Rollo May “Yaratma Cesareti” kitabına yazdığı önsözde, “Bitmemişlik niteliğinin hep kalacağını, bunun bizzat yaratıcı sürecin bir parçası olduğunu anladım,” der. Bu açıdan bakıldığında, aslında her sanat eseri biraz bitmemiş, biraz yarım kalmıştır. Bir edebi eseri okurken, gözlerimizle ve zihnimizle algıladığımız eseri, vicdanımızın ona yüklediği anlamlarla tamamlarız, hatta yeniden yaratırız. Anlam yükleyip sahiplendiğimiz andan itibaren o eser bizimdir artık ve ancak o zaman bitmiştir, ta ki yeniden okuma ihtiyacı duyuncaya dek.
Yazın dünyası gerçek anlamda da, çeşitli nedenlerle yaratıcısı tarafından bitirilememiş, yarım kalmış eserlerle doludur. Herodot’un Dünya Tarihi, Lord Byron’ın Don Juan’ı, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı, Chaucer’ın bugün bir başyapıt olarak okunan Canterbury Hikâyeleri, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Aydaki Kadın’ı, Oğuz Atay’ın Eylembilim’i, Sevim Burak’ın Ford Mach’ı, Sevgi Soysal’ın Hoş Geldin Ölüm’ü yazarlarının ölümü nedeniyle tamamlanamamış eserlerdir.
Canistan da, ölümü nedeniyle Yusuf Atılgan’ın bitiremediği romanıdır. İlk iki eserinden oldukça farklı bir tarzda yazdığı ve bir dönemi anlatan konusuyla Canistan, her okuyanın zihninde farklı tamamlanacak, yarım eserlerdendir.
Yusuf Atılgan resmi kayıtlara göre 25 Ağustos 1921’de Manisa’da dünyaya gelir. 1922 yılında Manisa Yunanistan tarafından işgal edilince ailesi Hacırahmanlı köyüne göçer. Burası aynı zamanda Canistan romanının da mekânıdır. İlkokul üçüncü sınıfa kadar bu köyde yaşayan yazarımız, son iki yılı ve ortaokulu Manisa’da, liseyi de Balıkesir yatılı okulunda okur. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirir. Öğrenciliği sırasındaki siyasi faaliyetleri bahane edilerek tutuklanıp on ay hapis yatar. Serbest bırakıldıktan sonra öğretmenlik mesleğinden uzaklaştırılınca Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşerek çiftçilik yapar. Annesinin ısrarıyla evlenir fakat fazla uzun sürmez boşanır, kendini edebiyata verir. İkinci eşiyle evlendikten sonra, 1976 yılında İstanbul’a yerleşir yazın dünyasında çevirmenlik, danışmanlık, redaktörlük yapar. Canistan romanını yazarken, geçirdiği bir kalp krizi sonucunda da ölür.
Yusuf Atılgan, modern anlatıda edebiyatımızın öncüleri arasındadır. Modern Batı edebiyatını yakından takip eder, buradaki gerek içerik gerekse teknik yenilikleri başarılı bir biçimde Türkiye gerçekliğine uygular. “Benim yazdığımdan daha önemlisi yaşamımdır. Ben bir edebiyat öğretmeniyim. Türk yazınına hayranlığım beni bu hayatta yapabileceğim en zevkli mesleğin içine bırakıverdi. Yüzyıllara dayanan Türk dilinin tüm verimleri, dünden bugüne bu eşsiz literatüre hizmet ederek her geçen gün büyüyen ve mükemmelleşen edebiyatımızı yarattı. Bu mirasın ustalarını okumak, anlamak ve tanıtmak bir edebiyat öğretmeninin en önemli görevlerinden biri olsa gerek.” diyen yazar, romanlarında şehir ve kasaba insanını sıkışmışlıklarından gelen psikolojik sorunlarını, içinde yaşadıkları çevreyle uyumsuzluklarını, var olma çabalarını, çıkmazlarını, özellikle erkek kahramanların ‘erkek olarak var olma, erkek olarak kendini kanıtlama’ çabalarını anlatmadaki başarısı onu edebiyatımızın temel taşlarından biri yapmıştır.
