Sausser’e göre dil; bireydeki konuşma yetisinin kullanılabilmesi için, toplumsal yapı aracılığıyla kabul edilen anlaşmalar ve uyuşmalar bütünüdür. Yani dil toplumsal bir kurumdur.
Toplumu oluşturan bireylerin ortak dili, bireyin dışındaki verilerin toplamıdır. Bu veriler aynı zamanda bilinçdışını da oluşturur ve Sausser’in dil felsefesinde ‘’gösterge’’ olarak adlandırılır. Göstergeler var oluşunu gösterenlerle tamamlarlar. Toplumu oluşturan bireyler olarak gösterenler gösterge üzerindeki imgesel anlamın gerçekle bağını kurarken, hâkim dili kullanır. Hâkim dil, egemenin ideolojik dilidir ve bu ideoloji imgelerin anlamlarını kendi yararına, sürekli olarak yeniden üretir. Çünkü dil ile göstergeler farklı ideolojilerin birbirleriyle kesiştikleri ve çatıştıkları bölgedir. Dolayısıyla, tamamen göstergelerin ve dillerin bir bütünü olan edebi metinler, ideolojik etkilenimde kullanılan önemli araçlardandır. Bu edebi metinler aynı zamanda da toplumu oluşturan kültürel ögelerdir.
Edward Said ‘Oryantalizm’ adlı incelemesinde, edebi metinlerle oryantalizm ilişkisini dil felsefesi anlamında kurar ve oryantalizme farklı üç tanım getirir. Doğuya yönelik tanıma çalışması, batının doğuyu tanımlamasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımcılık ve en çok üzerinde durduğu, Oryantalizm sözcüğünün gerçek tanımı olarak kabul ettiği tanım; Doğu halklarının kültürüne yönelik ötekileştirme, küçümseme ve ön yargılı yorumlar yaratmak için başvurduğu bir yöntemin adıdır oryantalizm Edward Said’e göre ve bu siyasal tanım çok tehlikelidir. Çünkü Batı medeniyetinin Doğu hakkında kendi oluşturduğu ön yargılı, fantezilere ve hayallere dayalı olumsuz imajı düzeltmek adına, kendini kaptırdığı emperyalist düşlerini haklı görmektedir, oluşturduğu bu temel düşüncenin yarattığı popüler kültür ve edebiyat eserlerinin de bu amaca hizmet ettiği bir gerçektir.
Doğu mistik, egzotik, zayıf duygusal, rasyonel olmayan ve yönetilmeye muhtaç bir ‘’kadın’’, Batı ise rasyonel, güçlü, sert ve yöneten ‘’erkek’’tir. Doğu kendi başına medeniyete ulaşamaz, tembelliğin, zevkin, sefanın, acının, yenilginin hüzünlü adresidir.
Elias Canetti’nin Marakeş’te Sesler isimli eserine, Edward Said’in bahsettiği ve tehlikeli bulduğu siyasal anlamdaki Oryantalist bir eser olarak yaklaşmak doğru olmasa da, Batı’nın Doğu hakkındaki bütün olumsuz imgelerine kitabı oluşturan bütün bölümlerde rastlamaktayız.
Deve pazarları, bu pazarlarda develere acımasızca yaklaşan celepler, develerin kasaplık hayvan olarak kullanılması, yoksulluk, dilenciler, çarşılarda her şeyin açıkta satılması, pislik, alıcı ve satıcılar arasındaki pazarlık, sokaklarda kadınlara rastlanmaması, kadınların sokaklarda peçeyle dolaşması, tembellik, türbe, evliya, dilencilik ve Doğu’yu betimleyen daha birçok olumsuz imge. Bu imgelere bakarak, Canetti’nin yorumlama ve yargılama dili kullanmadan yazdığı bu eseri ‘siyasal anlamda’ oryantalist bir edebi metin gibi yorumlamamız doğru olmaz. Canetti’nin kullandığı dil, Said’in bir başka Oryantalizm tanımına götürür bizi; Doğu’nun imgesel görünümünün basit gözlemi, Doğu’yu öğrenme çabası. Canetti de, gözlemlerinin eşliğinde toplumu sosyolojik ve ontolojik anlamda algılayabilme çalışmasındadır Marakeş’te sesler yapıtında.
