Namık Kemal ve İntibah eseri çerçevesinde, “hürriyet şairi” olarak bilinen Namık Kemal’in kadın ve ahlak algısı üzerine bir Bilge Ulusman incelemesi.
Namık Kemal, Tanpınar ’a göre Batılı anlamda ilk romanı yazarak Modern Tanzimat Edebiyatı’nın kurucusu, ardıllarının öksüzlüğünü giderecek “baba figürü” olurken edebi anlamda en büyük hassasiyeti gösterdiği alan dildir. Tanzimat Edebiyatı’nın yalın ve açık hakikatini ararken “memlekete getirmek istediği bu yeni teknikte esas mesele olarak hemen hemen yalnız dili aldığı”[1] ifade edilir. Kendini ispat etmiş bir Divan şairi olarak Namık Kemal’in, Divan geleneğini yıkmak için çabaladığını biliyoruz. Meşrutiyet fikriyle beraber yakınlık duyduğu Batı’ya yüzünü çevirince, gelenekle hesaplaşan yenilikçi bir
tavır aldığı da açıktır. Buna rağmen, Kemal’in dilinde devam eden Divan şiiri söyleyişinin kasıtlı mı yoksa içine doğduğu kültürün bir “sızıntısı” mı olduğu bir yana, Namık Kemal asıl meseleyi dilde sadeleşmede değil, teknikte Batılılaşmada aramaktadır: “Hikaye yazmakta bir vazife daha vardır; o da muhatabı ıslah etmek veya eğlendirmek için münasebetli münasebetsiz akla ne gelirse söylemek tarz-ı kudema-pesendanesini ter ile tabiat-ı beşeriyenin tahliline çalışmaktır. Vicdan-ı beşerdeki serair-i kalbin en gizli köşelerine nazar taalluk etmedikçe bulmak muhaldir.”[2]
Peki, kahramanlarını tiplikten kurtarıp karakterizasyon başarısı gösterecek, metnin gerçekliğini birey psikolojisine dayayacak bu “Batılı teknik” denemesi, Namık Kemal’in eğlendirme ve faydalandırma amaçlı “edebiyat-ı sahiha” taraftarlığını ve ahlakçı anlatıcılığını yenebilecek midir? Bu makale, İntibah’taki anlatıcının bu bağlamdaki tavrını, “köle kadın” Dilaşup ve “habis karı” Mehpeyker üzerinden irdelemeye çalışacaktır.
Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nde yer alan;
“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” beyitiyle özetlenebilecek hürriyet aşkı, tüm siyasi ve edebi yaşamına yön verecektir. Edebiyat sahasında verdiği eserlerde, tiyatrolarından şiirlerine, makalelerinden romanlarına kadar fikri hayatının yansımasını izlemek mümkündür. Çünkü Namık Kemal de çağdaşı olan pek çok Osmanlı “aydını” gibi, edebiyatın eğlendirme ve öğretme amacı taşıdığı
varsayımından hareket etmektedir. Ancak bu gayenin, toplumsal belleğindeki, Jale Parla’nın deyimiyle[3], İslami epistemolojinin etkisi altında zaman zaman ezildiğini saptamak mümkündür. İntibah’taki iyi kadın-kötü kadın ikiliği de bu kararsızlığın bir sonucu gibidir. Nitekim Namık Kemal tüm hayatı boyunca köleliğe başkaldırmış bir düşünce adamıyken; yazar Namık Kemal, İntibah’taki anlatıcısıyla, Dilaşup’un köleliğinden bir edep, namus timsali çıkaracaktır. Mehpeyker’in köleliğiyse (seks işçiliği), bir şeytan, bir fahişe doğurmuştur. Halbuki her iki durumda da bir “zorunlu tercih”ten söz etmek mümkündür. Her iki kadın da bulundukları sosyal statüyü bir “miras” olarak alır, bulundukları sistemin içine doğarlar. Burada Namık Kemal’den beklenen, hem Dilaşup’u hem de Mehpeyker’i köleliklerinden kurtulmaya çalışmadıkları için, bu çabayı doğuracak fikri olgunluğa gelmemiş oldukları için eleştirmek olabilirdi. Fakat anlatıcının tercihi, köle Dilaşup’tan namuslu bir hanım