Kafka, Nietzsche, Andrê Gide, Kierkegaard, Marcel Proust gibi modernist edebiyatın önemli yazarlarını okumayı sevdiğini bildiğimiz yazarın eserlerinde de bu yazar ve düşünürlerin, Varoluş Felsefesinden gelen etkileri görülür. Gerek romanlarında gerekse öykülerinde bireysel sıkıntılarını çoğu zaman varoluşsal bir boyuta taşımış taşralı, silik, asosyal, intihara meyilli, cinsel problemleri olan bireyin hikâyesini anlatmıştır. Modernleşmenin yarattığı değişimlerin insanımızdaki problemlerini işlemiştir. Kahramanlarından her biri birer tutunamayandır. Aylak Adam’daki C. Tutunamayanlar’ın abisi olarak kabul edilir ve şehrin tutunamayanıdır. Anayurt Oteli’ndeki Zebercet de kasabanın tutunamayanı, var olamayanıdır. Yarım kalan Canistan’da ise köyde, çiftlik sahibinin yanında yanaşma olarak çalışan Selim’in hem erkek olarak hem de sınıfsal olarak iktidar ve güç anlamında kendini var edişini, akıp giden olayların içinden canlı bir şekilde anlatmaktadır. Bu anlamda Selim, hem erkek hem de insan olarak var olmak çabasında olan köy tutunamayanıdır diyebiliriz.
Yusuf Atılgan Duruşma, Yargıç, Tanık olarak bölümlemiş Canistan’ı, son bölümü olan Sanık bölümünü yazamadan ölmüştür. Konusu Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde, Kurtuluş Savaşı yıllarında geçmektedir. Sınıfsal farklılıklarına rağmen dost olan iki erkek çocuğunun, çiftlik sahibinin oğlu Ali ile yanaşma Selim’in, birlikte büyüme yolculuğunda dostluklarının öfkeye, şiddete ve hesaplaşmaya dönüşmesinin hikâyesini anlatan, oldukça akıcı bir süreçte işleyen, romandır. Canistan’daki anlatı tarzı da yazarın diğer romanlarındakinden oldukça farklıdır. Diğer romanlarındaki varoluş sıkıntısını anlatımında kullandığı durağanlığın tam tersidir, devingendir.
Romanın ana karakterlerinden Ali, Hacırahmanlı köyünde bir çiftlik sahibinin oğludur, Selim ise bu çiftlikte yanaşmadır. Anası babası doksan üç göçmeni Arnavut’tur. Göç ettiklerinde pek varlıkları olmadığından babası ailesini bir çeşit hırsızlıkla geçindirir. Selim sekiz yaşındayken babası öldürülünce Ali’nin babası onları yanına alır ve iki çocuk birlikte büyürler.
Roman Duruşma bölümüyle, ikisi de artık yetişkin olmuş eski dosttan, öfkesini yıllarca içinde büyüterek kine dönüştüren Selim’in, Ali’ye işkencesiyle başlar. Bu bölüm Selim’in hem davacı, hem de savcı olduğu bölümdür. Aradan geçen zamanın yarattığı değişimden ötürü kendisini tanımakta zorlanan Ali’ye kendini tanıttıktan sonra, içinde biriktirdiği kiniyle, içinde bulundukları durumla ilgisi olmayan, suçlayıcı sorular sorar. Tıpkı bir duruşmadaki sorgulama gibidir olanlar. “İki Yunan devriyesini pusuya düşürüp kırdık. Ama adamların yemesi, cephanesi için para gerek. Zenginleri basıp zorla alıyoruz. Sıra sende şimdi. Altınların yerini söyle gidip alalım.” (sf:8)
Altını yoktur Ali’nin, Selim de bilmektedir bunu ama asıl derdi öfkesini ve kinini doyurmaktır ve güçlü olduğunu Selim’e kanıtlamaktır. Ali’yi -tıpkı on beş yıl önce kendisine yaptığını düşündüğü gibi- horlamak, küçük düşürmektir. Olanlara anlam veremeyen Ali ise Selim’le olan dostluklarının güzelliğini hatırlamaktadır hep. Çiftlikte babasının ve annesinin onu kendinden ayırmadıklarını, her işi birlikte yaptıklarını, inek gütmeye birlikte gittiklerini, aynı kaptan yemek yediklerini, yararlanan elini Selim’in annesinin şefkatle sarışını, hatta on üç yaşına geldiğinde babasının kendisine aldığı tüfeği Selime de alınıncaya kadar kullanmayışını hatırlar. Olanların şaşkınlığında, Selim’in neden bu kadar kini biriktirdiğine bir anlam aramaktadır sorgu sırasında. “En sevdiğim arkadaşımın bana bunları yapabilmesi için büyük bir suçum olmalı benim.”(sf:12) diye düşünmektedir.
