“Her çağın edebiyatında o çağın ruhuna uygun bir moda karakter/egemen karakter vardır.” Hippolyte Taine
Türkiye’de 1950 yılında yapılan seçimle, uzun yıllar süren tek partili yönetim son bulmuş, Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Bu durum siyasal alanda olduğu kadar, toplumsal bağlamda da dikkat çekici değişim ve dönüşümleri de beraberinde getirmiştir.
DP önceliği ekonomik kalkınmaya vermiş, CHP döneminde başlayan liberalleşme politikalarına hız kazandırarak, özel sektörün gelişmesine öncelik tanımıştır. Bu sistemin geniş kitlelerce benimsenmesi için çalışmıştır. Özellikle Marshall yardımı sayesinde ilk yıllarda başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması gerçekleşmiş, limanlar, barajlar, köprüler, köy içme suları, kent düzenlemeleri gibi hizmetlerle Türkiye’de hızlı bir yapılaşma sürecine girilmiştir. Büyük kentlerin geleneksel kent dokuları ve eski kent merkezleri, geniş yollar ve bulvarlar yapılması adına geleneksel sivil mimari hiç önemsenmemiş hatta modernleşme adına yıkımı adeta yüreklendirilmiştir.
Dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmeyi hızlandıran liberal adımlar, dış politikada ABD’nin başını çektiği emperyalist sisteme eklemlenmeyi beraberinde getirdiğinden, II. Dünya Savaşından sonraki ‘Soğuk Savaş’ döneminde Türkiye taraf olarak ABD’yi seçmiştir. Bu seçimlerin sonucunda Türkiye’de Amerikan tarzı yaşam biçimi yüceltilerek toplumun tüm kesimlerine adeta dayatılmıştır. Bu süreç, toplumda hızlı ve köklü kültürel değişimlere yol açmıştır. Tüketim çok hızlanmış, ekonomik kazanç ve tüketim alanına yeni sınıflar oluşmaya başlamıştır. Paranın bollaşmasının çeşitli halk kesimlerinde neden olduğu değişiklikler sonucunda, toplumsal geleneklerde çözülmeler baş göstermiştir. Bu çözülmelerin en önemlisi, tüketime karşı olan ve yerli ürün kullanmayı özendiren, yücelten geleneksel ideolojinin zayıflaması ve giderek yok olmasıdır.
Aynı dönemde radyo yaygınlaşmış, her çeşit eğlence yerleri çoğalmış günlük hayatta gözle görülür, köktenci değişiklikler yaşanmaya başlamıştır. Artan karayolları kapitalist dolaşımla birlikte kültürel dolaşımı da hızlandırmıştır. Yeni yetişen zenginlerin çeşitli ihtiyaçlarına cevap veren yeni gazino ve eğlence kültürü şekillenmiş, Amerika’nın “caz çağı”na benzer bir israf ve gösteriş kültürü oluşmuştur.
1954’e gelindiğinde ise; izlenen yanlış ekonomik politikalar teklemeye, kapitalist büyüme düzensizleşmeye evrilmiştir. Bu da toplumda huzursuzlukların, itirazların doğmasına neden olmuştur. Baş gösteren huzursuzluğu gidermek için DP hükümeti baskı ve zora başvurmuş. Özellikle aydınlara baskı artırılmış, demokratik özgürlükler yok edilmeye başlanmıştır.