yaratıp belki bir bağlamda onun köle statüsünü değiştirerek Dilaşup’u kurtarmak; Mehpeyker’in seks işçiliği biçimindeki köleliğini ise “temizlenemez” bir tabiat kusuru olarak okuyup ona şeytanlığı yakıştırmaktır. Bu durumda, doğanın uyanışını coşkuyla anlatan anlatıcı, bireyin cinsel uyanışına aynı tahammülü göstermeyerek, cinselliği, hürriyetin ve beşeri karakterin önünde açımlanamaz bir basit eğilime, bir düşkünlüğe indirger. Anlatıcının tabiriyle: “lezaiz-i süfliyye”ye. Anlatıcının ilk Mehpeyker tasviri, okurda uyandırmaya çalıştığı ilk izlenim açısından çok önemlidir: “Hanımefendi –ki ismi Mehpeyker’dir- ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali Bey’in tersine gayet namussuz, alçak bir ailede büyümüş ve reşit olur olmaz rezilliklerin her çeşidinde öğretmenlere üstat olmuştur. … [H]ilekar zekası ise bir derece idi ki ziynette peri güzelliğinde, zalimliğiyle meşhur Arap padişahı dirayetinde bir şeytan yaratılmış olsaydı istediği adama hükmetmede bu nazenin kadar maharet gösterir ya göstermezdi.”[4] Mehpeyker’se Ali Bey’e ilk gördüğünden beri “tutkun”dur ve önceleri huyu olduğu halde malını mülkünü araştırmaksızın Ali Bey’le fakir ve kötü huylu olsa dahi görüşmek isteyecek derecede aşık olmuştur. Gönlüyle dövüşürcesine ıstırap çekmektedir. [5] Ancak anlatıcı bunu
ikiyüzlülük yeteneği addeder.[6]
Mehpeyker’i okura, “iradesinin üstünlük silahı ve şehvani duygularıyla”[7] ava çıkmış bir fahişe olarak bildirmeyi yeğler. Ali Bey’i görerek ona aşık olması, Mehpeyker’in aşkını sadece bir “şehvani duygu” olma derecesinden ileri taşıyamaz. Fakat aynı anlatıcı, Dilaşup’u da Ali Bey’in kişiliğine değil, görünüşüne aşık etmiştir. Dilaşup “Ali Bey için alındığını” bilerek ve bunu öylece kabul ederek bir çeşit gönüllü cariyeliğe gidecektir. Fakat bu gönüllülük, Mehpeyker’in “iblisliğinin” aksine bir “zavallılık” olarak sunulur. Dilaşup bir kez gördüğü Ali Bey’in “yüzünün çekici yerlerinin her birini ayrı ayrı hayalinden geçirirken”[8] “namusu” zedelenmez.
Dilaşup ve Mehpeyker arasındaki bu “kayırma” şüphesiz anlatıcının benimsediği ahlak dairesinin ürünüdür. Bu tutumun metne böylesine net biçimde yansıması, anlatıcının okur üzerinde metni aşan bir gerçeklik algısı kurarak dış dünyanın ahlakına yönelik bildirimler vermesi, metin içinde sindirimi zor bir hakikat karmaşası yaratmaktadır. Okur olarak Mehpeyker’in samimiyetine ve aşkına inanmak istediğimiz, Mehpeyker’in iç dünyasını yansıtan diyaloglarda bu aşka ikna olduğumuz halde anlatıcı, uyarılarını sürdürerek Mehpeyker’e olan tahammülsüzlüğünü sergilemekten geri durmaz. Jale Parla Mehpeyker’in sözleriyle davranışları arasındaki bu çelişkiyi, Namık Kemal’in müdahil yazarlığı aşan
“muhbir yazar”lığı ile açıklar.[9]
Mehpeyker roman boyunca “tip”i aşan, “karakter”liğe giden varlığıyla okura kendini kendi sözleriyle anlatmaya çalışırken, anlatıcının ona “uygun bulduğu” davranışlar, Mehpeyker’in üzerine oturmuyor gibidir. Burada gaye, “hafif kadın”ın ahlaksız eğilimlerden, kölelik “kaderinden”, fahişe tabiatından kurtulamayacağını vurgulamak olabilir. Nitekim anlatıcının ikili zıtlığı kurabilmek ve metnin “mesajını” netleştirebilmek için Mehpeyker’le Dilaşup’un karakterlerini sabit tutması gerekir.