Sürgün bir yahudi olarak, İspanya’dan sürülen atalarının farklı coğrafyalarda yerleşmeleri, yüzyıllar süren sürgün yaşamları ve bu sürgün yaşamlarının bir parçası olan Kuzey Afrika ve daha birçok yerde kendilerine bir vatan edinme çabaları, Canetti’de o yitik cenneti aramayı miras olarak yüklenmeyi getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında ise, yapıt yazarın kendini aramasının çabasını da içermektedir. O yüzden de kitabın diğer bölümlerindeki dilinden daha farklı, hatta ayrıcalıklı bir dil kullanarak yazmıştır Yahudi mahallesi olan Mellah’a ait gözlemlerini, ‘Mellah’a Yolculuk’ bölümünde:
“Yahudi mahallesinde değil bir başka yerdeydim, çıktığım gezinin hedefine ulaşmıştım. Artık buradan başka bir yere ayrılamazdım, sanki yüzlerce yıl önce buraya gelmiş, ama sonradan geldiğimi unutmuştum. Şimdi ise her şeyi yeniden anımsıyordum. Kendi varlığımda duyumsadığım o yoğunluk ve sıcaklığı, karşımda sergilenmiş görmekteydim. Üzerinde dikilip dururken bu alandan başka bir şey değildim ben. Sanırım, her zaman için böyle bir alan olarak yaşamıştım.” (sf:48)
Dildeki taraflı anlatımı çok açıktır ve sanki Mellah’ı oryantalist imgelerden arındırmaya çalışmaktadır. Örneğin Mellah’ın çarşısından gözlemini şöyle aktarır:
“Gözlerini bir anda kaldırıp bakmak ve yoldan geçen bir kimse hakkında hemen yargıya varmak gibi bir özellikleri vardı. … Diyelim bir dükkânın önünde durdum, bende bir müşteri kokusu alabilir, beni bu bakımdan süzüp inceleyebilirlerdi, buna karşı bir diyeceğim yoktu. Ama o zeki ve çevik bakışları, bir dükkân önünde durmamdan çok daha önce hissediyordum.” (sf:44)
Buna bir başka örnek de Yahudi dükkân sahiplerinin bakışlarından Canetti’nin çıkardığı anlamdır.
“Bakışlar arasında düşmanca nitelik taşıyanları, soğuk, umursamaz, geri çeviren ve alabildiğine bilge olanları vardı. Hiç biri de aptalca bir ifadeyi içermiyordu. Hep tetikte bekleyen, ama kendileri bekledikleri düşmanlığa yol açmaktan kaçınan insanların bakışlarıydı hepsi, bir meydan okumadan eser yoktu bakışlarda, kendilerini gizlemeye çalışan ve bunu yapmakla da çok iyi eden bir korkuyla doluydu içleri.” (sf:44) Bir kaç satır aşağıda; “Hatta Araplar gibi miskin, yan gelmiş yatan bazılarının bakışlarında bile miskinlikten eser yoktu.” (sf:44)
Onurlandırıcı bir dil.
Elias Canetti’nin 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, Marakeş’e yaptığı geziden izlenimleri taşıyan, Ocak 1999 yılı basımı ‘Marakeş’te Sesler’ kitabının son bölümü, üç ciltlik yaşam öyküsünü anlattığı ‘Kurtarılmış Dil’ eserinden bir alıntıyla bitiyor. Bu alıntıda Yahudiliğini, sürgünlüğünü ve Rusçuk’ta geçen yaşamını anlatan Canetti, çocukluğunu yaşadığı o coğrafyadaki çok dilliliğe, etnik çeşitliliğe ve Bulgaristan’daki Türk etkisine de vurgu yapmaktadır.
“Avrupa Türk egemenliğinin bittiği yerde başlardı. İspanyol Yahudilerinden büyük çoğunluğu Türk uyrukluydu. Türklerin yönetimi altında her zaman rahat ve iyi yaşamışlardı. Balkanlardaki Hristiyan İslavlardan daha iyi konumu ellerinde bulundurmuşlardı.’’(sf:199)
1905 yılında, Bulgaristan Rusçuk’ta doğan, Modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düz yazıları olan, eserlerini Almanca yazan Canetti, “geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları iςin” 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.
Marakeş’te Sesler, Canetti’nin 1960 yılında Fas’a yaptığı gezinin notlarından, 1968 yılında yayınlanan ve on dört bölümden oluşan bir gezi-anı kitabı niteliği taşısa da, bakış açısının farklılığı ve yaklaşımındaki anlama çabası kitabın sınırlarını genişletiyor.