“Unuttun mu ulan, o gün körpe sıpayı düzmeye gittiğimizde beni kapıda bırakıp girdin dama. Önce kim girsin diye sormaz mı insan bi kere? O zaman bildim senin ağa oğlu olduğunu, beni horladığını. Sıpa senin malındı elbet. Ben bakıyordum, kullanıyordum ama malım değildi.” (sf:13) Bu olay Selim’i çok yaralar, kendini aşağılanmış hisseder çünkü ona göre Ali hayvan damına ilk giren olarak hiyerarşik üstünlüğünü göstermiştir, “Sıranı, sınıfını ve haddini bil” mesajı vermiştir Selim’e. Bu olay romanın hem kırılma, hem de odak noktasıdır.
Erkek egemen kültürün kimlik belirleyici en önemli unsuru güç, iktidar ve cinselliktir. Cinsellik, erkekliğin ve yetişkin olmanın tek belirleyicisidir köyde, bir bakıma. Ali zaten Bey oğludur, gücü ve iktidarı babadan gelmektedir ama mademki aralarında ayırım yoktur, kardeş gibidirler, o zaman ikisinin de eşit olduğu tek nokta cinsellikleridir. Bu durumda Ali babasından gelen doğal önceliğini bir yana bırakmalı ve “Önce kim girsin?” diye sormalıydı. Bu durum cinselliğiyle birlikte, kimliğini de yaralamıştır Selim’in. Çiftlikten ayrılmaya karar verir. Bu karar aynı zamanda kimlik kazanma, kendini kanıtlama, var olma kararıdır. Ama yaralanan erkeklik gururunun intikamını da Ali’nin yanına koymayacak, “İleride bir gün horlanışının öcünü almanın bir yolunu bulacaktı ondan, onu da küçük düşürerek.”(sf:17) Çünkü Selim’e göre, kardeş gibi görülmeleri, çiftlikte ikisi arasında ayrım yapılmaması görüntüden ibarettir. Gerçek ise hiç de eşit şartlarda olunmayan bir “yanaşma” ve “Bey oğlu” ilişkisidir.
Cinsellik, köy gibi kapalı toplumlarda erkekliğin ve yetişkin olmanın tek belirleyicisi olduğundan romanın odak noktalarından biridir hayvan damındaki bu olay. Erkekliğin cinsellikle tanımlandığına başka bir örnekse; Selim, Alilerin çiftliğinden ayrıldıktan çalışmak için gittiği ikinci yer olan Manisa’da, dul bir kadının bağına bakmak için anlaşır. Zamanla kadınla aralarında yakınlık doğar, birbirlerinden hoşlanırlar. Selim’in yakınlaşmasına kadın önce karşı koyar gibi olsa da Selim’in; “Abacım, dayanamıyorum gari, n’olursun kaçma, hiç bi kadınla olmadım daha önce, sen öğret bana.”(sf:40) yaklaşımına genç olan kadın da istekle karşılık verir. Yaşadığı bu gerçek anlamdaki ilk cinsel deneyimi, Selim’in kendini erkek hissetmesini sağlar. Bunu yazar roman cümlelerinde de vurgular. “Kendini büyüyüp adam olmuş gibi duyuyor,”(sf:41) Cinsellik onda erkek kimliğini gerçek anlamda kazandırmış, pekiştirmiştir. Güçlü ve erkek olduğunu Esma’ya ve çevresindekilere kanıtlamıştır ama Ali’nin bundan haberi olmamıştır henüz. Etkisinde kaldığı ve aşağılanma olarak kabul ettiği durumdan kurtulmanın tek yolu, Ali karşısında da bu iktidarını kanıtlamaktır. Başka türlü rahatlamayacaktır. Esma’yla çok mutludur, onunla evlenir. “Ulan Ali, bilmeden iyilik etmişsin bana, ama ileride bir gün soracağım sana. Hep on dönüm bağım olsa derdim, işte fazlası oldu, üstelik karım da var; gene de unutamıyom bana ettiğini.”(sf:45) diye düşünse de kini bitmez bir türlü, hatta başarılarını bile kabullenmesini engeller neredeyse. Kazandığı gücünü ve erkekliğini Ali de görmelidir, o zaman kendini sahiden başarmış, sahiden tam görecektir.
