Yazmak ve yazarlık üzerine filmler arayanlar, hem güzel hikâyeleri izlemek hem de motivasyon edinmek isteyenler için bu listeyi hazırladık. Yazarlık ve yazmak, bir filmin doğrudan konusu olduğunda izleyenin merak edeceği ve filmi çekenlerin de ilk değineceği konu, yazarın yazma süreci olur herhalde. Yazar nasıl yazar? En sıradanından en tutkulusuna, tüm yazarların bir ritüeli var mıdır? Yazmadan önce, yazarken ve sonrasında nasıl ruh hallerine girerler? Yazamama sendromu ne menem bir şeydir mesela? Ya da yazarlar, yazmadıkları zamanlarda ne kadar farklıdırlar? Daha derine inersek, bir insan neden yazmak ister? Kendiyle, dünyayla ve kelimelerle derdi nedir? Vesaire…
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler derken “yazarların hayatlarını anlatan filmler, yazar biyografileri, kitap uyarlamaları” seçkisi değil. Öyle olsa zaten birkaç filmle sınırlamak da çok zor olurdu. Seçki, beklendiği üzere kendi film zevkimi ve edebiyat anlayışımı yansıtmaktan kaçınamayarak hazırladığım, yazma eylemini ve çeşitli yazarlık hallerini merkeze alan filmlerden oluşuyor.
Daha açık ifade etmek gerekirse, örneğin, Stephen King’in romanından uyarlanan 1990 yapımı “Misery” filminde bir yazar ve eseri vardır kahramanlar arasında fakat filmin temel izleği “yazmak” değildir. Oysa aşağıdaki filmlerin hemen hepsinde yazarlık, yazma eylemi, yazamama sendromu, yazmanın varoluş ile ilişkisi gibi pek çok açılardan filmin merkezine alındığını göreceksiniz. Veya en azından benim öyle sandığımı…
Ayrıca bu bir “en iyi filmler” seçkisi olmayıp konuyu farklı açılardan ele alan filmlerden ve en önemlisi farklı film kategorilerinden derlendiğini söylemekte de fayda var. Bu açıdan bakıldığında, temel izleğin pek de “yazmak” olmadığı aşağıdaki bazı filmlerin, konu açısından türünün öne çıkanlarından olmaları da bu açığı kurtarabilir. Aynı zamanda, filmlerin sıralanması da bir derecelendirme esas alınarak yapılmadı.
En önemlisi, siz de her KalemKahveKlavye seçkisinde olduğu gibi yorum yapma bölümünü kullanarak bu listeyi çoğaltmaktan geri durmayın.
Yazmak ve Yazarlık Üzerine Filmler
Barton Fink
Coen Brothers filmleri arasında yer alan ve adını, kahramanının adından alan film, yeni ve önemli bir anlaşmaya imza atmış yazarımız Barton Fink ‘in, emaneten yerleştiği otelde yazmaya çalışırken başına gelenleri anlatıyor. Yazmak ve yazarlık üzerine filmler listesinde yer alma sebebi olarak filmin teknik başarısı kadar diğer filmlere göre daha “sembolik” ya da -hadi terimsel konuşalım da entel görünelim- “alegorik” olması.
Barton Fink ‘te pek çok cümle ve bazı olaylar, mitolojik ve mistik olarak sembolize edilmiş. Bu, bazılarına göre “otelin aslında bir cehennem olduğu” gibi açılardan değerlendirilirken, bazıları için de entelektüeller ile standart insanların çatışmasını anlatan bir film olarak görülüyor. Tabii, edebiyatın bir sektör haline gelişi ile ilgili sahneler de dikkatten kaçmamalı.
Biz bu seçkinin kodları açısından bakarsak Barton Fink ‘in bir yazma ortamı olarak “karanlık” atmosferine, yazarın yazma sürecindeki ruh haline dikkat edebiliriz. Kişisel bir ek olarak şunu da ekleyim: Barton Fink, bu listedeki diğer filmlere göre, daha çok “yazamamanın filmi” diye nitelendirilebilir. Yine de Barton Fink, bir seçki maddesi olarak ele alınmaktan ziyade uzun uzun incelemelere ihtiyaç bırakan bir film. Farklı analiz teknikleriyle bakıldığında hep daha farklı sonuçlar verebilecek olan filme karşılık Coen Kardeşler’in, insanların her sahnede bir şifre aranmasını komik bulduklarıyla ilgili beyanları olduğunu da analım.
