Başlıktan da anlaşıldığı üzere bu konuyu, Netflix‘teki ilk Türk orijinal dizisi “Hakan: Muhafız (The Protector)” ve dizinin esin kaynağı olan, N. İpek Gökdel imzalı “Karakalem ve Bir Delikanlının Tuhaf Hikâyesi” kitabı üzerinden konuşacağız. Baştan belirtmek isterim: Bu bir, “Dizi mi daha iyi, kitap mı?” veya “Dizi ile kitap arasındaki benzerlikler/farklar” yazısı değil. Kuşkusuz bu iki soruya işaret eden cümleler bulacaksınız bu yazıda ama varmak istediğim nokta, elimizdeki malzemeyi yerelde zaten kullanamazken küreselde edindiğimiz şansları nasıl değerlendirdiğimiz konusu. KalemKahveKlavye’nin “Türkiye Dizi Tarihinde Kitap Uyarlamaları” mini dosyası için TIKLAYIN.
“Hakan: Muhafız” dizisini iki açıdan önemsiyorum: Bir kitap uyarlaması olması ve fantastik bir hikâye olması. Bu fantastik unsurların yerel motiflerden seçilmesi de ayrıca özel bir durum. Fantastik, bilimkurgu, korku, nispeten polisiye gibi ana akımca “alternatif” olarak görülmüş türlerin bugün her zamankinden daha çok ilgi gördüğü bir gerçek. Edebiyatta olsun, sinemada ve TV’de olsun bu türlerde ortaya konan yerli üretimlerde hep savunduğum bir konu var: Bu işleri yapacaksak, yerelleştirmeden başarıya ulaşmamız mümkün değil. Zira biz bu toprakların, bu coğrafyanın fantastiğine, korkusuna, kriminal dokusuna yani yerel motiflerine dönene kadar dünya bu alanda kendi sınavını çoktan verdi hatta bırakın kendi yerel ve tarihi unsurlarını kullanmayı, sıfırdan, modern/postmodern mitolojilerini bile yaratmayı başardı.
Bizde, özellikle korku ve fantastik için gerek tarihi gerek güncel sayısız malzeme bulunabilecekken bu işi dünyanın, özellikle Batı’nın motifleriyle, tavrıyla, klişeleriyle yaptığımızda yeni bir şey yaratmış olmayacağımız gibi bir de gülünç duruma düşeriz, düşüyoruz da… Yakın zamandaki “ilk Türk vampir dizisi” Yaşamayanlar’da yaşanan facia bu açıdan ibretlik bir örnek olarak tarihe geçti kanımca. Eh, böyle taptaze bir deneyim varken TV’de ve sinemada Batılı şablonlara öncelik ve ağırlık verme hatasına neden düşüyoruz, anlamak zor. Bu yazıda yapacağım olumsuz eleştiriler de buna dayanıyor.
Öncelikle, bütün aksaklıklarına rağmen diziyi sevdim. Bahsedeceğim sorunlar haricinde oyunculukları da genel anlamda beğendim; kıdemli ve usta oyuncular arasında her işini ilgiyle izlemediğim bir isim yok dizide, yenilerden Çağatay Ulusoy’u da hem kariyeri hem yeteneği için çizdiği harita itibariyle zaten beğeniyorum. Diziyi yerden yere vurmak için burada değilim, ama olumlu unsurlar zaten cepte, olumsuzları konuşalım isterim.
İngilizce izleyicisi için yaratılan dil ve diyaloglardaki çeviri kaygısı maalesef büyük bir sorun. Hem karakterlerin konuşmalarında hem de sözgelimi “Sadıklar” demek varken çevirisi kolay olsun diye “Sadık Olanlar – The Loyal Ones” gibi tercihler yapılması, bizdeki izleyicinin seyir lezzetini zedelemiş. Her ne kadar Çağatay Ulusoy tam da canlandırdığı karakterin gerektirdiği tavır ve ağızla davransa da kimi zaman Hakan karakterinin kimi zaman da yan karakterlerin yerlilik ile Amerikanvarilik arasındaki istikrarsızlığı da bir diğer sorun. Ve elbette tılsımlı gömleğin giyilip çıkarıldığı sahneler haricindeki fecaat efektleri saymıyorum bile…
Fakat, girişte bahsettiğim konu çerçevesinde, asıl büyük sorun hikâyenin gelişimi ve malzemenin değerlendirilmesi. Üstelik dizinin ilham aldığı Karakalem ve Bir Delikanlının Tuhaf Hikâyesi‘nde bu açıdan büyük bir sorun yokken…
Şimdi bu eleştirimi dizi ve kitaptan örneklerle açıklayayım; buradan sonrası dizi için maksimum, kitap içinse minimum seviyede spoiler içeriyor.
