Bu yazı, KalemKahveKlavye’nin “Bugünün Edebiyatı: Değişim mi, Çöküş mü, Geçiş mi?” dosyası kapsamında yayımlandı. DOSYANIN TAMAMI İÇİN TIKLAYINİyi edebiyat nitelikli zaman ister ve biz zamanımızı iyi kullanamadığımızda ortaya koyacağımız eserlerin de niteliği şüpheli olacaktır.
Bazen bir şeyi yazmaya başladığımda büyük patlamadan itibaren ne olduysa anlatmak istediğimi fark ediyorum. “Sosyal medya” denince de böyle ama söz veriyorum, kısa keseceğim.
İnternetle tanışıklığımızdan beri çeşitli iletişim ortamları oldu. BBS’i kaçırdım, ama chat (irc), icq, msn, ekşi sözlük, tahinpekmez, yahoo, geocities, googletalk, facebook, snapchat, twitter, instagram, pinterest ve whatsapp gibi uygulama ve websiteleri sayesinde yeterince “hat”ta kaldığımı düşünüyorum. Tüm bunların oluşturduğu ortamları bir düğün gibi düşünmek mümkün. Düğünün yapıldığı mekan, düğün sahibine yakınlık, diğer davetlilerle ilişkilere bağlı olarak kıyafetimizden saçımıza, ayakkabımızdan orada ne kadar kalacağımıza karar vererek davete icabet ederiz. Hiçbir düğüne yataktan kalktığımız gibi gitmesek de düğünün sonlarında kendimize dönmeye başlarız. Kendimiz oldukça rahatlarız. Bu rahatlama diğer davetlilerin dikkatini çekebilir, böylelikle olağan düğün sonrası/sırası dedikodularına ekstra malzeme verebiliriz. Ekstra diyorum, çünkü akşamın en başındaki o kusursuz duruşumuzda bile yolunda gitmeyen bir şeyler bulabilecek, bunun konusunu yapabilecek düğün dedikoducularının varlığını hepimiz biliyoruz.
Peki sosyal medya ve yazar/edebiyat ilişkisi nasıl?
“Kendin yayımla – Kendin pazarla” döneminde yaşadığımız için sosyal medyada yer almak bir keyfiyetten çok ihtiyaca dönüştü. Bazı yayıncılar pazarlama bütçeleri dahilinde bazı kitapları dolayısıyla bazı yazarları öne çıkarmak için piyasanın tüm olanaklarını kullanırken çoğu yayınevinin kitapları ve yazarları bu pazarlama çevriminin dışında kalıyor. Mecburen kendini bu ortamda bulan ve ortamda nasıl davranacağını kestiremeyen halaoğlunun arkadaşı gibi diğer kullanıcıların hareketlerini taklit ederek var olmaya gayret ediyor. Kimi uyum sağlama konusunda hiç zorluk çekmezken kimi ödünç kıyafetinin kusurlarını saklamakla ortamı tanıma arasında bocalıyor.
Aslında edebiyat ve sosyal medya birbirine tamamen iki zıt zemin. Birinin temel meselesi evrensellik ve kalıcılıkken, diğeri tamamen güncel ve unutulmaya dayalı. Biraz da bu yüzden sosyal medyayı düğüne benzetiyorum, bir yazar olarak sosyal medyada olmayı da istemediğim bir düğüne mecburiyetten gitmeye. Elbette bu curcunanın günümüz edebiyat algısına zararı dokunuyor. Algı diyorum, çünkü gerçek edebiyatı güncelde tescilleyecek bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Popülerin sanat olmadığını da söylemiyorum elbette. Okuru yönlendirenlerin edebiyat tarihçilerine nasıl bir miras bıraktıklarının belirsiz olduğunu düşünüyorum. Okuru yönlendirenler derken sosyal medya fenomeni diye adlandırılan takipçi sayısı fazla olan kişileri kastetmiyorum. Onların düğün salonunda piste yakın oturan ama özünde diğer davetlilerden farkı olmayan kişiler olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bu curcunada neler oluyor peki?