Ayrıca Faulkner ve Kafka göndermeleri de bolca yer alıyor filmde.
Detaylı bir inceleme ŞURADA da mevcut.
The Words (Çalıntı Hayat)
Keşke doğrudan “Kelimeler” diye çevrilseydi, dediğim filmdir. Doğrudur, film standart izleyici için “çalıntı bir hayat” üzerinden gidiyor ancak edebiyatla ilgili izleyici için kelimelerin, yazabilmenin insan hayatında neleri değiştirebildiği ve daha önemlisi neleri değiştiremediği üzerine yapılmış en güzel filmlerdendir. O yüzden filmi incelediğim eski bir yazıda, Oğuz Atay’ın “Kelimeler albayım… Bazı anlamlara gelmiyor” ifadelerini kullanmıştım.
Bu seçki içerisinde, diğer filmlere nispetle en çok “aşk” kokan film olduğu için, bu kategorinin bir örneği olarak yer alıyor. “Yazar olmak” için kendi sınırlarını çok da aşmadan bedeller vermeye, yazarlığı bir tür kariyer planı olarak yapmaya çalışan “yazamayan yazar adayı”mızın bir gün bir antikacıdan alınan eski deri çantada, çokça zaman önce yazılmış kitap müsveddelerini bulmasıyla başlayan hikaye, müsveddelerin üzerine yatıp yatmama ikileminden ikinci şıkkın seçilmesi ve bir anda ödüllü bir yazar haline gelmesiyle devam ediyor. Lakin asıl mevzu, müsveddelerin gerçek sahibinin ortaya çıkmasıyla başlıyor.
The Words, bence ayrı ayrı “yazarlık ahlakı” ve “yayıncılık ahlakı” üzerine de güzel mesajlara sahip. Sözgelimi, romanın asıl sahibinin beklentisiz ve sessiz kalmasına karşılık romanı çalanın şaşaalı bir hayat sürmesi ya da kitabın çalıntı olduğunu öğrenen yayıncının “Bunu ilk yapan yazar sen misin sanıyorsun?” ifadeleri… Yazmak ve yazarlık üzerine filmler arayanlar için olmazsa olmaz…
Vaktiyle yazdığım ŞU İNCELEMEYİ de ekleyelim ve devam edelim.
Ghost Writer (Hayalet Yazar)
Seçkimizin “gizem” kategorisindeki filmi. Kime “Abi gost raytırı izledin mi?” desem, “Ha abi Hayalet Sürücü, güzel filmdi ya” cevabını aldım. Halbuki burada hayalet olan yazar ve bizde pek bilinmese de özellikle Avrupa ve Amerika’da epey özel bir meslek. Bir kitap yazmak isteyen, (çoğunlukla biyografi) ama yazar olmayan insanların, kitaplarını yazma işini emanet ettikleri insanlar oluyor “hayalet yazarlar”.
Film, Roman Polanski yönetmenliğinde Robert Harris’in “The Ghost” romanı temelinde çekilmiş. Eski İngiltere başbakanının Amerika’da bir adadaki yazlığına, kendisinin “hayalet yazar”ı olmak için giden yazarımız, daha önce bir başka yazar tarafından hazırlanan taslakla karşılaşır. Başbakanın karısı tarafından beğenilmeyen taslağın yazarı ise evin yakınlarındaki sahilde, söylentiye göre aşırı alkolden ötürü boğulmuş olarak bulunur. Eşzamanlı olarak, uluslarası mahkeme tarafından işkence ve adam kaçırma ile suçlanan eski Başbakan’ın ne olacağı da işin içine girince düğümler de ardı ardına örülür.
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler listesindeki diğer filmlere göre daha az “yazarlıkla” ilgisi olsa da film, hem bir romandan uyarlanmış ve romanın yazarının da Polanski’yle birlikte filmin mutfağında yer almış olması, hem de şüphe, paranoya, komplo teorileri içindeki bir yazarın, yazar kimliği ile bireysel kimliği arasında kalışını anlatması nedeniyle izlenmeye değer. Polanski’nin ince işçiliğini ve filmin havasına uygun şekilde yağmurlu, kasvetli ortamlarda geçmesini saymıyorum bile.