Öncelikle, kitapta ana kahramanımızın adı Hakan değil Yavuz… Bu isim değişikliği neden yapıldı? Fonetik olarak “Hakan” dünya dillerinde daha iyi tınlayacağı veya halihazırda bilinen beynelmilel bir unvan olduğu için mi yoksa “Yavuz” adı Türkiye’nin tarihinde ve özellikle mevcut politik ikliminde hassas bir yerde olduğu için mi? Bilemiyoruz.
Kitapta Yavuz’u, Denizli’nin bir köyünde, köyün muhtarınca büyütülmüş öksüz ve yetim bir genç olarak görüyoruz. Yavuz, üniversiteyi kazandığı için İstanbul’a gidecekken muhtar ona ailesinden kalan bir kasada saklanan bu gömleği emanet ediyor; gömleği ve Yavuz’u da İstanbul’daki Ahmet Hoca’ya… Güneş ışığına çıkmayan, Yazma Eserler Kütüphanesi’nde günlerini geçiren, İstanbul’un yeraltı dehlizlerinde gezinen Ahmet Hoca, dizideki Kemal karakterine karşılık gelse de Ahmet Hoca’nın hem kurgu, hem karakter derinliğini sağlayamıyor Kemal. Bunda Kemal’in suçu yok, çünkü hikâye daraltılmış durumda.
Gömlekten kısaca bahsedelim yeri gelmişken. Kahramanımızın giydiği tılsımlı gömlek gerçekten de birçok padişah tarafından giyilen gömleklerden. Kitapta bu gömlek, vaktiyle Yavuz Sultan Selim’e yapılan ama kötü ellere geçerse gücün tamamı geçmesin diye olacak, kopyası üretilen gömlek olarak kurgulanmış. Kopyasını üreten de bugünkü Yavuz’un atası. Yani dizide Hakan’ın atası olarak gördüğümüz ve babadan oğula geçen bir “Muhafızlık” görevinden daha özgün bir konumlandırma bu.
Özellikle seferlerden önce, dönemin “astrologları” diyebileceğimiz, yıldızların hareketlerini izleyip bunların etkileyebileceği olayları, durumları öngören müneccimlerin belirlediği “eşref saatinde” dikilmesine özen gösterilen; üzerinde dualar ve hadislerin yanı sıra havas ilmini bilen alimlerin yazdığı ebced hesaplarının, kutsal isimlerin, sembol ve muskaların da olduğu birer korunma kıyafeti.
Dizi henüz gündemde değilken bu kitabı bana merak ettiren de bu gömlek olmuştu ki orijinali bugün hâlâ Topkapı Sarayı’nda görülebilir.
Kitapta, özellikle gömleğin yapılış hikâyesini okuduğumuz tarihi sahneler, Yavuz’un içine düştüğü bu yeni hayatı kabullenme süreçleri, onu sürekli izleyen ve özel bir gücü olan Karakalem isimli karganın varlığı, İstanbul’a ve Osmanlı’ya dair ezoterik bilgiler ve teoriler, son derece zengin ve akıcı notlarla sunulduğu için başarılı bir kitapla karşı karşıyayız. Bunda hiç kuşkusuz İpek Gökdel’in, kişisel okuma zevkime normalde uymasa da bu hikâyenin ruhuna uygun olsun diye seçtiği lirik, masalsı dilinin ve karakterler arası çatışmaları doğru kurmuş olmasının da etkisi var.