Öncelikle yazar “samimi” heyecanıyla kitabının çıkacağını/çıktığını duyuruyor. Bunda bir sorun yok elbette. Yazarı tanıyanlar da bu coşkuya ortak oluyor. Aynı kitabın kapağını sürekli zaman tünelinde görmeye başlıyoruz. Sosyal medya üzerinden gruplaşma ya da zümre oluşturma zannedilen, yazarların yazarlarla ilgili paylaşımları “biraz” takipçilere göz kırpmak, “bazen” takipçi aşırmak için. Düğünde uzun zaman görüşülmemiş zamanla çok başarılı olmuş ya da çok tanınan arkadaşla gereğinden fazla gülerek yapılan sohbetten farksız. Böyle yapan kişiler herkesin gördüğünden emin olduktan sonra garson ordövr tabağını almadan yerine dönüp şişmeye başlayan ayaklarını dinlendirir. Hem Rus salatasını jambona sürüp tek lokmada mideye indirmeliler, değil mi?
Bir de düğünlerin dedikodu çeteleri vardır. Bunlar hiçbir şeyi beğenmez. Sürekli bir kusur bulmak için çabalarlar. En kusursuz düğünde hava durumundan şikayetçi olanı bile gördüm. Bu güruhun sosyal medya versiyonu boş durmuyor elbette. Ortak düşman belirleyip birlikte hareket eden bu kişiler birbirlerinden de zerre hazzetmezler. İlişki ağları biraz Pierre Choderlos De Laclos’un Tehlikeli İlişkiler eserindekine benzer bir ağ. Tek farkla, neredeyse herkes kendini Marquise Isabelle de Marteuil zannederken kimse aslında Cécile de Volanges olduğunun farkında değil. Madame de Tourvel rolünü atfettikleri kişiler neyse ki bu saldırılardan ölmeden kurtulabiliyor. Garip bulduğum ise bu çeteleşmeyi gerçekleştirenlerin bu hikâyenin kimse için iyi sonuçlanmadığını hatırlamamaları. Elbette bu ağdaki insanların bu eseri çok iyi bildikleri ön kabulüyle yazıyorum bunları. En azından bir uyarlamayı izlemişlerdir. Bir de tabii eser -görece- kalıcı, sosyal medya paylaşımları geçici olduğu için, bu karalama çalışmalarının o küçük topluluğun bireylerinin zamanlarını yanlış/gereksiz kullanmalarıyla sonuçlandığını düşünüyorum.
Elbette bu bahsettiğim durumların edebiyata zararı dokunabiliyor. Sosyal medyada zaman geçiren yazarların üretimlerinde nicelik ve nitelik bakımından düşüşler olabildiği gibi, ortamın yıpratıcılığı yüzünden bazı yazarlar da eser yayımla(t)maktan uzaklaşabiliyor. Bu yalnızca şimdiki zamana zarar verebilir, çünkü geriye her zaman iyi edebiyat kalır. Bu zararı asgariye düşürmenin bir yolu iletişim ağlarıyla bağlantıyı tamamen kesmeden bu mecralardan uzaklaşmak olabilir. İyi edebiyat nitelikli zaman ister ve biz zamanımızı iyi kullanamadığımızda ortaya koyacağımız eserlerin de niteliği şüpheli olacaktır. Yeni bir çağda yaşadığımızın farkındayım. Bu çağın gereksinimleri arasında bilgiye ulaşmada ve yeniyi takipte çağdaşlarımızdan geri kalmamamızın gerekliliğine de katılıyorum. Yine de doğamız gereği dinlenmenin, edindiğimiz bilgileri yararlılık süreçlerinden geçirip süzmenin gerekliliğini de savunuyorum.
Kalıcılık, nitelik gibi konularda da sözlerimi İmparator Marcus Aurelius’un notlarıyla (Kendime, Hatıralar, Düşünceler) tamamlamak istiyorum:
“Bir zamanlar başkalarının yaşadıkları yaşamı, senden sonra yaşanacak yaşamı ve şu anda barbarların yaşadığı yaşamı düşün; kaç kişinin senin adını bile bilmediğini, bilenlerin kaçının çok geçmeden unutacağını, belki de şu anda seni övmekte olan kaç kişinin çok geçmeden seni yereceğini düşün; ne anıların, ne ünün ne de başka herhangi bir şeyin adını anmaya değeceğini düşün.(9.30)”[1]
[1] Aktaran: Tahta Gözler, Carlo Ginzburg, Metis Yayınları, Sf. 21
Manşet Görseli: John Holocraft