The Fountain (Kaynak)
Pek çokları “yazmak” ile ne ilgisi olduğunu sorgulayacaktır bu filmin, belki de duygusal sebeplerden ötürü almış olabilirim listeye, zira tüm zamanlarımın en iyileri arasında ilk sıralarda yer alır The Fountain. Yani yalnızca yazmak ve yazarlık üzerine filmler listesine sıkıştırılacak bir film değil.
Paralel akan ancak üç farklı dünyaya/zamana ait hikayelerden birisi, bizim dünyamızda ve zamanımızda geçen ve ölümü beklemekte olan hastamız Izzy ‘nin hikayesidir ve ölmeden önce bitirmek istediği kitabında da hikayelerden bir diğerini izleriz/okuruz. Izzy’yi gözlemlediğimiz bakış açısı, asıl baş karakterimiz olan, kocası Tomas’a ait.
Üçüncü hikayede bir Budist kılığında ve “varoluşun/yaşamın/yaradılışın kaynağına” doğru uçmakta gördüğümüz kahramanımızın etrafında beliren, çoktan ölmüş olan Izzy’nin ortaya çıkışlarında söylediği “Finish it!/Bitir” cümlesinin birkaç anlam katmanından birinin de “Hikayeyi sonlandır” olduğunu anlarız. Izzy, kendi yazmakta olduğu hikayeyi kocasının bitirmesini istemiştir. Belki bu seçkiyi de tam olarak buradan yakalayan film, hayal-hakikat çatışmasında, söz konusu “yazmak” olduğu andan itibaren hayalin ve hakikatin ne olduğunu, hatta ne olduğunun önemli olmayışını anlatıyor.
Aronofsky’nin başyapıtları içerisinde bence en uç ve fantastik, bir o kadar da “varoluşsal” örneklerinden olan The Fountain’in sayısız alt metni içerisinde, yazmakla ilgili olanına sıranın gelmesi elbette zor. Ancak hayatı yazmakla, yazarlıkla ilgili olanların, filmin belkemiğinde bir “yazarın” ve “yazma eyleminin” olmasını öncelikli olarak yakalayacağı da bir başka gerçek. Ve diğer hikayelerden en az biri, o yazarın yazdıklarına veya yazamadıklarına bağlı olarak şekilleniyor. Yazma eyleminin insan hayatıyla ilgili metaforu da bu olsa gerek: Yazar bir hayali yazabiliyorsa, o andan itibaren gerçek olan hiçbir şeyin önemi kalmıyor.
Filmle ilgili, inceleme sayılmaz ama lirik bir metin olarak vaktiyle “Elfaz” dergisi için sevgili Gülcan Demir ile yazdığımız iki parçalık yazılara da şöyle ulaşabilirsiniz:
Chinese Coffee (Çin Kahvesi)
Esasen bir tiyatro oyunu olarak Ira Lewis tarafından yazılmış olan Chinese Coffee, filmde de bu tiyatral havayı bozmuyor. Arada başarılı geri dönüşler haricinde film ağırlıklı olarak tek mekanda ve zamanda geçiyor.
Al Pacino ve Jerry Orbach’ın hem tiyatral, hem sinematografik başarıları ile olağanüstü bir seyir lezzetine dönüşen film, orta yaş ile yaşlılık arasındaki çizgiye gelmiş, iki “kaybeden” veya hadi Oğuzcuğum Atay’ı analım, “tutunamayan” yazarın hem hayatlarını, hem arkadaşlıklarını anlatıyor.
Karamizah türü altında değerlendirebileceğimiz Chinese Coffee, bu yazıdaki yerini karakterleri ile alıyor. Başarının para ve eşya ile özdeşleştirildiği bir dünyada daha yazarlığı seçtikleri an 1-0 mağlup başlayanların, bitmek bilmeyen mağlubiyetlerinin hikayesi. Ben film bittiğinde, kelime anlamı ne kadar olumsuz olsa da eğilip bükülmeden “mağlup” olmanın haz veren tadını hissettim. “Çin Kahvesi” ifadesi belki biraz da bunu anlatmak içindir.
Conversations with God (Tanrı ile Sohbet)
Neale Donald Walsch’ın aynı isimli üçlemesinin parçası olan kitaptan uyarlamadır. Aksiliklerin ve başarısızlıkların ardı ardına gelip sıfırın da altına düşürdüğü bir adamın, bir gün adeta görünmeyen bir güç yazdırıyormuşçasına yazmaya başlamasını ve Tanrı ile ettiğini düşündüğü sohbetlerden oluşan kitabın, onun hayatını kurtarışını anlatır genel olarak.
