Aydın Şimşek, hemen hepsi ödül almış olan şiir kitapları, genel yayın yönetmenliğini yaptığı ‘Deliler Teknesi’ isimli edebiyat dergisi, yürüttüğü yaratıcı yazarlık atölyesiyle edebiyatın içinden olan bir yazardır. Sanat ve İktidar, Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme, Hızın ve Devrimin sanatı Fütürizm gibi kitapları da olan yazarın, üzerinde çalıştığını duyurduğundan bu yana merakla beklenen ve çıktığında da yoğun ilgiyle karşılanan Kopuk ve Hiç, bir ilk roman. Anlatım tarzıyla oldukça farklı olan roman hakkında, edebiyat metinlerine “kendimce” eleştirel bir okuma getirme çabasında olan bir okur olarak, okuma notlarımı paylaşmak istedim.
Roman; geçmişiyle yüzleşen bir adamın öyküsü etrafında kurgulanmış, aynı zamanda da yazarın edebiyat birikimini oluşturan yazar ve yapıtlarla da yüzleşmesini ve hayata bakışını sorgulayan kısa, postmodern bir roman ve bu anlayıştaki romanı oluşturan; metinlerarasılık, birden çok anlatıcı, iç konuşmalar, bilinç akışı, üstkurmaca, noktalama işaretlerinin kullanılmaması ya da kuralsızca kullanılması, bazı cümlelerin kitapta kullanılan ana yazım şekli dışına çıkılarak, italik ya da koyu renkte yazılması gibi yazım tekniklerinin ve yöntemlerinin kullanıldığı bir roman
Kopuk ve Hiç, zaman itibariyle, 68 özgürlük hareketlerinin etkilediği dünyanın bir parçası olarak, Türkiye’de de işçi hareketlerinin yükseldiği, yoğunlaşan sol devrimci mücadelenin arttığı bir dönemi kapsıyor. Bu öyle bir dönem ki, Sovyet modelini sınıfsal ayrışmaya bir çare gibi gören; ezilen, yoksul işçi, köylü, aydın ve halk kesimiyle, elindeki gücünü ve kârını paylaşmak istemeyen sermayenin baskılarını şiddetlendirdiği ve yoğunlaştırdığı kanlı çatışmaların yaşandığı bir dönem. Bu dönemde kamplaşan toplumsal yapıda kendi yerinin ve sınıfının bilincinde olmayan Ejder’in özelinde, Türkiye’nin en büyük neoliberal dönüştürücüsü olan 80 Darbesinin arifesinde, toplumdaki dalgalanmayı, kafa karışıklığını küçük bir kasabada yaşanan olaylar etrafında anlatan politik bir roman.
“İnancın oluşturduğu gösteri her zaman bir kimlik verirdi insana. Ama kendine ait olmayan bir kimlikle yürümeye başlayan da kendisi değil başkası olurdu. Böyle böyle kendine yabancılaşır, kendine yabancılaşsa da başkası tarafından ele geçirilirdi. Sonra kendine ait olan ne varsa anlamını yitirir, kahraman olmak için yola çıkan da yolun sonunda bir hiç olurdu.”(sf:68) Diyen, kimliksizliğini en derinden yaşayan yaralı Ejder karakteriyle, toplumsal kimliksizleşmenin ve yaralanmaların yarattığı çalkantıları, kasaba gibi dar bir mekânla bütünleştiren öykü ve bu öykünün kurgulanışı romanı özel kılan bir öge. Mekân ve yaratılan karakterler çok başarılı. Yazar, erken kaybettiği annesinin yokluğunda; zamanın durduğu, insanı ufalayan kasaba sıkışmışlığını ve kendisini var etmeye çalışan Ejder’i anlatırken, yarattığı psikolojik ve sosyolojik mekân çok gerçekçi. Okuru sarıp sarmalıyor içine çekiyor.
Ancak; mekân ve yaratılan karakterler açısından yakalanan başarı, metinlerarasılık adına romanın bütünselliğini bozan alıntılamalar ve okura güvensizlikle yaralanmaktadır.
Romanda anlatıcılardan biri olan yazarın, tıpkı Cervantes’in Don Kişot’ta yaptığı gibi; sık sık ortaya çıkarak metinle okuyucu arasına girdiğine, Don Kişot’ta sadece varlığını hissettirip görüş bildirerek okuyucuyla metni baş başa bırakan Cervantes’in aksine, okuru yönlendirmeye çalıştığına, metnin yorumuna yön verdiğine tanık oluyoruz.
