“Otobüs hızla dolmuştu. İçinde bir şeyler yer değiştirdi ve ağlamaya başladı, bir çocuk ağlaması gibi değil ama daha masum, dünyaya sessizce isyan edercesine ağlıyordu, bir yetişkin gibi, usulca… Her şeyi kontrol altında tutmak isterken dünyanın yükünün ne olduğunu da anlamaya başlıyordu.” ( s.222)
Özgür Topraklar‘ı okumayanlara nasıl anlatırım diye düşünerek ilerlerken bu paragrafta bir an için durakladım; sadece aradığım şeyi bulmuş olmanın rahatlığından değil, kitabın duygusal ritminin de bir sonucuydu bu. “Dünyanın yükü” dediğimiz şey hiçbir zaman sadece bu dünyada bulunmuş olmakla sınırlandırılacak varoluşsal bir yük olmadı elbet, bugünün dünyası ise bize yeni yeni yükler sunuyor. İnsan türü, bir yandan bilimde ve teknolojide ilerlerken, yeni eğlenceler, hazlar, yeni mutluluk ve huzur tarifleri üretirken bir yandan da yeni acılar, ıstıraplar hazırlıyor.
Neel Mukherjee’nin Man Booker 2014 uzun liste adayı olan kitabı Özgür Topraklar‘ı İrem Uzunhasanoğlu’nun temiz ve akıcı çevirisiyle Türkçeye kazandıran Timaş Yayınları, arka kapak yazısında şu ifadeyi kullanmış “yüzyılın merkezine yerleşen kavramları işliyor: Göç ve iltica…”. Doğru ama yeterli değil kanımca: Yazarın perspektifinin ve hassasiyetinin konumlandığı yerde güncel anlamlarını yitirip birer imgeye dönüşüyor göç ve iltica kavramları: İnsanın insana yaptığı, insanın doğaya ve hayvanlara yaptığı, insanın kendine yaptığı uzun erimli ve normalleştirilmiş bir işkencenin kitabı bu aslında.
Farklı çevrelerden, farklı sosyal koşullardan seçilmiş karakterlerin yaşadıklarını içeren beş ayrı öykü var kitapta. Sürprizleri bozmamak için yine arka kapaktan alıntı yapıyorum burada:
“Mumbai’deki bir aşçıdan sokaktaki dilenciye ve dans eden ayısına, şehirde yeni bir yaşam için köyündeki zorlu hayatını terk eden genç kızdan hayallerinin peşinde her şeyini yitiren inşaat işçisine- daha fazlasını istemenin, yeni bir hayata göç etme arzusunun temellerine iniyor.”
Araya başka coğrafyalardan göndermeler girse de hikâyeler merkez olarak yazarın memleketi Hindistan’ı alıyor, dolayısıyla bahsedeceğimiz ayrışmalar bir yanıyla kast sistemini de arka planına alıyor. Buranın kültürel unsurlarını, günlük yaşamını, yakın ve güncel tarihi ve tüm bunlar dolayısıyla buranın acılarını, sorunlarını serpiştiriyor hikâyelerine. Karakterlerin yaşadıkları, gezdikleri, gördükleri tüm yerlerde okuru da beraberinde gezdiriyor. Bu turistik bir gezi değil, bu açıdan görmek isteyenler de kendilerine uygun anekdotlar bulacaktır kuşkusuz ama bu aslında politik, tarihi, kültürel bir gezi. Dolayısıyla kahramanların etrafında bu coğrafyanın acılar haritasında geziyoruz. Ama insan ve hem mağduru hem faili olduğu acılar söz konusu olduğunda haritanın belli bir yerinde sıkışmak imkânsız hale geliyor tabii.
Beş öyküde, bu acı coğrafyasının farklı noktalarında gezinirken isimler, yüzler, adresler yabancı gelse de dünyanın yükü dediğimiz şey coğrafya fark etmeksizin hepimizi, biz okurları ve bizim coğrafyamızı da içine alıyor. Göç, iki kültürlülük, kendi kültüründen zoraki uzaklaşma ve bunun getirdiği bir yabancılaşma, aynı kültürün içindeki sınıf farklılıklarının getirdiği yoksulluk ve çaresizlik içinde yaşanan durumlar…
“Yanlarından akıp geçen tüm bu insan güruhu nasıl oluyor da bu kadar vurdumduymaz ve ilgisiz olabiliyordu? Acaba benzer bir çalkalanmayı onlar da içlerinde yaşıyorlar mıydı? Gerçek şuydu ki artık kendini gerçek bir Hindistanlı gibi hissetmiyordu, hayatını kazandığı konforlu Batı onun derisini bir güzel soymuş, sonda da onu güvenilir bir vatandaşa hatta iyicil bir birinci-dünya ülkesi liberaline dönüştürmüştü. Şimdi artık kendi ülkesinde bir turistti, ‘kendi ülkesi olmayan ülkede’ diye titizlikle düzeltti.” (s.19)
“Dünyanın yükü”ne takıldık diye yazarın sadece insanı merkeze aldığını, dosdoğru insancıl bir merkezden baktığı yanılgısına düşülmesin. Beni en çok etkileyen öykülerden Raju’nu hikâyesinde kahramanlarımız Lakşman ve onun tesadüfen bulup üzerinden para kazanacağı bir hale getirmek için türlü işkenceler yaptığı ayısı çıkıyor karşımıza. Lakşman’ın, ayı oynatarak para kazanan Kalenderilerden birinden aldığı tavsiye üzerine Raju’yu itaat eder hale getirmesi enikonu bir vahşet örneği. Yazarın tüy gibi hafif üslubu en başta bunu belli etmiyor ama kelimeler ilerledikçe birer kâğıt kesiği halinde acıtmaya başlıyor. Üstelik sempatik bir karakter de olan küçük yaştaki Lakşman’ın tüm bunları görece kanıksayarak yapması, zihinlerin nasıl biçimlendirildiği, şiddetin kuşaklar arasında bir devirdaim halinde nasıl iletildiği açısından kaydadeğer.