Kendi de dininden dolayı tarihin bir bölümünde ötekileştirilmeyi yaşayan Canetti, Batı tarafından sömürgeleştirilmiş ve geri kalmışlığının nedenleri olarak sosyal yapısı ve insanlarının ırksal özellikleri sorumlu tutulan, kısaca ötekileştirilen bu ülkede ziyaret ettiği yerin dilini ve kültürünü bilmeden çıkıyor geziye. Gezdiği yerlerde yaşadıklarını dilin olanaklarıyla değil, kendi anlamlandırma penceresinden bakmak için bu yola başvurduğunu da belirtiyor yazdıklarında. Canetti edebi diliyle sürükleyici ve insanı içine çeken, güçlü imgelerin çarpıcı anlatımında merak uyandıran, düşündüren, zenginleştiren bir eser yaratmış. Kitapta her bölüm Marakeş yaşamının oldukça ilginç bir kesitini yansıtıyor.
Ben kitabın tümünün keşfini size bırakarak, ilgimi çok çeken ve Canetti’nin de Dil’in önemini vurguladığı bölüm üzerine görüşlerimi paylaşmak isterim. Canetti bu bölümde, dilini ve kültürünü bilmeden bu şehre gelmesinin nedeni olarak da hâkim dilin etkisinde kalmamak olduğunun söylüyor. Hâkim dilin kısıtlamalarından sıyrılarak bu geziyi yapıyor.
“Körlerin Yakarışı” isimli bölüm şöyle bir cümleyle başlıyor;
“Bir şey anlatayım diyorum, susar susmaz bakıyorum ki söylediğim hiç bir şey yok ortada. Yalnızca bir cevher kalıyor geride, harikulâde parıltılar saçıyor ve sözcüklerle alay ediyor.“ (sf: 23)
Canetti bu sözleriyle bize bir şeyleri aktarmak, bunu da yansız yapmak istediğinin mesajını veriyor. Marakeş gezisinde karşılaştığı etnokültürel farklılıkları anlama ve anlamlandırma sürecinde çok yabancısı olduğu bu yerde dil de bilmediğinden günlük olaylara, Arap dilinin olanaklarıyla değil kendi anlamlandırma penceresinden anlatacağına da dikkati çekiyor.
“Marakeş’te anlamları sözcüklerle ne genişletip ne de kısıtlanabilen, ancak insanın içinde oluşup kendini açığa vuran sesler vardı, sözcüklerin ötesinde, sözcüklerin kendilerinden daha derin ve çok anlamlı sesler.”(sf:23)
AYRICA BAKINIZ | Elias Canetti ve “Kulak Misafiri: Elli Karakter” Üzerine | Sülbiye YıldırımDilin neyi gizlediğini, insanda neyi alıp götürdüğünü anlamaya çalışyor. Dilini bilmediği, inançları, kültürel değerleri, yaşam tarzları, kuralları açısından kendisine çok yabancı olan Marakeş’i anlamlandırma çabasında kullandığı araç, kendi dilidir. Bu dil; içinde yaşadığı coğrafi ve kültürel çevrenin ve etkisinde kaldığı birçok kültürün beslediği dildir. Avrupa kültüründen ve coğrafyasından çok farklı olan Marakeş’te, kendisine çok yabancı kültürün uzantısı olan yaşantılardan tanıklıklarını ve izlenimlerini yazıya aktarmaktır amacı.
Bu tanıklıklardan biri kör dilencilerin dilenirken kullandığı yakarı dilidir. Marakeş’te yoksulluğun getirdiği yakarış dilinin en kuvvetli sözcüğü ‘Allah’, körler kitlesini oluşturan bir bağ sözcüktür. Bu sözcük aynı zamanda da birleştirici ve yaşamı katlanır kılıcı bir güç olarak Canetti’yi çok etkiliyor. Fas’tan döndükten sonra da bu sözcüğün yarattığı etkinin, sürekli yinelenişindeki ayartıcı güçten geldiğini anlıyor. Yaşama dair her şeyin hiç değişmediği bu ülkede, değişmeden sürüp giden bu yakarı ve onun anahtar sözcüğü ‘Allah’, diyalektiğe ters olan bu sürüklenişi katlanır kılıyor.
Canetti, gözlemlediği Marakeş toplumunun çoğunluğunu oluşturan yoksulların kendini var ettiği yakarı diliyle, kendini ifade ettiği alan olan yazın alanında kullandığı dil arasında kıyaslamaya gitmektedir. O yüzden döndükten sonra odasının bir köşesinde bağdaş kurup oturarak gözlerini yumar ve iyice odaklanarak yarım saat, “Allah! Allah!” demeye, bu deneyini, Marakeşliler gibi, yaşam boyu yaptığını düşlemeye çalışır. Vardığı sonucu şu cümlelerle ifade eder;
“Her şeyi en basitinden bir yineleyişe indirgeyen böyle bir yaşam biçiminin nasıl ayartıcı bir gücü kendisinde barındırdığını kavradım.”(sf:25)
Bu deneyi sonucunda aslında vardığı kanı, dilin neyi sakladığıyla ilgilidir. Yinelemeye dayanan tek sözcüğe (Allah) indirgenmiş bir dille Marakeş’in kör yoksulları var oluşlarını sağlamaktadır. Yarattıkları bu dilde Canetti’ye göre kör dilenciler, sadaka istediklerinin karşısında kendilerini güçlü de kılmaktadırlar.