Okumaya başladığınız andan itibaren yazar her an yanı başınızda durarak Kopuk ve Hiç’i sadece bir roman olarak okumanıza izin vermiyor. Kitabı yazarken yaşadığı duyguları, yıllar içinde yaşamın kendisine kattıklarını, hayal kırıklıklarını, kazandıklarını, kaybettiklerini, birikimlerini aktarma telaşında. Kafka’dan Benjamin’e, Erasmus’tan Dostoyevski’ye, Calvino’dan Marquez’e, Sait Faik’den Yusuf Atılgan’a ve daha birçok edebiyatçıların ve felsefecilerin eserlerine göndermeler yaparak, deneme tarzındaki baskın anlatılarla araya giriyor. Romanı yaralayıp, romanla okur arasına mesafe sokuyor. Bence yazar bunu; nereye ait olduğuna bir türlü karar veremeyen, kasabalı tarafından hep öteki olarak görülen, politik ve sosyolojik bilincini oluştururken kasabaya hepten aykırı düşen Kopuk Ejder karakterinin eksiklerini tamamlama telaşından yapmaktadır.
Postyapısalcı edebiyat kuramında Kristeva ve Barthes, metinde sabit anlama karşı çıkmış, Tanrı-yazar’a (metin ve okuyucu arasındaki anlam akışını kontrol eden öncü yazara) karşı türlü metinlerin birbirleriyle iç içe geçtiği çoğul nitelikte bir metin düşüncesini ileri sürmüşlerdir. Bu durumda da metnin çok boyutlu bir alıntılar ağı olduğunu vurgulamışlardır. Yani; insan yazmaya başladığından bu yana, yazdıkları sadece, insanın halleri ve olası halleridir. Bu yüzden, şimdiye dek yazılmamış bir şey kalmamıştır. Yazılanlar ve yazılacak olanlar bu anlamda birbirini devam ettiren bir metinler topluluğu, metinler bütünüdür. Dolayısıyla her metin bir öncekini içinde taşıdığı gibi, bir sonrakinin de nüvelerini barındırır. Metinlerarsılıkta önemli olan geçişi ve barındırmayı yaparken, roman gibi kurgusal anlatılardaki metinlerarasılık göndermelerin kurmacaya hizmet etmesi gerekir. Kurmacaya hizmet etmeyen göndermeler anlatıyı ağırlaştırır. Bu anlamda romanda araya girilerek yapılan anlatılar bence okuru romandan uzaklaştırdığı gibi kurmacayı yaralamaktadır. İşte romanın okuyup tartışanlarca sıkça tekrarlanan; en çok ‘ilk 90 sayfada kendini duyuran, ‘ağır olduğu’ düşüncesi bence tam da bu nedendendir.
“Yazmak Acıyı Azaltmaz”
Kurgudaki öyküyü değerli kılma çabasıymış gibi görünen ve romandaki olay örgüsü içinde dağıtılan bu anlatı bölümlerinin romanı durağanlaştırdığı, olay örgüsünü bozduğu söylenebilir. Aynı zamanda yazar anlatıcı bu anlatıları romana sokarken, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, metinle ilişkisini okura bırakmadan, araya girerek kendisi kurmaya çalıştığından, bence; okuru romandan uzaklaştırmaktadır.
Yazmak Acıyı Azaltmaz böylesi bölümlerden biri. Bu bölümde yazarın romanı yazmaya başladığı ilk cümleleri değiştirdiğini, bunu nasıl ve niye yaptığını, romanı yazma nedenini okuyoruz. Edebiyatta iz bırakmış yazar ve metinlere, çokça, göndermeler yapılan bu bölümde, roman kısa değinmelerle araya sıkıştırılarak, olay örgüsüne bağlanmaya çalışılmaktadır. Diğer bölümlerde de çok sık rastladığımız bu anlatı sayfa 90’a kadar çok yoğun sürdürülmektedir. Ayrıca yazar anlatıcının kızıyla konuştuğu, Lümpen başlıklı bölümünde yazar, romanı yazma nedenini anlatmaya devam ederken, bu bölümdeki yargı taşıyan yoğun göndermeleri okuyan okur, kendini ‘yazmak’ üzerine bir derste gibi hissetmektedir. Metinlerarasılığın en büyük özelliği olan “çokseslilik” özelliğini yitirip anlatıcının kesin hükümlerinde, tek sesliliğe dönüşmektedir.