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler listesindeki yerini, bence bir tür “kişisel gelişim, iyi düşünelim iyi olsun” tadında olması ile alıyor film. Varoluşu anlamlandırma çabası ile ilgili de güzel ve sıkılmadan izlenebilecek bir film olmakla birlikte, şahsi fikrim, aynı çaba için “The Fountain” gibi filmlerin daha sağlam etkiler bırakacağı yönünde. Neticede film ne kadar güzel olursa olsun insan, “Tamam da o işler öyle olmuyor işte hacı” dedirtebiliyor bir yerde.
Stranger Than Fiction (Lütfen Beni Öldürme)
Yine absürd bir çeviri durumu var, gelin biz temiz temiz “Kurgudan da Garip” diyelim şunun çevirisine, hem Palahniuk’un aynı isimli kitabına da bir selam çakmış oluruz.
Tür itibariyle karamizah-komedi arasına koysak da yazar ile kahramanı arasındaki ilişkiyi ve adı üzerinde “kurgu”nun garipliği üzerine hoş bir film. Filmimizin zaman saplantılı ve mükemmeliyetçi kahramanının, aslında yazamama sendromu yaşayan ünlü bir yazarın kahramanı olduğunu ve ikisinin aynı zaman düzleminde yaşadıklarını öğrendiğimizde çarşı karışıyor efendim. Türkçe çevirisinde olduğu gibi, romanın bir şaheser olması için kahramanın ölmesi gerekiyor sonunda, yazar da artık gerçek hayatta yaşadığını bildiği kahramanı için ne yapacağını şaşırıyor. Temel çatışmamız bu.
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler listsindeki yerini “kurgu, yazar ile kahramanının ilişkisi, yazamama sendromu, bir Tanrı metaforu olarak yazar” gibi açılardan yakalayan filmde olayların bir yerde yine aşka dayandığını da hatırlatalım.
Midnight in Paris (Paris’te Gece Yarısı)
Sıradan bir romantik-komedi filmi olmaktan kurtaran şey, kuşkusuz bir Woody Allen filmi olması ve onun sinemacılığının her kareye işlenmiş olması.
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler seçkisi içerisinde, “yazma eylemi” sürecinden en uzakta kalan ama edebiyata en yakın olan filmlerden biri, Paris’te Gece Yarısı. Evlilik öncesinde Paris’e tatile giden ve çok da uyumlu olmayan bir çiftin ilişkisiyle başlayan film, kahramanımızın bir gece antika bir arabaya binerek geçmişe gitmesiyle devam ediyor.
Kahramanımız gittiği yerde Hemingway’dan Fitzgerald’lara, Dali’den Picasso’ya, T.S.Eliot’tan Coco Chanel’e kadar pek çok büyük sanatçıyla tanışıyor. Sanatçıların, okuduğumuz kaynaklardaki karakterlerinin ve görünüşlerinin yansıtılabilmesi, filmin başarısını yarı yarıya sırtlayan bir özellik. Başroldeki Owen Wilson’un oyunculuğu her ne kadar çokça eleştirilse de Marion Cotillard güzelliği olayı kurtarıyor, demeden geçemeyeceğim.
Yine de, illa yazarlıkla ilgili bir kısım da yakalamak istersek, belki de ideali yazarlık olan bir erkekle, onunla taban tabana zıt bir eş adayının, (daha ileri giderek eşin, sevgilinin) saçma ilişki biçimini de görebiliyoruz. Özellikle filmin bugünkü zamanda geçen kısımlarında, sıradan bir yazar adayıyla “kıl entelektüel” diye tabir ettiğim –ki bizim memlekette sürüsüne bereket- sanatseverlerin bir arada bulunduğu ve ufaktan karşılaştırıldığı sahneler de, itici sanat ve edebiyat ortamlarındaki şımarık havayı gayet yerinde yansıtıyor.
“Adam madem yazar olmak istiyor, ne işi var o hayatta?” diye soruyorsunuz. Cânım okur, yazarlar çoğu zaman doğrusunu bildiği halde yanlış sularda yüzmeyi seçtikleri için yazardırlar zaten.