“Yakarış bir çoğaltılmışlık özelliğini içerir, çabuk ve düzenli yinelenişi teklikten çıkarıp ona bir çoğulluk niteliğini kazandırır. İstemenin hayli güçlü bir biçimi saklıdır yakarışta.”(sf:25)
Canetti’nin; “Körlerin Yakarışı” bölümünde ‘öteki’ni tanıma, ötekinin konumundan bakarak kendini tanımlama çabalarını da görüyoruz. Çocukluğunun geçtiği Rusçuk’ta Bulgar hizmetçilerden Bulgarca masallar, anne ve babasından evde Almanca konuşmalar, etnik çeşitliliğin bir parçası olan Çerkezlerden Çerkezce, dedesinden İspanyol Yahudilerinin dili olan İspanyolca gibi birçok dilin harmanında kendisini bir yerlere konumlandıramamanın sıkıntısını çekmiştir uzun yıllar boyunca. “Kurtarılmış Dil” kitabında bu dil karmaşasını ve en sonunda Almancada kendini ifade edişini anlatmaktadır. Bütün bunların üstüne bir de Hitler faşizminin Yahudileri dünyanın “öteki”si olarak ilân etmesi, gözlemlerini aktarırken kullandığı dilde önemli olmuştur. Hep ‘öteki’nden yana, ya da tarafsız olmaya çabalamıştır.
“Körlerin Yakarışı”ında iki ‘öteki vardır; Arap Kültürünün yaratıcısı Arapların dünyası ve gözleri dış dünyaya kapalı olduğundan tüm duyumlarını içe yönelten, körlerin dünyası.
“Körler Pazarı’ndan geçtim, daha önce böyle bir yerin olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. Söz konusu isim bir kırbaç gibi şakladı üzerimde.” (sf:24)
Pazarın varlığı kadar kör dilencilerin yaptıkları işi bir tören kutsallığında yapmaları, dilenirken ağızlarından çıkan sözcüklerin, ait oldukları her bir kör grubunu tanımlayan tınıları ve vurgularında kendilerini var edişleri, en çok yinelenen ‘Allah’ sözcüğünün kendisinde yarattığı etkiyi anlatırken Canetti, aslında toplumsal güdülenmeyi de açıklama çabasındadır.
“Bütün dilenciler Allah’ın adını sunar size, verdiğiniz sadakayla bu ad üzerinde sizi de hak sahibi kılar. Allah adıyla başlar yakarışları, Allah adıyla son bulur.” (sf:24)
Bu yakarışları her bir kör dilencinin kimliği niteliğindedir, aynı zamanda da hepsini bütünleyen ortak paydadır.
Çifte yabancılık çektiği grubu tanıma çalışması, onları türdeşleştirmeden anlama çabası ve kendi iç dünyasından da ipuçlarını araması, Canetti’nin anlatımına güç katmış, metnin anlamını artırmıştır. Bu bölüm yazarın şu cümleleriyle bitiyor;
“Sadaka verenler birbirlerinden değişik kişilerse de, körler görmüyordu onları ve teşekkür için söyledikleri sözlerle sadak verenleri de kendileri gibi aynı kişiler kılmaya bakıyorlardı.” (sf:26)
Diğer bölümler de, en az yukarıda incelemeye çalıştığım bölüm kadar derinlikli ve çok güzel. Her biri ayrı bir bakış açısı kazandırıyor okuyana. Ama eminim siz de, gözleme dayanan anlatımın hâkim olduğu kitabı bitirdiğinizde kazandığınız anlamların derinliğinde edindiklerinizi muhakeme etme gereği duyacaksınız. Zengin imgelerin sizde yarattığı tablonun eşliğinde, 1960’lı yılların Kuzey Afrika’sı ile günümüz dünyasındaki Kuzey Afrika arasında kıyaslamalara sürüklenerek, ‘ne değişti’ sorusunun ışığında, Edward Said’in tehlikeli bulduğu siyasal anlamdaki Oryantalizm görüşü üzerinde düşüneceksiniz.
Marakeş’te Sesler
Elias Canetti
Türkçesi Kâmuran Şipal
Cem Yayınevi, Ocak 1999
Güncel Basım: Sel Yayıncılık, Eylül 2015