Dizi ve kitap arasındaki en büyük çatışma farkı şu: Kötü karakterler ne istiyor? İstanbul neyden ve ne sebeple korunmalı?
Kitaptaki kötü karakter, dizidekiyle aynı karakter değil. Daha da önemlisi kitapta henüz ölümsüz değil. Yani amaç belli: Önce ölümsüz olmak. Gömleğe de bunun için ihtiyacı var. Dizide ise kötü karakterimiz zaten ölümsüz; tek amacı da ölüm uykusundaki çok âşık olduğu karısını uyandırmak. Okan Yalabık’ın canlandırdığı kötü karakterimiz Faysal açık açık şunu söylüyor: “Başka bir amacım yok, sadece Rüya’yı uyandırmak istiyorum.” Ve buna bizi ikna ediyor; çünkü senaristler ve yönetmenler de ikna olmuş buna. Şu durumda dizideki bütün bu olayların “neden” olduğu muğlaklaşıyor, anlamsızlaşıyor. Muhafız İstanbul’u korumakla görevli ama ölümsüzlerin İstanbul’a ne yapacağını bir türlü bilemiyoruz, öğrenemiyoruz. Bir ara bir salgın hastalığa dair ipucu veriliyor ama bunun tarihi işlevini anlayamıyoruz. Öyle ki ölümsüz(ler) bile çok emin değil bundan. Aslında her şey o kadar sorunsuz ve o kadar kolay ki olayları başka bir eksene çekebilmek için sonunda iş Rüya’yı uyandırmakla bitecekken yapılan bir hatayla bir anda diğer ölümsüzler de uyanıveriyor.
Ölümsüzler ise öyle tanıdık karakterler ki herhangi bir vampir filminde görmüş olabilirsiniz onları. Yani onlara “vampir” denmiyor dizide ama biz onları çoktan vampir olarak kabul ettik. Çünkü hem kana muhtaçlar, hem de ölümsüzler. Peki bu hikâyenin vampirlere gerçekten ihtiyacı var mı?
Bunun cevabını kitap üzerinden verelim. Kitapta vampirliğe dair bir ipucu yok. Çünkü hikâyenin ekseni başka. Kitapta İstanbul’a tarihi ve coğrafi, biraz da milli ve dini bir anlam yükleniyor. Arka kapaktan:
[su_quote]”İstanbul başka şehirlere benzemez!..
Berlin ikiye ayrıldı, dünya gene de dönmeye devam etti.
New York’un kalbine uçak sapladılar, düzen yeniden kuruldu.
Ama İstanbul öyle mi, ya! Bu şehir dengede tutuyor dünyayı.
Tahterevallinin ortası burası! İstanbul düşerse bil ki son yakındır!”[/su_quote]
Bildiğimiz tüm tarih boyunca İstanbul’un ezoterik bir kimliği var olagelmiştir: Doğu ve Batı’nın kozmik ve manyetik geçişi olması, Yarımada’dan Adalar’a dek uzanan yeraltı tünelleri, dünyanın manyetik enerji geçiş alanları olduğu söylenen Ley Hatları’nın güçlü bir veya birkaç tanesinin buradan geçmesi, vesaire… Bunlar gerçek de hayal de olsa, sınırsız birer kurgu zenginliği sunuyor bize. Üstelik yabancı dil okurunun/izleyicisinin de müthiş ilgi duyduğu konular; özellikle bugün. En önemlisi de Deccaliyet ve kıyamet senaryolarının -kimilerine göre kehanetlerinin- merkezi de İstanbul olacak, kimilerine göre kurtarıcı Mehdi burada ortaya çıkacak. Aslında kitaptaki hikâye de dolaylı olarak bunun üzerine kurulu. İstanbul korunmak zorunda, çünkü yukarıdaki arka kapak alıntısında söylendiği gibi, “İstanbul düşerse son yakındır.”
Bu hikâyeyi ilk yaratan N. İpek Gökdel değil elbet. Bu konuyla ilgili yazılmış çok sayıda yerli eser var. İpek Gökdel bunu özgün ve yaratıcı bir biçimde ele alanlardan birisi.
