Türk romanında aydın tipi, tiplemeleri ve karakterlerinin tarihi, bu Batılı edebî türün bizdeki ilk örnekleri ile kendini gösterir. O günden bugüne romanımızdaki aydın kişisi farklı pek çok bakış açısına sahip yazarca yorumlanarak ele alınmıştır. Aydın olmanın ne olduğunun yanı sıra ne olmadığı da iyi – kötü, olması gereken – olmaması gereken gibi karşılaştırmalar ile öne çıkarılmıştır. Bunun yanı sıra yazarların aydın tipi ve karakterinden anladığı nitelikler de dönemlerin siyasi – sosyal güncelliklerine göre değişmiştir. Her biri farklı edebiyat devresini ele alacak bu yazı serimizde, aydın tipinin geçmişten günümüze yolculuğuna bakacağız. İlk göz ağrımız Tanzimat romanları ile seriye başlıyoruz.
Tanzimat İle Başlayan Aydın Meselesi
Özellikle tüm sosyal konuların Tanzimat devri Türk edebiyatını çok etkilediğini biliyoruz: Liyakat, şeklen Batıcılık, kölelik, esaret, kadın – erkek ilişkileri bu konuların bazılarıdır. Bunları takiben aydın figürleri ve karakterleri de romanda Türk edebiyatının ilk örneklerini oluşturan Tanzimat ile başlar. Tanzimat devri nesrinin gazetelerde gelişmesi, ayrıca bu dönem yazarlarının gazetecilikten gelmesi de konuların tüm sosyal konulardan seçilmesinde belirleyicidir. Bu bakımdan bir uygar insan yaratma projesi olan Cumhuriyet’in köklerinden biri olan Tanzimat devri, aydın insan olmak ile de yakından ilgilenmiştir.
Tanzimat yazarı, özellikle ilk örneklerinde görüyoruz ki okuyucuya kendi ahlak felsefesi, ideolojisine göre ideal bir kişilik sunar. Bu yaklaşım, dönem aydınlarının ülkeyi mevcut kötü durumlarından kurtarma çabasıdır. Böylelikle kuramcı Mehmet Kaplan’a göre bir “yeni aydın tipi” ortaya çıkar. Bu tip, hem Doğu hem Batı’nın kültürel özelliklerini kendisinde bir arada toplamayı başarmış kişilerdir ve Tanzimat romanlarında da aydın karakter demek çoğunlukla bu demektir. Bir diğer deyiş ile Tanzimat yazarı için aydın demek “Master of Two Worlds” yani iki dünyanın da efendisi demektir. Bu, bugüne kadarki tüm diğer aydın anlayışlarının da başlangıcıdır ve bana göre sonrakilere kıyasla her zaman en güçlü tanımı içerir.
Dönem yazarlarının çoğunluğunu oluşturan gazeteciler, halkı eğitmek için kendi ideal tiplerini romanlarına giydirmişlerdir. Bu “giydirmeleri” bugünkü edebiyat mühendisliğinde bir teknik hata olarak görürüz. Yani, önü sonu ve yeterince derinliği olmayan, adeta “cartoon” figürlerin olması ya da yazarın şahsi mesajını karakterlerin ağzından doğrudan vermesi günümüz nesrinde bir kusurdur. Karakterlerin, yazarın bir mesajı uğruna sıkıştırılması ve de ona kendisini anlatma fırsatı tanımamak artık bir teknik hatadır. Ancak romanın Türk edebiyatında ilk örneklerini veren Tanzimat, bu değerlendirmeden belli ölçüde muaf tutulur.
Son olarak Tanzimat romanı için aydın, iyi eğitim almış ve birkaç dil bilen kişidir. Bu dil genelde o devrin uluslararası dili olan Fransızcadır. Öyle ki bu yeni insan tipi çeviri yapabilecek düzeyde Fransızca bilmeli, diğer yandan kendi topraklarının maneviyatını da benliğinde barındırmalıdır. Bunun yanı sıra her ne kadar “erkeğinin yanında” olarak konumlandırma yapılmış olsa da Tanzimat devri romanlarında kadının eğitimine, istihdamına da pek çok değinmiştir.
Felâtun Bey ile Râkım Efendi (1875)
Dönemin en çok eser veren ismi Ahmed Midhat Efendi, neredeyse bütün romanlarında aydın tipine yer açar. Ahmed Midhat’ın aydını, hem Batılı hem klasik eğitimde kendini geliştirmiş, yaşamını bu senteze göre kurgulamış kişilerdir. Felâtun Bey ile Râkım Efendi romanında yazar, ahlakı ve çalışkanlığı ile hayatını sürdüren, Beyoğlu’ndaki alafranga hayatın içerisinde olup değerlerini yitirmeyen Râkım Efendi’yi öne çıkarır. Fransızca bilen Râkım Efendi, hadis ve tefsirde de kendini geliştirmektedir. O, Doğu ve Batı kültürünü kendinde sentezleyen bir ideal aydın tipidir. Diğer yandan Felâtun Bey, değerlerini unutmuş, şeklen Batılı görünme gayesinde bir züppe olarak karşımıza çıkar. Roman, bu iki uçtaki karakterin kıyasıdır ve finalde Râkım Efendi galip gelir. Bu iki karakterin kimler olduğu aslında yazarın ilk açıklamaları ile çoktan anlaşılır ve karakter bizi şaşırtmadan hayatlarına devam ederler. Felâtun Bey ile Râkım Efendi romanının en önemli özelliklerinden biri ise bir sözcükte gizlidir: Sıçramak. Yazara göre Felâtun Bey’in babası Mustafa Merakî Efendi, Üsküdar’daki evinden Beyoğlu’na taşınmış, alaturkalıktan alafrangalığa sıçramıştır. Bu kelime neden bu kadar önemlidir? Medeniyetler taklit yolu ile benimsenemez. Bu nedenle sentez ve değişim de ancak bir “sıçrama” ile gerçekleşebilir. Son olarak Râkım Efendi’nin dillere destan çalışkanlığı da Ahmed Midhat Efendi’nin aydın tipinde taviz vermediği bir niteliktir.