Beş öyküden bunu örnek vermemin bir nedeni de yukarıda belirttiğim gibi, sadece insan merkezinden değil diğer canlılar çerçevesinden de bakmış olması. Bu hikâye okuru tokatlıyor: Çünkü oraya kadar insanın insana yaptığı türlü zulmü okuyup mağdur karakterlere üzülürken, burada kendisi de mağdur sayılabilecek bir karakterin savunmasız bir hayvana yaptıklarını görüp irkiliyoruz. Karşımızda bağlamı “göç ve iltica” olan bir kitap olduğu için bu bağlamda ister istemez insan ticaretinin metaforunu da görüyorum bu öyküde: Çaresiz ve savunmasız bir canlıdan en üst seviyede faydalanmanın bir yolunu bir şekilde buluyor insan; ister kendi türünden olsun ister bir başka türden…
Bu öykü kadar ipucu vermek istemesem de son hikâyeye de üzerinden şöyle bir bakmak isterim. Bu öykü küresel açılımları kadar bizim coğrafyamız için de iki sebepten önemli: Birincisi, merkezinde kadın kahramanlar var, onların gözünden, kadının bu topraklardaki konumundan pek yabancı olmadığımız ama her coğrafyada farklı türlerini gördüğümüz mağduriyetlerini görüyoruz.
Bir diğer can alıcı nokta da Türkiye’nin hiç yabancı olmadığı bir hikâyeyi, çocukluk arkadaşı iki kadının gözünden, yoksulluk ekseninde anlatması.
“(…) annesi Milly’nin belleğine kazınmış olan şu sözleri bağırıyordu, ‘Açlık acısı en büyük acıdır, yanmakla eşdeğerdir, Tanrı bizi cezalandırmak için mide vermiş.’
Milly ve kardeşlerine göre normali böyleydi, yemek bolluğunun olduğu uzun sofraları bilmedikleri için şikâyet etmezlerdi, onların dünyası buydu, başka türlüsü yoktu.” (s.239)
Yoksulluğun getirdiği çaresizlikten çıkışı, maaşlı kölelikte zoraki de olsa bulan Milly ile çocukluğunda türlü baskılarına maruz kaldıkları Maoist gerillaların örgütüne katılmakta bulan Soni’nin hikâyesi bu…
“Milly bir şey söyleyemeyecek kadar şaşkındı. Ağabeyi ‘Özgürlükçülere katıldı,’ dedi, ‘kendilerine böyle diyorlar.’ iki ay önce bu özgürlükçüler okul binasını havaya uçurdular, onun ve senin gittiğiniz okulu… Çünkü hükümet orayı karargâh olarak kullanıyordu.'” (s.262-263)
Bir yanda baskıya ve kısıtlanan özgürlüğüne karşı hayatta kalmaya çalışan Milly ile diğer yanda ölse de yaşasa da bir biçimde kahraman olacağına inanmış olan Soni. Ve onların yıllar sonra karşılaşması… Türkiye’de edebiyatta, sinemada defalarca işlenen bir hikâyeyi, başka toprakların özgün bir kaleminden çıkan, oranın dokusuna uygun halini okumak hem edebi hem şahsi olarak etkileyici bir deneyim…
“Bu karmakarışık bir durum. Köylüler polisle Parti arasında kalmış durumda, ikisine de oynuyorlar. Riskli bir oyun ama… Hayatta kalmamız lazım, değil mi? Eğer bir tarafta görünürsek, o zaman güç diğer tarafa geçtiğinde yine sürünürüz. Anlıyor musun?” (s.272)
Ayrıntılarına girdiğim ve girmediğim tüm bu öykülerde, arada bunca farklılık ve mesafe varken nasıl oluyor da insanın hikâyesi hiç değişmiyor dedirten ama hemen arkasından da bu kadar değişmemesine rağmen nasıl bu kadar çeşitli, bu kadar zengin biçimlerde anlatılabiliyor dedirten bir kitap Özgür Topraklar. Eh, zaten edebiyat dediğimiz çabanın büyüsü tam da bu değil mi?
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)