(4k-Dergi ‘nin İlk Sayısının Giriş Yazısıdır)
Bazı geceler beyazlayan saçlarım var, bazı geceler kararan bakışlarım. Biliyor musun, bazen yazmak da yetersizdi, kelimelerle çizilmiş resimler arzuladım. Ama düğmeleri açık kalmıştı ünlem işaretlerinin, sonra infilak etti noktalarım. Şimdi yine yazıyorum ama nihayeti yok ki hitaplarımın. Harflere anlamlar vermek isterken tüm anlamlar aradaki boşluklara takılıyor. Yükselen uçurtma ile elektrik telleri gibi. Kırılmış çürük kalem ucunun bıraktığı boşluk gibi… Biliyor musun, ne yapsak boşa gidiyor; kelimeler ve satır araları gibi. Hep yiyoruz ya doymak için, uyuyoruz dinlenmek için ve boşalmak için sevişiyoruz. Ama hepsi gökyüzüne bırakılmış su damlası kadar boşuna. Sonsuza kadar değilse de sonuna kadar sürecek bir tatmin yok ki. Zirveler düşlüyoruz ama tüm zirveler tek kullanımlık ve bitiyor ulaşınca. Zirve yok ki. Var olan her şeyin içindeyiz ve olmayan bir “yok”un peşindeyiz. Sabit tatmin yok. Bir halkanın içindeyiz ve tüm gezegen bunda hemfikiriz evet, ama bir halkanın başı ve sonu yok ki. Yok’a gidiyoruz, Yok’u arzuluyoruz.
Biliyor musun, bir adam bir gün hayatını yazmaya karar verdi . Bitirdiği kitabı baştan okuyunca yazdıklarını yaşayanın kendisi olduğuna inanmak istemedi. Annesinin üvey olduğunu, karısının yıllarca kendisini aldattığını ve oğlunun bir eroinman olduğunu ancak o zaman görebildi. Var’dan yola çıktı ve “yok”a ulaştı, bu da aynı konu.
Biliyor musun bazen çektiğim nefeslerin sesi kulağıma batacak kadar sessiz oluyor buralar. Bunca kıymetli nefesleri ne kadar yalnızlık zehirledi ki, diyorum. Oysa azı çoğu yoktur ki bunun, ya vardır ya yoktur yalnızlık. Kaç kişi cevaplamıyor sorumu, bir bilsen. “Tamam bitti” diyorum, “Affettim cevaplarınızı” diyorum ama “Dönün gelin” diyemiyorum. İkisi farklı şeymiş çünkü.
Okuduğum kitaplar benimle ölmemeli, diyorum. Ama ölecek. Hayatımı yazmaya iç organlarımdan başladım diyorum, hepsi iflas edecek. “Bu yaşadıklarımız” diyorum, “Biz ve hayatlarımız; Tanrı’nın bilinçaltıyız”. Bizim de kabuslarımız yok mu ya da yuvasını bozduğumuz karıncalar. Hepsine nasıl ürküntüyle bakıyorsak Tanrı da öyle görüyor bizi kabuslarında. Ve biliyorum uyanacak bir gün o da, kabuslarıyla birlikte biz de biteceğiz. Öyleyse diyorum, bana kitaplardan bahset biraz, olmaz mı? Yeni çıkan dergilerden, albümlerden… Gırtlağımızdan uykusuzluğumuza ulaşan kahve çekirdeklerinden. Hayatta olduğumu bunlarla anlıyorum çünkü, bir şeylerin deviniminden.
Biliyor musun, ben geçen gece oturdum ve inançların kirletilmemiş yerlerinden ayıkladıklarımla yeni bir Tanrı buldum. Kullarından arınmış bir Tanrı, nasıl tapılası biliyor musun. El yapımı ayetlerden, teknolojik zırvalardan uzak, sahici bir Tanrı… Secdeye de varsan, derin nefes de çeksen, klavyenin tuşları arasında da kalsan, şarap şişesinin dibine de eğilsen; ne yaparsan yap hissedebileceğin bir Yaradan… Nietzsche ’nin “Öldü” dediği yer belki de onun Tanrı’yı bulduğu yerdi. “Tanrı’yı öldürdüm” demedi, kimin öldürdüğünü söylemedi çünkü eceliyle öldü Tanrı. Kullarının cürme dayalı cüretini gördüğü gün… Çünkü var olan 1’dir ve olmayan 0… Her şey sıfıra en yakın yerde vücuda gelir biliyor musun? Güçlü bir karakterin altında eskimiş bir aşağılık kompleksi vardır çoğu zaman ya da en sahici tevazu hırpalanmış küstahlıktan doğar. Ve biliyor musun; o andan sonra artık ne güç söz konusudur ne de ego… Her şey “yok”tur, her şey olmuştur.
Koray Sarıdoğan
TÜM KORAY SARIDOĞAN YAZILARI İÇİN TIKLAYIN
TÜM KORAY SARIDOĞAN YAZILARI İÇİN TIKLAYIN