Tüm olumsuz gelişmelere ve baskı ortamına rağmen 1950-60 yılları arasında hemen hemen bütün sanat dallarında, edebiyatta ve basın dünyasında büyük atılımlar, çeşitlenme ve zenginleşmeler görülmüştür. Sanatçılar hiç olmadığı kadar batılı kaynaklara yönelmişler ve orada yaşanan sanatsal yenilikleri uygulama çabasına girişmişlerdir. Gelenekle mücadele edip geçmişi eleştirel gözle değerlendirirken, bir yandan da Batı’da etkili olan akımlara ve kurumlara kapılarını açmışlardır. Özellikle ekonomik gelişmelerin yarattığı ‘Modern Hayat’ ve onun yarattığı, dünyası hızla değişen ‘Modern Birey’in değişen gereksinimleri sanatta da değişimi, dönüşümü ve yeni arayışları beraberinde getirmiştir. Bu modern bireyin yanında, yoksullaşan ve işsiz kalan kırsaldaki köylünün kente göçünün yarattığı gecekondulaşma da ayrı bir olgu olarak modern bireyin farklı bir bileşeni olarak kent yaşamına eklemlenmiştir. Yeni insan tipleri ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde resim, heykel, karikatürde, tiyatro ve sinemada niteliksel ve niceliksel gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemin en önemli özelliği; gerçekçilik anlayışındaki değişimdir. Salt dış gerçeğe bağlanan, fotoğraf gerçekçiliğinin dönemi bitmiştir. Gerçekçiliği yansıtmak için kişinin duygularını, hayallerini ve düşlerini de yansıtmasının gerekliliği zorunlu hale gediğinden, yenilikçi şair ve yazarlar, “şimdi”yi yakalamaya çalışmışlar ve yapıtlarında bir takım öz ve biçim yenilikleri denemeye başlamışlardır.
Tek parti döneminden çok partili dönemin içine düşmüş, kentleşmenin başlangıcı içinde ‘birey’ olmanın sıkıntılarını yaşayan, kentli olmaya farklı anlamların yüklendiği, yeni kent bilincini oluşturmaya çalışan genç edebiyatçıların, gelenekselle çatışmaları yeni edebiyatı oluşmaktadır. Kısaca 1950’li yılların ortalarına doğru, yerleşik hale gelen edebiyat anlayışını doğuran şey; büyük ölçüde farklılaşmış olan ihtiyaçlara cevap vermeye yönelen, dilde ve yapıda yenilenmeyi hedefleyen bir edebiyat anlayışıdır.
Yazarlar anlatılarında iç konuşmaları, düşsel örüntüleri, bilinç dışını kullanılmaya başlar. Böylece yüzeyde kalan gerçekçilikten vaz geçilmiş olur. Öze vurgu yapılır. Yaşanan dönemin yarattığı sosyal yapının ve yaşam tarzının gereksinimlerine yanıt arayışının zorunlu bir sonucudur bütün bu gelişmeler. Bu dönemde etkili olan düşünce sistemi Varoluşçuluktur, sanat akımı da gerçeküstücülüktür. Beckett, Camus, Kafka, Sartre çevirileri edebiyatımızı besleyen kaynaklardır. Dergiler bu akımlarla ilgili özel sayılar çıkarmış, edebiyat çevrelerince çokça tartışılmıştır. Heidegger, Nietzsche, Kierkegraad, Rilke, Jean Paul Sartre’dan çevrilmiş yazılar edebiyat dergilerinde yer almaya başlamıştır. Bu yazarların yeni çevrilmeye başladığı bu dönemde Varoluşçuluğun edebiyat üzerindeki etkileri çok fazladır. Özellikle Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Demir Özlü bu etkinin altında kalan öncü yazarlardandır. Bu dergilere varoluşçu felsefecilerden çevirileri yapanlardan biridir Yusuf Atılgan. Türkiye’de bu dönemde düşün ve yazın dünyasını etkileyen Varoluşçuluk, insanın kendini gerçekleştirme olanaklarının bütününü ifade eden, insanı konu edinen, insana yönelik bir felsefedir.
