Güray Işık adını geçtiğimiz aylarda sıkça duyduk. Aynı yıl içinde hem Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda hem de Dedektif Dergi‘nin düzenlediği Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda birincilik kazandı. Hem bu bilgi hem de birazdan okuyacağınız röportaj ile anlıyoruz ki Güray Işık adını önümüzdeki yıllarda da sıkça duyacağız. İyi okumalar.
-Röp: Koray Sarıdoğan
Güray Bey, merhaba. Sizi biraz tanıyarak başlamak isteriz. Yazma yolculuğunuz ne zaman, nasıl başladı ve nasıl ilerliyor?
İlk öykümü yirmili yaşlarımda Kıbrıs Kültür Sanat Dergisi’nde yayımladım. Esasında KKTC Konsolosluğu’nun resmi yayın organı sayılan bir dergiydi. Bürokratik haberler ve faaliyet raporlarıyla dolu sayfaların en sonunda birkaç sayfalık kültür-sanat köşesi yer alırdı. Hemen arka sayfada ise, o ay içinde hayatını kaybeden KKTC vatandaşlarının sıralı tam listesine yer verilirdi. Acemiliklerle dolu bu ilk yazı, temelde “ölüm” teması üzerine kurulmuştu ve arka sayfasında bir nevi kâğıt mezarlığın olması tuhaf bir bütünlük yaratmıştı.
Öyküyü okuyanlar olumlu görüş bildirip yazmaya kesinlikle devam etmem gerektiğini söylediler. Açıkçası ben bunun nazik bir teşvikten öte olmadığını düşünmüştüm. Zira kendimi edebi manada ehil bulmuyor ve yeterli olgunluğa ulaşmadan yayınevlerinin veya prestijli dergilerin kapısını çalmanın hayal kırıklığı haneme eklenmesinden endişe ettiğim için, yazılarımı paylaşmak istemiyordum.
Pek tabii o zamanlar yayınevleri ve edebiyat dergileri yeni bir yazara yer vermek hususunda çok daha seçici ve katı davranıyorlardı. Onların bu haklı tutumu da yeni yazarları daha titiz davranmaya, işi kuralına uygun yapmaya zorluyordu.
İlerleyen yıllarda okumayla ilişkimi yoğunlaştırıp yazmayla olan münasebetimi bir miktar seyrelttim. Deyim yerindeyse iyice pişmek için bekledim. Bu süreç bir on beş yıl kadar sürdü. Bu esnada yurt dışı kaynaklı bir firmada temsilcilik ve denetmenlik yapıyordum. Ve pandeminin ortaya çıkışıyla azalan iş yükünü fırsat bilerek, yıllarca ötelediğim yazma serüvenine, daha olgun, daha tutarlı bir haletiruhiye ile geri döndüm.
Güray Işık “Edebiyat yarışmalarına karşı değilim ama etik dışı kararlara da şahit oldum.”
Arka arkaya iki öykü ödülü kazandınız: Dev Masalı ve Tavşan Avı öyküleriyle Seyhan Livaneli Öykü Yarışmasında ve Dedektif Dergi‘nin düzenlediği polisiye öykü yarışmasında Elanor’un Kırmızı Beresi adlı öykünüzle birincilik… Nasıl ilerledi bu süreçler?
Dediğim gibi pandemi, -herkes kadar- benim de ötelediğim, ilk fırsatta yaparım deyip bir türlü başlayamadığım yarım kalmış heveslere, uğraşlara yeniden sarılmam için bir dönüş bileti vazifesi gördü. Esasında uzun zamandır üzerinde çalıştığım uzun öykü/kısa roman tadında bir çalışmam vardı. İsmi Sinek İhtilali’ydi. Politik kurmaca türünde bir eserdi. Evvela onu yayımlatmak arzusundaydım; lakin biraz daha pişmesi, demlenip oturması gerektiğini düşündüm.
Öte yandan birkaç dergide öykü yayımlatmış olmanın yayınevlerinin kapısını çalmak için yeterli bir referans olamayacağının farkındaydım.
Bu itkiden hareketle -pek adetim olmadığı halde- edebiyat yarışmalarına katılmaya karar verdim. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Edebiyat yarışmalarına karşı değilim, bilakis pek çok yeni ve nitelikli kalemin bu yarışmalar vesilesiyle edebiyat dünyasına kazandırıldığının bilincindeyim. Tereddüt ettiğim husus, bir eserin niteliğini ölçmek için onu başka eserlerle yarıştırmanın ne oranda doğru bir yaklaşım olacağıdır. Öte yandan bu tür yarışmalarda çok fazla etik dışı kararın alındığına bizzat şahit olduğum için açıkçası ciddi tereddütlerim vardı. Fakat ne mutlu ki, her iki yarışmanın da başvuru-değerlendirme-sonuç süreçlerine bakınca bütün ön yargılarım silindi.