Şimdi düşünün, Netflix gibi bir platformda tüm dünyanın izleyeceği bir dizi yaratma şansı yakalamışsınız, üstelik bu dizi fantastik bir kitabın uyarlaması olacak. Yerli izleyiciye olduğu kadar hatta belki ondan da fazla dünya izleyicisine hitap edeceksiniz. Ama ne yapıyorsunuz? Tek amacı sevdiği kadını uyandırmakken yanlışlıkla ölümsüzler-ölümlüler savaşına sebep olan bir kötü adam yaratıyorsunuz… Amaçları İstanbul’u korumak olsa da bu “korumanın” altındaki sebepleri somutlaştıramayan, hangi dinamikler üzerine kurulup örgütlendiği bir türlü anlaşılamayan “Sadık Olanlar” adlı ezoterik bir oluşumu izleyiciye benimsetmeye çalışıyorsunuz. Kaderinin değiştiği günün ertesinde “Hadi, savaşalım, ben ölümsüzüm!” diye hikâyesini hızla kabullenen bir kahramana izleyeni ikna etmeye çalışıyorsunuz. Üstelik tüm bunları Batılı tavırlardan yeterince kurtulamamış bir kurgu ve karakterizasyonla yapıyorsunuz.
Altını çizeyim: Bu “Batılı” tavıra milliyetçi duygulardan ötürü karşı değilim. Ama tüm dünyaya Doğulu, Türkiyeli veya genel adıyla “oryantalist” bir hikâye izletecekken -gerçekten izletebilecekken- dünyanın zaten aşina olduğu karakter ve kurguyla vermek niye?
Ortada ilham alınan ve bol malzeme sunan bir kitap olmasa, hadi neyse deyip geçebiliriz. Karakterin adının değişmesi hiç mi hiç sorun değil; ama bu tılsımlı gömlek büsbütün bir fantezi unsuru değilse ve bugün her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği bir müzede duruyorsa, o gömleği, onun gerçek sahibini ve kitapta, Hakan’ın gömleğiyle etkileşime girdiği o çarpıcı sahneyi görmekten bizi alıkoyan ne?
Özellikle 11 Eylül’den bu yana komplo teorileriyle birlikte her alanda olduğu gibi kültür endüstrisinde de popüler konular haline gelen Yeni Dünya Düzeni, gizli örgütler, ezoterik oluşumlar, kıyamet kehanetleri gibi konulara işaret eden hikâyeleri, yabancı izleyicinin alışık olmadığı bir arka planda, atmosferde, tarihi ve kültürel dokuyla izlediğinde çok daha fazla başarıya ulaşacağını kimse yadsımazken bundan kaçınmak niye?
Yerellik sadece Eminönü’yü, Galata’yı, Topkapı’yı, Ayasofya’yı göstermek, arada bir çay, bir nar suyu içip arkadan yerli parçaların funky ve rap remikslerini değil ki. Tamam bunları görmekten de mutluyuz ama hikâyenin kitaptaki orijinali ve tarihi dayanakları itibariyle zaten sahip olduğu bir doku varken bu potansiyel neden kullanılmaz?
İki cevabı var; birini çok kısa vereceğim: Türkiye’de, yerli yazarların bu alanda ürettikleri ve çok sağlam örnekler ortaya koydukları edebiyat ürünleri yeterince tanınmıyor, okunmuyor. Bununla ilgili kemik bir kitle var ama daha fazlasına ulaşmak için şöyle on parmağını gere gere destek verilmiyor bu yazarlara. Böyle olunca da bu yazarların TV/sinema sektörüyle buluşması sınırlı örneklerle kalıyor.
İkinci cevabı ise: Datalar… Gerek ulusal gerek uluslararası tüketim alışkanlıkları. Yani ürün bir kitapsa okurun, bir dizi veya filmse izleyicinin o süreçte, dönemdeki eğilimleri ve yapımcıların da buna dayalı ürün verme stratejileri. TV dataları, izleyicinin İstanbul’u, Ayasofya’yı, Osmanlı’yı görmek istediğini söylüyor. Farklı ülkelere satılan eski dizileri sayesinde tanınan, sevilen oyuncuları istiyor datalar. Tür itibariyle fantastik’in revaçta olduğu söyleniyor. Eh bir de kurgusal datalar var tabii; çatışmaların olabildiğince basit, temel şaşırtmacalarla (Ölümsüz’ün kim olduğu sorusu gibi) merakın diri tutulduğu kurgular seviliyor.