Romana dönersek; sorgu sırasında Selim, Ali’de para olmadığını ama başına geleceklerden korktuğu için yalan söyleyip küçük düşeceğini, dolayısıyla onu korkaklığından dolayı horlayacağını, böylelikle de yıllar önceki küçük düşmesinin, horlanmasının bedelini ona ödeteceğini düşünmektedir. Ama karnını yarıp kızgın yağ döktüğü halde Ali’den beklediği yanıtı alamaz, Ali “aman” dilemez. Selim hayal kırıklığına uğrar. Ali’nin bu direnci karşısında Selim; “Öldürdüm ama horlayamadım” (sf:16) diye hayıflanır.
Yukarıda alıntıladığım, altını çizdiğim iki cümle; “Ben bakıyordum, kullanıyordum ama malım değildi,” ve “Öldürdüm ama horlayamadım,” romanın eksen cümleleridir. “..malım değil, benim değil.” Bu anlayışla Selim, çalıştığı çiftliğin dul eşiyle evlenip, çalışkanlığı ve akıllılığıyla eşinin bağını büyütüp geliştirdiği halde bile, hiç beklenmedik bir anda ölen eşinden kendisine kalan malları da sahiplenmez. İşi gücü boşlar, bağa çalışmaya gitmez, ilgilenmez. Onun üzüntüsünü dindirmeye çalışan, kendisine yaşadığı o köyde hayatını kurmasına yardım eden Mehmet Ağa’nın evlenme öğütlerini dinlerken “Ne ev benim ne bağ; karımındı onlar; ölünce iğreti kaldım burada” (sf;53) diye cevap verir. Sınıf atlamış, mal, mülk ve aile sahibi olmuştur ama kendini o sınıfta var edememiştir. Çetebaşı olduğunda da bağı ve evi, kâhya olarak tuttuğu insanlara bağışlar.
İlk geldiğinde yanında iş bulduğu eşinin bağında çok çalışıp karnını doyurmanın ötesinde çalışkanlığıyla bağın ürününün değerlenmesini, kazancın artmasını sağlamış sonra da evlenmişlerdi. Sahip olduğu meziyetleriyle köyün sosyal hayatına da dahil olmuştur. Karısının zorlamasıyla camiye gitmeye namaz kılmaya başlamıştır. Hatta memleket meselelerine de ilgi duymuş, köyün öğretmenin etkisiyle okuma yazma öğrenmiş, kasabaya indikçe gazete bile almaya başlamıştır. Romanındaki ana karakterlerden birinin hayata bu kadar dahil olmaya çalışması, diğer Yusuf Atılgan romanlarından farklı yönüdür Canistan’ın. Hayatın tam içindedir Selim, romandaki diğer karakterler gibi.
Eşinin ölümü tıpkı Ali’nin hayvan damına ilk giren olduğu andaki gibi, bir kırılma anıdır Selim’in yaşamında. Yanaşmalıktan toprak sahipliğine geçtiği, topluma dâhil olup kabul gördüğü, hayata dahil olduğu bir zamanda birden bire her şey alt üst olmuştur. Kendini bırakır. Bu arada birinci dünya savaşı olanca acımasızlığıyla devam etmekte ve Osmanlı İmparatorluğu dünyadaki değişimden payını almaktadır. İşgaller ve savaş Selim’i de etkiler askere çağrılır, yolu Kadir’le kesişir, askerden kaçarlar derken kendini çetebaşı olarak bulur.