Hem Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nı hem de Zehirli Kalem Öykü Ödülü’nü düzenleyen ekibin titiz, adeta kılı kırk yaran yaklaşımlarını görünce, doğru insanlara emanet edilen eserlerin eninde sonunda hak ettiği noktaya ulaşacağına kanaat getirdim.
Dedektif Dergi’den ve yarışmadan nasıl haberdar oldunuz?
Esasında her şey, edebiyat yarışmalarını tarih sırasına göre derleyen bir internet sitesinde Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nın duyurusunu görmemle başladı. Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nın şartnamesini içeren basın bültenine de -aynı tarihlere denk geldikleri için- hemen onun altında yer verilmişti. Hevesli bir polisiye okuyucusu olmama karşın, bu türde yazmayı daha önce denememiştim. Önceliğim Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’na katılmaktı.
Seçici kurulun belirlediği “utanmak” temasına uygun bir öykü hazırlayıp gönderdikten sonra birkaç sene evvel yazdığım ancak tam manasıyla polisiye olarak addetmediğim kısa bir öyküyü elden geçirip şansımı denemek istedim. Elden geçirme dediğime bakmayın; öykünün kurgusunu, olay akışını ve temasını değiştirmedim. Yalnızca hikâyede adı geçen baş karakterlerden birini emekli polis memuruna evirip, kendimce redaksiyon ettikten sonra Dedektif Dergi ekibine yolladım.
Nihayetinde bir hafta arayla iki yarışmanın da sonucu açıklandı. Her iki yarışmada da birincilik elde etmek şüphesiz büyük bir heyecan ve mutluluk yarattı.
Biz sizi daha ziyade Dedektif Dergi’den ötürü tanıyoruz. Yanılmıyorsak iki yarışmada farklı türde öykülerle kendinizi gösterdiniz. Sizin yazı dünyanızda polisiye ve diğer türler arasında bir ayrım var mı, varsa nasıl?
Aslında kazanan öyküler aynı dokuya, benzer duyarlılıklara sahipler. İki ayrı tür olarak nitelenmeyecek kadar birbirlerine yakın tatlar ihtiva ediyorlar. Her ikisi de bir olaydan ziyade insan ilişkileri, küçük mahallerin, mezraların, bir yönüyle çok da görmek, işitmek istemeyeceğimiz türden garip, karanlık ve hatta sevimsiz hayatların manzarası, kesiti sayılır.
Bu bakımdan itiraf edebilirim ki, ben türler arası geçişkenlikten istifade ederek, her yönüyle içime sinen bir öykünün içine polisiye sosu katarak servis ettim. Buna istinaden, bana göre türler arası çatışma, yarışma, kopuş, nitelik farkı… adına ne derseniz deyin çok doğru bir yaklaşım değil. Edebiyatçılar biraz da her şeyi kategorize etme hastalığına yakalanmış gibiler. Okuyucuda bu refleksi görmüyorum. İşleri karmaşık hale getiren bizleriz. Herkes kendini bir yere konumlandırıyor ve kendi kitlesini yaratma, yalnızca onun beğeni ve ihtiyaçlarına cevap verecek eserler sunma gayretine düşüyor. Tabiatıyla bu da beraberinde bölünmeyi, bir türün diğer türü küçümsemesini, hatta okunan kitap, beğenilen yazar üzerinden karakter analiz etmeye varan absürt bir sürece doğru evriliyor. Düşünün ki, polisiye bile onlarca alt türe sahip. Bunca karmaşaya lüzum var mı, bilemedim…
Polisiye kendi dinamikleri olan bir tür ve bu tür içerisinde çok yazma deneyimi olmadığında başarılı örnekler vermek zordur. Oysa siz doğrudan bir yarışmada birincilik aldınız. Sizce buradaki etmenler nelerdi, jüri ve okurlar öykünüzde ne buldu?
Elanor aslında Balat’ta yaşayan gayrimüslim bir hayat kadının hikâyesi. İstanbul’un çok kültürlü yaşam tarzının, küçük, dar mahallerde yaşanan gayrimeşru hadiselerin karanlık bir özeti gibi… Hikâyede “cinayet” asla merkezde olmadı. Merkezde insan var. İnsanın bilinçaltında çalkanan garip ihtiraslar, fakir mahallerde karşılaşabileceğiniz, hani şu uzaktan bakınca samimi ve sıcak görünen, fakat içine girince huzursuz eden hayatlardan…
Bir nevi ikinci sayfa haberi gibi. İnsan ilişkileri ve hayatın rengi Cihangir’den, Şişli’den bakınca farklı görünür, Bağcılar’dan farklı. Ben biraz da insanlara duymak istemeyeceği şeyleri söylemek, görmek istemeyeceği şeyleri göstermek itkisiyle hareket ederim. Bu yüzden hikayeleri aydınlık, ışıltılı sokaklarda değil, tekinsiz ve karanlık sokaklarda ararım.