Turfanda mı, Turfa mı? (1890)
Yazar ve fikir adamı Mizancı Murat, aydın tipi ve karakterini Ahmed Midhat Efendi’den sonra en ayrıntılı şekilde ele alan devir yazarıdır. Aydın tipi Mizancı Murat’ın Turfanda mı, Turfa mı? romanında hem kadın hem erkek tipleri ile öne çıkar. Baştan sonra yazarın kendi fikirlerini aktarma amacıyla yazdığı romanda en çok öne çıkan kişi ise Mansur olmuştur. Karadeniz’den İstanbul’a gelen Mansur, şehirde olanları gördükçe hayal kırıklığına uğrar. Robert Koleji’nin şehrin fatihi adına yapıldığı zannederken okulun bir misyoner okulu olması, memuriyetlerdeki kayırılma Mansur’un İstanbul’a olan aşkını giderek yok eder. Tüm mevcudiyetini ülkesine adamaya hazır olan Mansur, kimsenin yardımını istemediği gibi arkadaşı ile beraber muayenehane açıp orada fakirlere ücretsiz bir şekilde destek olur. Mizancı Murat’a göre Mansur, yeni insandır ve ideal aydın tipidir. Kendi ahlak yasasından asla taviz vermeyen Mansur, ihtilalci olan yazar Mizancı Murat’ın karakterinden ileri gelir.
Muhâdarât (1892)
Tanzimat yazarlarından biri olan, uzun yıllar ilk Türk kadın roman yazarı olarak bilinen* Fatma Aliye Hanım’ın yarattığı ideal aydın tipleri, birkaç erkek karakterin yanı sıra ağırlıklı olarak kadınlardan oluşur. Bu açıdan yazarın öne çıkan romanı Muhâdarât öksüz bir kızın sabır ve sebatla toplumda muteber bir seviyeye çıkmasının öyküsüdür. Fatma Aliye Hanım, erkek romancıların aşk konusunda kadını zayıf göstermesine karşılık erkeği zaaf içinde gösterme yoluna gitmiştir. Romanda da iyi eğitim almış, hiçbir kötü alışkanlığı bulunmayan, dürüst ve namuslu Mukaddem Bey’in tek bir zaafı vardır, o da âşık olduğu Fâzıla. Bununla beraber yazarın ideal aydın tipleri arasındaki erkekler, yüksek eğitim almış, eşlerine sadık erkeklerdir. Bunun yanı sıra diğer pek çok Tanzimat yazarı gibi Fatma Aliye Hanım da medeniyetin inşası için kadının eğitimine önem vermiştir. Fakat erkek romancılardan farklı olarak döneminin tek kadın romancısı olan Fatma Aliye Hanım, kadını sadece iyi eğitimli, iffetli ve erkeğine sadık olarak göstermez. Diğer yazarlardan farklı olarak Fatma Aliye Hanım’da kadın karakter, aynı zamanda kendi ekonomik bağımsızlığını elde etmiş, kendi ayakları üzerinde durmayı bilmiştir.
*Fatma Aliye ilk kadın romancımız olarak anılsa da ondan önce Zafer Hanım “Aşk-ı Vatan” (1877) adlı eseri yazmıştır. Zafer Hanım’ın tek bir roman ile sınırlı kalmasına karşın çok sayıda eser veren Fatma Aliye Hanım sıklıkla ilk kadın romancımız olarak kabul edilir.
Araba Sevdası (1896)
Recaizade Mahmud Ekrem’in 1896 yılında tefrika edilen meşhur Araba Sevdası İstanbul’un eğlence hayatı içerisindeki genç bir alafranga adamın, Bihruz Bey’in, aşkını ve bu uğurda düştüğü komik durumları ele alır. Züppe ve şeklen Batıcılık konusunda Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’i ile Araba Sevdası’nın Bihruz Bey’i adeta akraba gibidir. Gösteriş merakı, kibirli tavırları, şımarık tutumu ile Bihruz Bey tam bir dönem züppesidir. Bihruz Bey’in en büyük keyiflerinden biri berber ve terzi gibi meslek dallarındaki kişilerin yanında Fransızca birkaç kelime söyleyivermektir. Babasının ölümü ile büyük bir mirasa konan Bihruz, servetini kısa zamanda bitirecek bir şekilde hayatını yaşar. Recaizade Mahmud Ekrem bu yarı cahil – yarı eğitimli karakteri anlatırken onun geçmişteki eğitim hayatına da sık sık döner. Sanki bize, Bihruz’un yeterince iyi bir eğitim almadığı için bu hâlde olduğunu göstermeye çalışır. Bihruz doğru yetiştirilmiş olsaydı, dönemin modasına kurban gitmeseydi, sorumluluk alsaydı, işini gücünü tertip etseydi böyle olmazdı. Bu açıdan roman, ideal aydın tipini sunmaz fakat alafranga bir görünüş uğruna hayatını heba eden, kendini komik duruma düşüren Bihruz Bey’i anlatır.
Farklı pek çok disiplinde ve alanda içerik üretmeye, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü okuduğum üniversite yıllarında başladım. Görüyordum ki bu işte iyi ilerliyordum ve insanların geri bildirimleri de bu yöndeydi. Zaman geçtikçe kariyer ufkum daha da netleşmişti: Yazmak! E tabii bir de gezginliğin getirdiği fotoğraf çekme merakını eklemezsem boynu bükük kalır analogun.