Adaptation (Tersyüz)
Yazmak ve yazarlık üzerine filmler seçkisindeki örneklerden, yazamama sendromunun en baskın görüldüğü film Adaptation. Üstelik, idealize edilmiş yazar imgesindeki gibi, masanın başında entelektüel sıkıntılar yaşayan, tuhaf yöntemlerle yazacak bir şeyler arayan, mükemmelliyetçi ve dahi yazar yerine yiyip içip kilo alan, pasif, sosyal hayatta başarısız, yazamadığı çoğu zaman mastürbasyon yapan bir yazar görüyoruz. Bu anlamda bir anti-ideal olan kahramanımızın Nicolas Cage olduğunu da hatırlatalım.
Film, “John Malkovich Olmak” filminin yazarı olan Charlie Kaufman’ın, bu filmi yazma dönemini anlatmakla birlikte bir süre sonra adeta gerilim ve macera haline bürünmeye başlayan bir konuya sahip.
Bu seçkideki yerini iki önceki paragrafta anlatılan konusu ile birlikte kahramanımızın, hiç alakası yokken sonradan yazar olmaya karar veren ikiziyle ilişkisi bakımından da alıyor. Bir yanda mesleği yazarlık olan ve bunu en iyi şekilde yapmak için kendini hırpalayan bir yazar, diğer yanda bir hobi gibi başlayıp en sıradan yazarlık yöntemlerini deneyerek daha başarılı bir iş çıkarmış olan ikizi arasındaki çatışma, yazar olmak isteyen pek çok izleyiciye tanıdık gelecektir.
Tabii, bu ikiz kardeş için “Ya o onun alter egosu, yok o aslında. Fayt kılab” gibi diyenler de var. Onlara da saygı duyuyoruz.
Naked Lunch (Çıplak Yemek)
Bir William S. Burroughs roman uyarlaması olan Naked Lunch, bu seçkideki yerini “yazar ve bilinçaltı” temasından hareketle alıyor. Öte yandan diğer filmlere istinaden uyuşturucunun da en belirgin şekilde yer aldığı film, diyebiliriz. Filmde bol ve net şekillerde bilinçaltı, ego-alter ego meseleleri, sendromlar, fobiler, psikanaliz, seksüel kaygılar ve sanrılar görebilmekle birlikte pek çoklarınca yazarın romanının gerisinde kaldığı eleştirisi de, birçok uyarlama gibi bu uyarlama için de geçerli. Açıkçası bir Burroughs eseri yorumlayacak derinliği kendimde bulamadığım için daha detaylı yorumlar adına ŞU BAĞLANTIYI sunabilirim.
Deconstructing Harry (Yaramaz Harry)
Woody Allen ‘ın hiperaktif zekasıyla yazılıp yönetilmiş ve hiperaktif tavırlarıyla sergilenmiş muazzam filmlerinden “Yaramaz Harry”, Chinese Coffee filmiyle yaklaşık temalarda olsa da daha az dramatik, daha çok karamizah bir tavıra sahip. Yazar kahramanımız Harry Block’un yaşlılığa giderken geçmiş ve yeni hayat başarısızlıklarını anlatır temel olarak. Bunu anlatırken, yazarın, yani bir anlamda Woody Allen’ın geçmişteki evliliklerini, flörtlerini, kaçamaklarını, insan ilişkilerini, yazdığı kahramanların görüntüsüyle, hikayelerin içinden izleriz.
Bir süre sonra hikayelerin içinde, kendisini temsil eden kahramanlarla Harry’nin görüntüleri de karışmaya başlar ve film boyunca izlediğimiz farklı hikayeler ve kahramanların ardından filmin sonunda kahramanımızın aslında yazar olduğunu ve onun “hayatının hikayesi” içinde olduğumuzu daha iyi anlarız. Savruk, hayalci ve toplum ölçütlerine göre sorumsuz sayılabilecek bir yazar tiplemesi olan Harry, böyle bir hayat macerasını anlatırken itici ve yüzeysel sanatsever tiplere, sosyal veya kurumsal edebiyat ortamlarına, sanatçı/üreten insanlara alelade insanların “toplum değerleriyle” yaptıkları saçma muamelelere bol bol dokundurma yer alıyor.
Neden bilmem, pek çok Woody Allen filmi gibi “Yaramaz Harry” de bana Etgar Keret hikayelerini anımsatır. Velhasıl film en çok, yazarın kahramanlara esin kaynağı olan gerçek karakterlere değil, doğrudan kahramanlarına teşekkür etmesi ve kendi şahsında tüm sanatçıları “hayatta işe yaramak için fazla nevrotik ama sanatta harikalar yaratan” ifadesini kullanması sebebiyle bile bu listede yer alabilirdi, aldı da zira.