Emin olmamakla beraber jürinin hikâyenin karanlık tarafını sevdiğini söyleyebilirim. Yoksa gizemli ve korkunç bir cinayetin usta bir dedektif tarafından aydınlatılmasının çok da sıra dışı olmadığı kanaatindeyim. Asıl sıra dışı ve korkunç olan, insan ruhu; daha ziyade oraya bakmak, orayı kazmak gerekiyor.
Polisiye türüyle bir okur olarak ilişkiniz nasıl? Dünya ve Türkiye polisiyelerine baktığınızda bugün için neler dersiniz?
Polisiye edebiyat ülkemizde çok dar kalıplara sığdırılmaya çalışıldığı için, bir türlü az evvel bahsettiğim “korkunç cinayet-usta dedektif” çıkmazından kurtulamıyor. Buradan çıkış yolu, polisiyenin yapısını biraz daha esnetmek ve zenginleştirmek. Misal Jean-Christophe Grangé ele aldığı konuları tarihselleştirerek romanlarına başka türlü bir boyut ve derinlik katıyor. Onun romanlarının arka planında fevkalade bir ön çalışma, araştırma, veri toplama süreci var.
Biz biraz daha kolaya kaçıyoruz gibime geliyor. Sayın Ahmet Ümit bu dar alandan çıkmak için yeni yazarlara kılavuz olabilir. Son kitabı Kayıp Tanrılar Ülkesi bunun en güzel örneği.
Adam Öykü, Varlık, Edebiyatist gibi mecralarda da öyküleriniz yayımlandı. Buralardaki tür ve konu dağılımı nasıldı?
Belirli bir türde ısrarcı olmadım. Gotik ve hatta bilim-kurgu tarzında öyküler dahi yazdım. Ernest Hemingway, Yazmak Üzerine derlemesinde, belirli bir zümrenin yazarı olmaktan kaçınılması gerektiğine işaret eder. Haklı ve yerinde bulduğum bir tespittir. Diğer yandan, hani restoranlarda ustalar “kendi yemediğim bir şeyi asla başkasına yedirmem,” derler ya, benimki de biraz öyle… Bu manada tür ve konu dağılımının dar bir perspektifte tutmamaya özen gösteririm ve yazdığım eserin önce beni tatmin etmesini isterim.
Dedektif Dergi’de birincilik kazanan öykünüz ve dereceye giren diğer öyküler Herdem Kitap etiketiyle bir derleme halinde yayımlandı. Kitaba adını veren öykü de sizin öykünüz oldu. Bir de daha önce Edebiyatist’in hazırladığı “Baba” temalı bir derlemede yer almıştınız. Sizin bundan sonraki yayım maceranızla ilgili planlarınızı merak ediyoruz.
Bugüne dek hep kolektif kitaplarda yer aldım. Şu an Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda birinciliği getiren öykülerin de içinde yer alacağı bir öykü kitabı hazırlıyorum. Edebiyatist imzası ile çıkacak. Bir aksilik olmazsa 2021 Eylül sonunda raflarda yerini alacaktır. Bu benim kendi adıma çıkardığım ilk kitabım olacak.
Kitabın editörlüğünü Zafer Köse yapıyor. Kendisi hakkında iki çift kelam etmezsem rahat edemem. Zafer abiyi geçmiş zaman zanaatkârlarına benzetiyorum. Hani çevrenizdeki herkesin “bu bozulmuş, çalışmaz artık, at gitsin,” dediği cihazlar vardır. Onu sırtlanır götürürsün, sonra bu usta ne yapar ne eder onu işler vaziyete getirir; öyle bir üstat işte… Çok şey öğretti bana. Onunla çalışmak büyük şans.
Bugüne dek öykülerle okur karşısına çıktınız. Farklı bir tür geçiyor mu aklınızdan?
Aynı kalmak, değişime direnmek benim tabiatıma aykırı. O yüzden muhakkak farklı türde eserler vermeye çalışacağım.
Bizden bu kadar. Eklemek istedikleriniz varsa buyurun.
Güzel sorularınız için teşekkür ederim. Umarım tatmin edici cevaplar verebilmişimdir. Size ve değerli okurlarınıza sağlıklı, edebiyat dolu günler dilerim.
Çok teşekkürler…
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)