Leyla Erbil ve Kült Bir Roman Olarak ‘Cüce’ | Sülbiye Yıldırım
İnsanlık için 20. Yüzyıl dönüm noktalarından biridir. Aydınlanma ile başlayıp sanayi devrimiyle devam eden süreçte, İlerleyen bilim ve teknikle birlikte, birey için daha iyi, daha mutlu, daha yaşanılabilir bir dünya beklenirken, gelinen nokta milyonlarca insanın kendi cinsinden başkaları tarafından acımasızca yok edilmesi olan iki büyük savaş, insanın korkularını derinleştirdi, insanlık üzerinde derin psikolojik ve sosyal yıkıma neden oldu. Umutsuzluğunu artırdı, kaygılarını derinleştirdi, içine düştüğü bunalımda çaresizliğin yaşadı. Bunun sonucunda da; insanlık tarihi boyunca felsefenin yanıtını aradığı; “Varlık olarak insanın ve hayatın anlamı nedir?” sorusu, 20. yy.da da insanın en büyük problemi oldu. Hegel “Her felsefe çağını düşüncelerde dile getirir,” der. Bütün bu olumsuzlukları aşma çabası ve çözüm arayışı sonunda Varoluşçuluk, çağı anlama ve anlamlandırmada çabasında insana ışık tutmuştur, çağın düşüncelerini dile getirmiştir.
Kökleri Pascal’a kadar uzanan Varoluşçuluk, yüzyılımızda en çok tanınan ve bilinen bir felsefedir. Bunun nedeni Varoluşçulukla ilişkilendirilen filozofların aynı zamanda edebiyatçı da olmaları, felsefelerinden çok edebi yapıtlarıyla tanınmalarıdır. Bunlarda Jean Paul Sartre da en bilineni, en özelidir.
Varoluşçuluk; modern insanın yalnızlığında, yabancılaşmasında, en önemlisi de, ölümle hesaplaşmasında geldiği noktayı en iyi açıklayan ve kitlelere kolay ulaşabilen bir düşünüş biçimi olmuştur. Toplumsal olayların ve tarihsel gelişmelerin bireyi içine ittiği kaotik ortam ve bunun insanda yarattığı yıkım onu çevresine yabancılaştırmakta, kendi içinde arayışlara itmekte, yalnızlaştırmaktadır. Yalnız olduğunun bilincinde olan tek canlı, insandır ve yalnızlığına katlanması zordur. O yüzden sorunları hiç olmadığı kadar derinleşerek, yaşama yabancılaşması artar.
Albert Camus’nün Yabancı’sında Saçma Kavramı | Neşe Demirdeler – Erdem Dönmez
Yabancılaşan insan “Güçsüzdür”, geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünür. “Anlamsızlık duygusu” hâkimdir. Yaşamın amaçsız olduğunu düşünür. Yabancılaşmanın olduğu toplumda “kuralsızlık” hâkimdir. Toplumdaki yerleşik değerlerden kopar. Gelenekçiliği yadsır, hatta küçümser.
Bireyler kendilerini toplumdan yalıtılmış, toplumsal ilişkilerden dışlanmış ve dolayısıyla da yalnız hissederler. Bu durumda “kendi gerçekliğini de kavrayamaz” duruma gelir, gerçeklik duygusunu yitirir. Yitirilenlerin yerine odağa kendisini oturtan insan için artık insan, kendisi için bir sorunsal olmuştur.