**
Bu filmler dışında bir de Capote var. Detaylı bilgileri malum kaynaklardan bulabilirsiniz. Ancak ben ne kadar uğraşsam da tam olarak bu seçkinin filmi olduğuna kendimi ikna edemedim. Ha seçkiyi bir yana bırakırsak, muhakkak izlenmesi gereken bir film olarak notumu düşeyim.
Benim üzerine konuşmaya az çok cesaret edebildiğim ve kendi zevkimce/fikrimce sevdiğim filmler bu kadar. Benzeri listeler ve film önerileri için aşağıdaki linkleri önerebilirim. Tabii, başta söylediğim gibi, eksik olduğunu düşündüğünüz, benim aklıma gelmeyen ve yazmak ve yazarlık üzerine filmler listesinde yer almayan başka filmleri yorum yoluyla da ekleyebilirsiniz.
- http://www.skokie.lib.il.us/s_audiovisual/av_lists/av_ls_movies/writing.asp
- http://www.imdb.com/list/AnP2yfxB0cI/
- http://www.geekweek.com/2010/02/20-greatest-movies-about-writers.html
- http://www.popmatters.com/post/157498-the-10-greatest-movies-about-writerswriting-of-all-time/
**
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
valla yazının başlığın görünce hemen defter kalem getirip filmlerin isimlerin tek-tek yazdım. Çok güzel bir liste yazmışsınız. Çooook teşekkürler. EN kısa zamanda bu filmlere mutlaka bakıcam. Zaten içlerinden bir tek The Words-e bakmışdım ve çok beğenmişdim.
Bu arada blogunuzu çok beğendim, ismin hafızama kazıdım.
ruby sparks`da ilave edilebilir sanki.
Reconstruction, The Hours, Capote, Ruby Sparks ve Kill Your Darlings de eklenebilir.
The Answer Man, The Magic of Belle Isle – Adanın Büyüsü filmleri de benzer konuları işlemektedir.Bunlarda izlenebilir.
Clark Gable ve Doris Day'den "Teacher's Pet" diyorum.
böyle bir liste ihtiyaç dahilindeydi. pek yerinde olmuş. benim önereceğim bir kısa film olacak. sadece yazmak değil, yaratma türlerinin (ya da sanatı/ yeni şeyler yaratmayı reddetmenin) hepsi için uygun düşeceğinden paylaşmak istiyorum.
http://www.shortoftheweek.com/2013/07/08/colourbleed/
Shadowlands (1993) de sayılabilir…
Sitenizi merakla takip etmekteyim.
Liste için teşekkürler…
Ruby Sparks unutulmuş ama liste bu eksik dışında gayet iyi.
Finding Forrester olabilir,İl Postino,Ölü Ozanlar Derneği..
Edgar Allen Poe 'nun hayatını anlatan film,The Raven
Shadows in the Sun (2005) de kesinlikle bu listeye eklenmeli. Hatta bu filme alternatif filmler ararken liste ve sitenizle karşılaştım. Ne güzel 🙂
Alkışş.. muazzamm..
http://www.kadrajsinema.com/yazmak-uzerine-yapilmis-15-film/
'Starting Out in the Evening' de eklenebilir listeye.
Liste ve yorumlar için çok teşekkürler. Reprise adlı filmi de ben ekliyorum. 7/10 civarında bir film benim için. Bu konudaki Türk filmlerini de merak ettim. Aklıma sadece Aziz Nesin'in yazdığı, bir karakterin yazılışına odaklanan Tatlı Betüş'ü geldi. Fakat o bir dizi filmdi. Acaba Türk sinemasındaki "yazarlık filmi" örnekleri neler?
Kelebeğin Rüyası.. etkisini uzun bir müddet üzerimde taşıdığım, repliklerini bir deftere not aldığım filmlerden. tavsiye edebilirim.
Kardeş çok sıkıcı çok kötü bir liste olmuş genel anlamda baktığımda..
emeğe saygı ama seçimlerinde güzel iyi filim koymalısın
“Dans la maison” da olabilir(beni bu yazıyı okumaya iten film)
Ex Drummer eklenebilir
http://www.imdb.com/title/tt0812243