bilimin tarihi sıkça yoğun felsefi anlatımlarla bölünüyor. Buradan hareketle; felsefe-bilim ilişkisini bugünün bakış açısıyla nasıl yorumlarsınız?
“Bilimci” kelimesi oldukça yeni bir kelime aslında. William Whewell, 1833 yılında “scientist” terimini literatüre sokmuştur. Bunun evvelinde bilim ve felsefenin bazen birbirlerinin yerine kullanıldığı bile olmuştur. Örneğin Newton’un meşhur eserinin adı “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri”dir. “Doğa Felsefesi” dediği o dönem için fizikten başka bir şey değildir aslında. Uzmanlaşmanın o dönemden itibaren ivme kazanarak arttığını söyleyebiliriz. Bu da farklı bilim dallarında derin bilgiye sahip olmayı giderek zorlaştırmıştır. Felsefe ve bilim de bu durumdan nasibini almıştır. Genellemek gerekirse eğer, bugün bir mühendis sadece işini yapmakta ve teknoloji felsefesinden bahsetmekte zorlanmaktadır. Aynı şekilde, eski dönemlerde bedene ilişkin teorilerin dönemin kültürel ögeleriyle oldukça bezenmiş olduğunu, çalışma sisteminin bir felsefeyle temellendirildiğini görüyoruz. Bu yüzden mesela kan dolaşımını bulan Harvey’e yapılan en büyük eleştiri, kanın neden dolaştığına dair açıklama yapmadığı ile ilgilidir. Şimdiki doktorlar -yine genelliyorum- böyle konularla ilgilenmek ve bedenin işleyişini bir felsefi zemine oturtmakla ilgilenmiyorlar. İlgilenmeleri gerekir mi açıkçası o konuda da emin değilim. Tabii bunlar benim gördüklerim. Yanılma payım elbette var.
Hypatia’nın yaşadığı dönemde kadınların eğer seçkin bir aileden değillerse bilim ve düşünce alanında ne kadar zorlandığını okuyoruz. Üzerinden çağlar geçmiş olsa da sizce bilim ve düşünce dünyasında farklı türlerde de olsa kadına bakış açısı değişti mi?
Yol aldığımızı düşünüyorum. Dünya bağlamında düşünürsek en azından 19. yüzyılda artık doktoralı kadınlar görüyoruz. Şu an aklıma gelen Margaret Washburn mesela. 1894’te psikolojide doktorasını alabilmiş. Öncesinde de örnekler mevcut. O konuda da gidilecek biraz daha yol var sanırım.
Bilim tarihi genel olarak neler yapıldığı üzerine kuruludur, oysa ki siz nasıl yapıldığına odaklanarak kitabı yazdığınızı söylüyorsunuz. Bugünün ve yarının dünyasında ezbere bilgilerden özgürleşmenin, bilimin Antikçağ’daki gibi kuvvetle hayatımıza tekrar yerleştirmenin bir yolu var mı?
Çok farklı iç ve dış değişkenler mevcut. Kişinin çabası, eğitim-öğretim süreci, okulların kalitesi, entelektüel bağlam, özellikle şimdi olmazsa olmaz aletler ve laboratuvarlar… Rahatlıkla astronomik gözlem yapabileceğiniz bir ortamınız yoksa teorik bilgi ile sınırlanmak zorunda kalırsınız. Benim için oldukça önemli gördüğüm bir diğer husus da ‘geleneğin oluşması’. Öyle bir nesil ile kuvvetle hayatımızın değişeceğini sanmıyorum. Bu işler böyle yürümüyor maalesef. Süreklilik lazım. Anatomik devrim yıllarına baktığımızda, Hollanda’daki Leiden Üniversitesi’nden birinin gelip Padova’dan ders aldığını ve Hollanda’ya dönüp yeni bilgileri paylaştığını görüyoruz. Leiden Üniversitesi’ne atılan tohum gelişince bu sefer İskoçya’dan Alexander Monro Primus gibi bazı doktorların Hollanda’ya gelip buradaki ortamdan yararlandığını ve İskoçya’ya dönüp anatomi okulunu geliştirdiğini biliyoruz. Özetle ezbere sistemden kurtulmak için iç ve dış pek çok faktörün birleşmesi gerekiyor.
Bilimin Bilinmeyen Tarihi · Arka Kapak

1987, İstanbul doğumlu. Yaratıcı Drama eğitmenliği yapıyor. Bazıları KalemKahveKlavye, Roka, Lemur gibi mecralarda yayımlanan öyküler, yazılar yazıyor, çizimler yapıyor. Kitapları, kedileri ve bitkileri (özellikle yeşil olanları) çok seviyor. Evli ve altı kedi annesi.