İzmir işgal edilir, Yunan ordusu Manisa’ya kadar sokulur, çetesiyle birlikte işgale karşı dururlar. İçinde yaşadığı toplumda, savaş içinde olunması sonucunda toplumsal kuralların işlemediği, denetimin zayıfladığı, karmaşa ve kargaşanın hâkim olduğu bir süreç işlemektedir. Yağma, talan ve şiddetin geçerli olduğu bir düzende çete sahibi olunca o da şiddeti benimser ve olağan görür. Yunan ordusuna karşı savaşırken ilk günler zenginler para ve yiyecek yardımından kaçındıkları için, Selim ve çetesi onları baskınlarla, korkutarak yardım sağlamaya çalışırlar. Selim çetebaşı olarak ülkenin yararı adına kararlar alır, emirler yağdırır, evler basar, mal ve para gasp eder. Yani güç ve iktidarını pekiştirir ve kabul gören işler yapar. Büyük bir çiftlik sahibi Mahmut Beyin yönlendirmesi altındadır arkadaşlarıyla birlikte ama bir baskınla Mahmut Bey öldürülünce Selim karamsarlığa düşer. “Mahmut Bey gibi iyiler, yürekliler hep ölecek anlaşılan. Ne tuhaf, gâvurlar kovulduktan sonra burala tümden korkaklara, sünepelere kalacak.”(sf:63)
RomanınYargıç bölümünde Selim’in (yargıcın) Alilerin çiftliğinden ayrıldıktan sonra gittiği yeni çiftliklerdeki mücadelesini anlatılmaktadır. Çocuk olmadığını güçlü kuvvetli bir erkek olduğunu kanıtlama çabası içindedir. Gittiği çiftliklerde yetişkinler dünyasındadır artık, tıpkı yetişkin işçiler gibi işi sorumluluğuyla birlikte yüklenmektedir. Acemiliklerini ve yetersizliklerini aşmak, kimselere belli etmemek çabasındadır çünkü kendini “yetişkin bir erkek” olarak görmektedir. “Küçüksün daha, çiftlik işine dayanabilecek misin?”(sf:19) sorusuna ve sonra gelen sorulara verdiği yanıtlarla ve yaptığı işlerdeki başarısıyla, kırk yıllık çiftlik yanaşması gibi kâhyanın güvenini kazanır. Küçük olmadığını kanıtlar. Bunun için de insanüstü güç harcamakta, çok çalışmaktadır.
Çok çalışması, verilen işin üstesinden başarıyla gelmesi, fazla sorumluluk yüklenmesi, yetişkin ve erkek olduğunu kanıtlama çabasından gelmektedir. Üstelik çalışkanlığının yanında prensipleri olan bir erkektir hem de. Tanımadığı altı kişiyle yatmaktansa ahırda yatmayı tercih etmesi, nalın ve sabun isteyerek her akşam ayaklarını yıkamadan, temizlenmeden yatmaması, yattığı yeri temizlemesi kendine saygısının, verdiği önemin yanında “erkek” olduğunun kendine kanıtıdır da aynı zamanda. Verilen işin yanında, diğer işlere de yardım etmektedir. Memnun olmadığı tek şey kendinden yaşlı işçilerin ona çocuk muamelesi yapmasıdır ama ağırbaşlılığı, az konuşurluğu, onlarla konuşurken mesafeli duruşuyla “erkek”liğini kabul ettirir onlara da. Çalışmaya başladıktan iki ay sonra annesini görmeye gider, bir altın verir, başkalarına anlatacağını düşünerek çalıştığı yeri söylemez, onu ağlar bırakarak geldiği gibi sessizce ve kimseye görünmeden geri döner. Yetişkin bir erkek gibidir bu yönüyle de, ana sevgisine yenik düşmeyen ama onun sorumluluğunu taşıyan, sorumluluğunun bilincinde olan bir erkek evlattır, anasına bir altın bırakmıştır.