Çocukluğundan başlayarak hayat akışına tanıklık ettiğimiz, romanın ana karakteri olan Ejder, Eylül Kuşatması başlığında, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli romanına gönderme yapılarak yeniden oluşturuluyor. C karakterinin sözleri birebir aktarılıp; “ ‘bende gördüğün her şey babamla başlar.’ Atılgan’ın Aylak Adamı her yerde gezinir. En çok da içimizde. Çünkü nefret duygusunun içine doğan bir çocuğun dünyasında…” diye devam eden metinin bu italikle yazılmış bölümünde, okura Ejder’i anlamak için yol çizerek “Kendimi gelecek olanın kaderine bağlanmış hissediyorum. Bağlanma psikolojisi bir umut olduğu kadar bir tür zorunluluk olarak insanı köleleştiri de.”(sf:109) diyerek Ejder’in kişiliğinin tahlilinde bağlanma psikolojisini işaret ediyor.
Evet, Ejder de C gibidir. Her ikisi de annelerinin yokluğunu daha da yakıcı ve yıkıcı hale getiren despot babalarının sevgisizliğinde, ona benzememek ve onu aşmak için sığındıkları yollarda, daha çok babalarına benzemişlerdir. Kendilerine ait olmayan yolları seçerek, her ikisi de ‘kendi’ olmaya, varolmaya çalışmışlardır, ama Hiçliklerini varlığa dönüştürme çabasında başarısız olmuşlardır. Sevgi arayaşlarının başarısızlığında bağlanmaktan korkmuşlardır. Her ikisi de uyumsuz olan bu karakterleri okurken yazarın araya girerek okura psikolojik olarak yol göstermesi, C’yi işaret etmesi, okurun kendi olarak, Ejder’le C arasında kuracağı bağlantıya olanak vermeyecek kadar yorum ve yolgöstericilik içermektedir.
Despot bir babanın yaraladığı çocukluğuna, küçük yaşta annesinin kaybının yaralarını ekleyen, diğer kardeşlerden farklı, ‘Nazenin’in yarım akıllı oğlu. Belli ki anneyle kurduğu ilişki -belli ki karakter farklılığından kaynaklanan- çok özel bir ilişki. Bu ilişkinin ölümle son bulmasının uçarı kişiliğinde yarattığı boşluğu bir türlü dolduramayan Ejder’i yazarın dilinden tanımlayalım; “Öyle ya, cılız bir gövdenin sakladığı ruhun, ölüm karşısındaki tesellisi hiç de kolay değildi. Bu pek bilinmez ama anneler öldüğünde önce uzunca bir süre çocuklarının içinde varlıklarını sürdürürler. Bazen de oradan hiç çıkmazlar. Bunu ancak çocuklar bilir. Bu ruhla dolaşan çocuklar ise bin bir korkunun içinde gezinmek zorunda kalırlar. (…) Bazen bir hiç olarak bazen bir kopuk bazen de bunlar bile olmadan yaşar gider bu hayatın içinde. Sizler de her karşılaştığınızda onlardan kaçarsınız.”(sf:8) bölüm boyunca annesinin ölümünü atlatmamanın tanımını yaptığı Ejder karakterine bölümün sonunda şunları söyletir yazar; “Ben kim miyim? Ejder. Yolunu yitirmiş, ‘ne ettiğimi bilmiyorum ne ettiğini bilmeyen her şeyim’ diye iç geçiren, kirli, cılız Ejder.”(sf:9)
Zaten farklı bir çocuk olan ve bu farklılığın bilincindeki annesinin, diğer çocuklarından farklı bir ilişki kurduğu Ejder, anne ölümüyle yaşadığı travmanın etkisinde, büyük bir anlaşılmazlık ve kimsesizliğin girdabından çıkamıyor. Her ne kadar kardeşlerin desteğinde, babanın varlık olarak sadece otoriteyle hissedildiği bir ortamda çok da kimsesiz değilken; zaten farklı olan kişiliğini oturtmakta zorlanıyor. Roman boyunca Ejder’in bu çıkışsızlıktan çıkmak için yol bulma, yaşamını etkileyen diğer olumsuzlukları ve çıkışsızlıklarda, kendini var etme çabasında, kopuklukla hiçlik arasında gidip gelişine tanıklık ediyoruz. Hem de tadına doyulmaz cümleler ve göndermelerle. Sağlam ve edebi bir anlatımla. Zaten engelleri aşıp okumanızı tamamlayınca, zihninizde tanımlanan Ejder ve onun romana adını veren -Kopuk ve Hiç- sıfatları, kasaba mekânıyla tamamlanıp değerini buluyor ve yerine oturuyor. Yazarın, kişiliği hiçlikle kopukluk arasında gidip gelen Ejder’i kollayıp koruma çabasından kendini kurtarıp, onu mülk edinmeyi terk ettiği bölümlerde iyi bir roman okuyorsunuz.