Varoluşçuluğun edebiyata yansıması 1940’lı yıllara rastlar. Zeynep Direk’in tespitiyle; “Ülkemiz özelinde Varoluşçuluğu incelediğimizde ise karşımızda Sartre’dan etkilenmiş ama onun yalnızlık ve yabancılaşma imgeleri üzerinde yoğunlaşan bir anlayışın edebiyatımızda 1954’den sonra etkili olduğu görülür.” Dolayısıyla, bu dönemde ortaya çıkan edebiyat “yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın, anlam yitiminin” doruğa ulaştığı bir dönemin edebiyatıdır. “Edebiyatçıların da yaptığı; yitip giden anlamı, sanatın aşkın boyutunda, yozlaşmanın/sıradanlığın üstüne çıkarak farklı bir düzlemde, farklı bir gerçeklik ontolojisi içinde yakalamaya çalışmaktır.” Bütün bu anlatıların ışığında Aylak Adam’a bakacak olursak;
Her şeyden önce Yusuf Atılgan da Varoluşçuluğun etkisinde olan bir yazardır. Sartre, Camus, Dostoyevski Atılgan’ın en çok etkilendiği yazarlardır. Bireyin sorunlarını felsefi ve psikolojik açıdan ele alan iki romandır Aylak Adam ve Anayurt Oteli. Modern edebiyatımızda çok önemli yere sahiptir. Çünkü C. ve Zebercet; Varoluşçuluk felsefesinin en önemli imgelerinden olan ‘yabancılaşma’ ve bunun sonucunda bireyin yalnızlaşmasının bütün özelliklerini taşıyan, çok özgün birer karakterlerdir. Kitle içindeki tek adamlardır. Tek, yalnız, yabancı ve Atılgan’ın kendi söylemiyle; tutunacak bir “tutamak” arayan bireylerdir. Zebercet ayrıca; yaşamın anlamsızlığı, iletişimsizlik ve yalnızlığının içinde yok olan bireydir. Camus’nün Meursault karakteri ne kadar Fransalı bir yabancıysa, Yusuf Atılgan’ın Zebercet ve Aylak Adamı C.de o kadar Türkiyeli yabancıdır. Bizden, bize özgü yabancıdır.
C., insanlar arası ilişkileri sınırlı olan daha çok kendi kendisiyle baş başa olan karakterdir. C.’nin peşinde olduğu; anne kaybında Zehra teyzesinde idealleştirdiği sevgidir. Yalnızlığın yok edici etkisinden kurtulmanın tek yolu, “sevgidir” çünkü. C. nesnel bir yaklaşımla sevgiyi arar. İlişki kurabildiği, üstelik bir yere kadar sevebildiği kadınlar vardır. Ama bir türlü tutarlı olamaz; bir süre sonra bırakır, çünkü kadınlar karşı olduğu geleneklere bağlılıklarını aşamamış kadınlardır.
C., hem geleneklere karşıdır, hem de o geleneklerin bütün özelliklerini temsil eden ‘babasına’ karşıdır. Toplumun değer yargılarıyla uzlaşmaz, aslında uzlaşmak da istemez, adını bile reddeder, alışkanlıklara, toplumun bireye yüklediği değerlere karşı çıkar, diğerleriyle ilişki kurmaktan kaçınır, ilişkilerinde kuralı kendi koyar. Arkadaşları da dâhil olmak üzere herkesle bir çatışma içindedir ve bu çatışmaların sonunda da yalnızlaşır çünkü diğerleriyle paylaşacak ortak değerleri ve zevkleri yoktur. ‘Diğerleri’ yalnızlığını pekiştiren şeylerdir. Zaten diğerlerinin yapmadığı şeyleri yaptığı için aylaktır.
C.’nin aylaklığı toplumun günübirlik ilişkilerine, dedikodularına, eşya düşkünlüğüne, eli paketlilere, sadece tensel dokunmadan ibaret cinsel ilişkilere bir başkaldırı da taşır. Evliliğe, insanı sıradanlaştırdığı için karşıdır. Onun için tekdüzeleştiren çoğunluğun bir parçası olmasına neden olan bir eylemdir evlilik ve bu nedenlerden dolayı da toplum tarafından yüceltilir. Çünkü toplumun kendine benzeyenlere gereksinimi vardır.