Çalışkanlığının ve yüklendiği sorumlulukların başarıyla üstesinden gelebilmesi sonucunda, aylığının dışında bahşişle ödüllendirilir. Mahcup olsa da sevinir, çiftliğin gerekli bir adamı gibi görür kendini. Daha bir büyük hisseder, adam hisseder. Beyin kızı ile arkadaş olurlar. Konuşurlar, sohbet ederler arkadaşlıkları epeyce sürer. “Bir sabah Nebile gittikten sonra ayak izlerinden birini kokladı uzun uzun ve aynı gece düşünde onunla sevişti.” (sf:29) Kokladığı, Nebile’nin topraktaki ayak izidir. Yusuf Atılgan’ın diğer romanlarında da rastladığımız cinsel sembollerdendir topraktaki ayak izi. Anayurt Oteli’nde de hiç gelmeyecek bir kadının fincanda bıraktığı dudak izini öpmüştü Zebercet. Nebile’ye gizli aşkı uzun sürmez, beyin oğlu rüyayı bozar, kardeşiyle konuşmayı yasaklar. Kendisi üzerinde egemenlik kurmaya çalışan bey oğlunun, aşağılamasına dayanamaz. “Ahır Kumrusu”(sf:31) benzetmesi, bey kızıyla yaşadığı gizli aşkla kazandığı erkekliğini yaralar, dayanmaz ve erkekliğinden gelen gücüyle oğlanı bir yumrukla, kanlar içinde bırakarak, kimseye görünmeden çiftlikten ayrılır. (Ahır Kumrusu yemini ahırdaki hayvanların dışkılarından toplayan bir kuştur.)
Erkeklik sadece sahip olunan cinsiyete bağlı bir olgu değildir, yaşanılan erkek egemen toplum içinde iktidar mücadelesidir aynı zamanda. İktidar sadece bey oğlunda değildir, şiddet kullanabilen de iktidarı ele geçirebilir. Erkeklik şiddeti de içerir, o yüzden bey oğlu haddini bilmek zorundadır, gücünü kullanarak onun iktidarını yok eder. “Teres sağ kalırsa adam olmayı öğrenir belki.”(sf:31) Yani Selim’in üzerinde kimsenin iktidar olma hakkı yoktur.
Romanı diğer bölümleri bakımından incelersek; “Duruşma” Selim’in yargılamayı Ali’nin yüzüne yaptığı bölümdür. “Yargıç” Selim’in hayatının, kimlik ve kişilik sorunlarının, içinde bulunduğu toplumda var olma kendini kabul ettirme çabalarının anlatıldığı bölümdür. “Tanık” ise savaş yıllarında Selim’le birlikte askere alınmalarından başlayarak Kurtuluş Savaşı ve hayat mücadelesi içinde birlikte olan, onun insan yönüne, duygusallığına aynı zamanda da, çete arkadaşı olarak gücüne ve iktidarına tanıklık eden yol arkadaşı Kadir’in Ali’ye yaptığı işkenceye ve Selim’in kendine verdiği cezaya da tanık olduğu bölümdür. Kadir bir bakıma anlatının vicdanıdır.
Yarım kalmış bir roman olarak kabul edilse de aslında kitap kendi içinde kendini tamamlamıştır. Sanık Selim, kendi cezasını kendi vermiş, hayal kırıklığı içinde, gözünü kırpmadan Yunan karargâhına tek başına gitmiştir. Elde ettiği erkekliği onu parçalamış, yok etmiştir. Bu durum hem bir cesaret ve kahramanlık öyküsüdür hem de elde ettiği şeylerin hiçliğinde, kendini daha doğrusu “şiddet”ini, “erkek”liğini cezalandırmadır. Şiddet uyguladıkça (Ali’ye işkence yaptıkça) kendi gücünü kaybedip onun güçlendiğini görmüştür.
Joyce’a göre; “Sanatçı, soyunun yaratılmamış vicdanını yaratır.” Bizler de Joyce’u haklı çıkarırcasına, konusu ve anlatımıyla diğer büyük edebiyat yapıtlarının yanındaki yerini alan romanın son sayfasını çevirdiğimizde, yaptığımız vicdan muhasebesiyle romana kendimizce bir son yazıyoruz, tüm savaşların son bulacağı, şiddet dilinin yok olacağı bir dünya dileyerek.
Yararlanılan Kaynaklar
Canistan, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları
Yaratma Cesareti Rollo May
Sevginin ve Şiddetin Kaynağı Eric Fromm
Kitapeki’nde yayınlandı
Varoluşçuluk Ekseninde Yusuf Atılgan’ın Karakterleri | Sülbiye Yıldırım