Adıyla ve anlamıyla Varoluşçuluk felsefesini işaret eden roman, bu felsefenin izlerini taşıyor. “Hiç” hem ad ve sıfat olarak hem de kavram olarak romanda işlenen ana konu ve “Hiç”e göndermeler de Sartre vasıtasıyla yapılmaktadır. Sartre, insanın var oluşuyla birlikte dünyaya hiçliğini de saldığı düşüncesindedir. Ona göre insan var olan bir yaratık değil, gün be gün kendini kurmaya çalışan, var oluşan bir varlıktır. Henüz var olmamıştır ve var olmaya çalışırken aslında var ettiklerini de kendi eliyle yıkmıştır, hiçleştirmiştir. Yani hiçlik olmadan varlık olmaz. İnsan farkında olmadan bilemediği bir evrenin arayışına girecek, bilerek oluşturduğu evreninin de yine farkında olmadan yok oluşunu gerçekleştirecektir.
Ejder karakteri tam da bu tanıma uymaktadır. Kısır döngü içindeki kasabanın, arayışlarına yanıt veremediği, bir türlü bir yere dâhil olamayan, aradıkça yolunu kaybeden, serseri ruhunu onarmaya çalışan bir karakterdir. Kendine evren oluştururken, yıkılanların altında kalan bir karakter. Hiçliğini varlığında eritemez bir türlü. Dâhil olamamanın uyumsuzluğunda arayışını sürdürürken, korkularının takibinden kurtulamamaktadır. Kopukluğunun ve hiçliğinin aşındırdığı yıllarda ait olamadığı her şey; kurmaya çalıştığı aile de dâhil olmak üzere, elinden kayıp gitmiştir.
Ejder’in başarısızlıklarını ve mahpusluk yıllarının işkencede derinleşen yaralarını Ayşe Hemşirenin şefkatinde, Emel’in sevgisinde sağaltabilmesi, Sartre’ın hümanist varoluşçuluğuna göndermedir. Hiçliğini diyalektik sürece dönüştürebilmiş, kendini sevmeye, var olduğunun farkına varmaya Emel’le başlamış, Emel’le hiçlikte varlığa ulaşmıştır.
Hayatından, ideolojisinden, kimliğinden, kişiliğinden sürüldüğü başka bir kasabada zaman doldururken Emel’le karşılaşması dönüm noktası olmuştur. Artık kimlik olarak edindiği “Ait olamama” duygusunun boşluğunu Emel’in sevgisiyle onarmaya çalışacaktır.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra Ejder, kasaba, 12 Eylül ve Emel dörtlüsünün muhakemesini yaparken zihninizde oluşan sorularla baş başa kalıyorsunuz.
Kopuk ve Hiç’te yazar, yarattığı diğer karakterler gibi, Psikolojik anlamda sağlam bir Ejder karakteri çizmiştir, acaba Atılgan’ın C karakterini işaret etmeye, C’yi yardımcı olarak kullanmasına gerek var mıdır?.. Yazarı Ejder uğruna diğer karakterleri yok saymaya iten neden nedir?.. Okuru anlatıdan koparan, kurguyu bozan araya girmeleri yapmaya iten nedir ve bunun romana kazandırdığı bir şey var mıdır?..
Yararlanılan Kaynaklar
Yazı ve Yorum / Roland Barthes – Metis Yayınları
Türk Romanında Postmodernist Açılımlar / Yıldız Ecevit – İletişim Yayınları