C. aydın bir kişidir, bütün zamanını sokakta, aylaklıkla geçirir. Aylak Adam C. büyük şehri mekân olarak seçmiş, bireyin toplumla ve yerleşik değerlerle olan çatışmasını estetik bir yapı içinde somutlaştırmıştır. İşte toplum içinde yaşayıp bütün bu reddiyeyi yapmak çok güçtür, C. bu güç işi başarmaktadır o yüzden; “Aylaklık dünyanın en güç işidir.” Aylaklığı, babasının sağladığı olanaklarla isteyebileceği her şeye sahip olmanın rahatlığında sürdürmektedir ama aynı zamanda da babasını çağrıştıran her şeyin karşısında yer aldığından huzursuzdur. C. yabancılaşmasının bilincindedir ve onu aşmak ister. Sürekli ideal sevgiyi arar. Roman boyunca, annesinin ölümünü teyzesinin sevgisine yaslanarak aşmaya çalışırken, babası tarafından kirletilen “sevgi”yi temizleme, tekrar anlamlandırma çabasındadır. Teyzesinin babası tarafından “cinsel bir nesne” haline getirilmesi onu yaralamıştır. Üstelik babasının her kadını, neredeyse sadece cinsel bir nesne olarak görmesi ondaki yaraları derinleştirmiştir. C.’nin roman boyunca yaptığı; kaba, saldırgan, sevgisiz, kirli ticari ilişkileriyle zenginleşen ve kirli cinsel ilişkileriyle de evi kirleten baskın bir baba modeli yüzünden, kendini ve yaşadığı toplumu kabullenememe, varoluşunu sağlayamama bunalımını yaşamaktadır. Roman boyunca hem babasından kurtulmaya çalışarak, hem de sevgi arayışını sürdürerek hayatına bir anlam katmaya çalışır.
İdeal sevginin karşılığı Zehra Teyzesi’dir, çocukluğundan itibaren babasının kirlettiği o ideal sevgiyi arar. İdeal sevgiyi taşıyan kadının nitelikleri teyzesininkilerle birebir örtüşmelidir. Saf kokulu, temiz, koyu mavi gözlü, düzgün bacaklı ve şefkatli olmalıdır. Zaman zaman ideal sevgiyi bulduğunu düşünür. Ayşe ressam, entelektüel, Güler ise geleneksel kadının temsilcisidir. Her ikisiyle de ilişki kuramaması, kadın erkek ilişkisine herkesten farklı bakmasından, yerleşik kurallara, geleneklere karşı olmasından kaynaklanmaktadır.
Büyük şehir yalnızlığın ve yabancılaşmanın derin yaşandığı mekânlardan biridir. İletişimsizliğin kaynağı da olan büyük şehir mutsuzluğun da kaynağıdır. C. her türlü uyumu reddettiğinden, diğerlerini yaşadıklarının farkında olmayan sürü olarak gördüğünden hem ‘aylak’ hem de mutsuzdur. Kentin, insanı kaybolmasına neden olan bu geniş mekânında yok olmuştur ama varlığı kurallara dâhil olmak zorundadır. Sebep olduğu trafik kazası, istese de istemese de reddettiği o toplumun bir parçası olduğunu fark etmesine yardım eder. Bireyler tek tek var olmalarına karşın yığının ve işleyen çarkın parçasıdır ve o bütüne karşı sorumludurlar. En ufak bir dalgınlık çarkı aksatmaktadır. Aksamaya neden olduğu zaman toplumun büyük öfkesiyle karşılaşmaktadır. C.nin aslında bu öfkeyi göğüsleyecek gücü yoktur. Aylaklığın arkasına sığınarak güçsüzlüğünü perdelemektedir. Arkadaşı Zebercet gibi hayatın anlamsızlığını kabullenip güçsüzlüğünde yok olmamıştır, bilinçli seçimler yapmıştır, hayatına varoluşsal anlam katacak sevgilerin peşine düşmüştür ama kendini kuşatan kent kargaşasındaki insan yığını ki, Atılgan bunu romanda “karıncalar” olarak isimlendirmektedir, “Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma, alaycı düzen” karşısında gücünü gösteremez. Kolaya kaçar, mücadele etmez, Yığınları değiştiremeyeceğini düşünür ve susar. Buradaki susuş aslında bir noktada sorumluluktan kaçmaktır. Yabancılaşmanın ve yalnızlaşmanın derinini kabullenmektir.
Aylak Adam C. yabancılaşmayı aşmak için yabancılaşmanın kaynağına değil de daha çok sonuçlarına yönelir. Yabancılaşmasından toplumun değer yargılarını ve babasını sorumlu tutar ama toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelik, ya da anlamaya yönelik bir düşünce taşımaz. Susmayı seçmesi de aylaklığı seçmesi gibi bilinçlidir ve büyük kent insanının içine düştüğü çıkmazıdır. “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
Teslim olmuştur.