Fakat anlatıcının atladığı nokta, yukarıda da değindiğim gibi, Mehpeyker’in sufli lezzetler müptelası, tabiatı bozuk bir kadın olarak değerlendirilip içine doğduğu koşulların onu şekillendiren esas unsurlar olduğunun es geçilmesidir. Bu bağlamda, sufli lezzetlere tahammülü olmayan ahlakçı anlatıcı, Mehpeyker’e tahammül edemezken, Dilaşup’un gönüllü köleliğine, Namık Kemal’in tüm hürriyet çığlıklarına karşın, tolerans gösterir. Oysa Dilaşup da köleliği bir tabiat olarak taşıyor gibidir. Kölelik sistemine fikri bir başkaldırı göstermemesinin ötesinde, “cariye” olarak girdiği evde kendisine çizilen kaderi de gönüllülükle benimseyecek, Ali Bey’in hem hizmetine hem karılığına razı olacaktır. Böylece kölelik bu iki kadının da metin içindeki hakikati olacak; fakat anlatıcı bu değişmez kölelik fıtratını, sadece, lezaiz-i süfliyye köleliği üzerinden Mehpeyker’e yakıştıracaktır. Mehpeyker tabiatının kölesi olmaya mahkumdur. Ölüm sahnelerinde dahi bu ikilik sürecektir. Dilaşup “ölüsüyle dahi temiz ve güzel” kalarak nurlar içinde ebediyete çekilirken, Mehpeyker Ali Bey’in ellerini “intikam kanına bulayacaktır”. Ali Beyse Mehpeyker’in “kanlı cesedini dahi aşağılamaya” devam ederken, Dilaşup’un “kara toprağını gözlerinin yaşıyla sulayacaktır”.[10]
Görüldüğü gibi, İntibah’taki ahlakçı anlatıcı, toplumsal ahlakın kölelik üzerinden yaralanmasıyla değil, İslami epistemoloji çerçevesinde bireysel ahlakın sufli lezzetlerle yaralanmasından kaygılanmaktadır. Bu bağlamda Dilaşup’u kayıran ve Mehpeyker’in bir karakter olarak derinleşmesine, psikolojik buhranlarıyla hayatının yönünü kendisinin tayin etmesine izin vermeyen anlatıcı, bu köle kadınlara da nihayetinde ortak “kaderi” uygun bulmuştur. Dilaşup, Ali Bey için kendi yaşamını feda ederek kulluğunu sürdürürken, Mehpeyker de fahişeliğinin “bedeli” olarak Ali Bey tarafından öldürülür ve anlatıcının ahlak anlayışına dayalı toplumsal vicdanı rahatlatarak “hafif kadının ibretlik sonu”yla kendi kaderini gerçekler.
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı, İstanbul: Yapıkredi, 2010, s. 363.[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s. 362.
[3] Jale Parla, Babalar ve Oğullar, İstanbul: İletişim, 2004. S. 79.
[4] Namık Kemal, İntibah, İstanbul: Özgür, 2012. s 49.
[5] Namık Kemal, a.g.e., s. 56.
[6] Namık Kemal, a.g.e., s. 50.
[7]Namık Kemal, a.g.e., s. 97.
[8] Namık Kemal, a.g.e., s. 121.
[9] Jale Parla, a.g.e. s. 97.
[10] Namık Kemal, a.g.e. s. 188-189.