Sonuç olarak Yusuf Atılgan, “yabancılaşma” ve “yalnızlık” kavramlarını psikolojik olarak romanına taşıyan bir yazardır. Yazdığı üç romanda da ana izlek, “psikolojik yabancılaşma ve yalnızlıktır.” ama başka birçok özellikler romanların okumasını, anlamlandırılmasını ve yapısını derinleştirmektedir. Bunlardan bir diğeri şehirde, kasabada ve köyde ele aldığı yabancılaşma ve yalnızlaşma kavramında sadece bireyi odak almasıdır. Bireyi yabancılaşmaya iten nesnel koşullar ve bu koşullara eleştiri yoktur ya da dolaylı ve sınırlıdır. Romanlarının merkezinde “birey ve sorunsallaşması” vardır. Seçilen kent, kasaba ve köy mekânlarını yarattığı karakterin yalnızlığını, yabancılaşmasını ve iletişimsizliğini açıklayıcı tarzda betimler. Mekânsal özellikleri karaktere göre oluşturur. Zaman da anlatılan sıkıntıyı betimleyecek niteliktedir. Bireyler; Varoluşsal anlamda edilgen, itirazı olmayan bireylerdir. Nedenlerle değil sonuçlarla sorgularlar olayları, bu yüzden de karakterler önünde sonunda kendilerine dayatılanı kabul ederler. Bu sadece Canistan’da değişir. Daha sınıfsal yaklaşır bu romana Atılgan Canistan’ın ana karakteri ve toplumla bütünleşme çabası taşır.
Atılgan’ın karakterlerinde Varoluşçuluğun izlerini sürerken, ortak olan ana izleklerden biri olan erkek cinselliğinin, her üç romanında da merkez olduğunu görürüz. Bu ana izlek her üç romanda da farklı bakış açılarından işlenir. Canistan’da toplumun ‘erkek’ imgesine yüklediği güç ve iktidar olarak irdelenirken, Aylak Adam’da cinsellik modern bireyin nesneleşmenin imgesi, Anayurt Oteli’ndeyse modern bireyin var oluşunda bir çıkmaz olarak irdelenir.
Yusuf Atılgan’ın romanlarının en önemli özelliklerinden birisi de tarihsel arka planlarıdır. Aylak Adam’da Türkiye’nin kentleşme sancıları ve bu kentleşme içinde aydınların durumudur. Hatta dönemin düşün ve yazın dünyasındaki Varoluşçuluk tartışmalarını C.nin arkadaşlarıyla konuşmalarında, kendi kendine iç konuşmalar halindeki düşüncelerinde, yorumlarında görürüz. Özellikle son bölüm 1954-60 dönemi edebiyat dergilerindeki varoluşçuluk tartışmalarını çağrıştırmaktadır. Anayurt Oteli Osmanlının yıkılışının sosyal sınıfların değişimini feodal Keçecizade ailesi özelinde sezdirir ve Cumhuriyetin kuruluş tarihini gizler altında. Canistan Kurtuluş Savaşı ve feodal yapının anlatısıdır aynı zamanda. Aylak Adam’da ise; modern Türkiye’nin kentleşme ve sosyal değişim tarihidir arka planda okuduğumuz.
Yusuf Atılgan’ın romanları psikolojik okuması da oldukça derin anlamlar içeren kitaplardır. Her biri, her okumada çeşitlenen, okuyanı zenginleştiren ölmez edebi eserlerdir.
Yararlanılan Kaynaklar:
Varoluşçuluk – Jean Paul Sartre – Say Yayınlar
Kabuğunu Kıran Hikâye – Jale Özata Dirlikyapan – Metis Eleştiri
Aylak Adam – Anayurt Oteli – Canistan – Yusuf Atılgan – Yapı Kredi Yayınları
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 3 – Türkiye’de Varoluşçuluk -Zeynep Direk – İletişim Yayınları