Dataları daha iyi anlatmak için bir örnek vereyim, geçen yıllarda yapılan, ikincisi yolda olan bir Netflix filmi: “Bright”. Tam bir data işi.
İzleyici son dönemlerde neye ilgi gösteriyor?
Bir, orta dünya hikâyeleri ve karakterleri.
İki, post-apokaliptik yani kıyamet sonrası veya fütüristik kaos ortamları.
Üç, dünyada yükselen yeni milliyetçilikle birlikte gerilmeye başlanan ötekileştirme ipleri.
Bright’ta ne vardı: İnsanlar, orklar ve elfler. Gelecekteki büyük savaşın ardından ortalığın henüz toparlanmadığı, savaş sonrası kaosun hâkim olduğu bir ortam. Ork’lar kendi gettolarını kurmuşlar, vaktiyle siyahilerin gördüğü ayrımları gördükleri için sistem-devlet-polis karşıtıdırlar. İçlerinden sadece biri polis teşkilâtına girmiştir; ilginçtir ki bu aykırı polis Ork’un ortağı da siyahi bir polistir.
Buyurun size data işi; datalar hep çalıştı, şimdi internet sayesinde ölçümler çok daha belirgin yapılabildiği için daha iyi çalışıyor.
Durum böyleyken yapımcılar bunun dışına, üstelik küresel bir iş söz konusuysa çıkıp risk almak istemiyor. Ve böyle böyle biz, elimizdeki müthiş hikâye ve ifade potansiyeline rağmen Batı’daki orijinallerin kısmi ve yer yer gülünç bir kopyası olarak kalıp aynı çemberde dönüp duruyoruz. Yeni türler, yeni platformlar bizi heyecanlandırsa da hikâyemizi, ifademizi güçlendiremiyoruz. Oysa korkacak bir şey yok; özgün, yerel dokuyla, olduğu gibi verilse bu hikâyeler, dünya izleyicisi/okuru bunu sevecek. Elini taşın altına koymak veya elini korkak alıştırmamak gerek sadece.
Buradaki bir sorun da, fikir üretim ve uygulama aşamasındaki söz sahipliğinin halen ağırlıklı olarak yapımcı ve sermayedarda olması. Yani işin bilene verilmemesi, bilene verilse de bildiği gibi yaptırılmaması. Sözgelimi, vampir dizisi yaparken iş bilene verilseydi veya verilenin istediği gibi yapılabilseydi, biz isimleri bile yabancı olan vampirlerin İstanbul’daki maceralarını izlemek yerine bu toprakların vampirlerini, burası kokan hikâyelerle izleyebilecektik. “Buranın vampiri mi var sanki?” diyenleriniz varsa cevabı başka birçok kaynakla birlikte Mehmet Berk Yaltırık ve Seçkin Sarpkaya’nın “Türk Kültüründe Vampirler Oburlar, Yalmavuzlar ve Diğerleri” kitabında ve Salim Fikret Kırgi’nin “Osmanlı Vampirleri: Söylenceler, Etkiler, Tepkiler” kitaplarında bulabilir.
Geçtiğimiz yıllarda Taylan Biraderler’le yaptığım röportajda Yağmur Taylan bu konuyu çok güzel özetlemişti:
[su_quote]”Şunu da unutmamak lazım, dünyanın her yerinde sektöre yön veren unsur, kreatiflerdir. İşi yapanlardır. Bu gidişatı değiştirecek olanlar da, eğer Türkiye’de de değiştirilebilecekse yine kreatifler olacaktır. (…) Dünyanın her yerinde yazanlar, yönetenler, oynayanlardır bu işi üstlenen. Bizde de yasal olarak öyle de işleyişte öyle değil. Burada da böyle olmak zorunda. Amerika’da sinemada 1970’lerde olan kriz de böyle aşıldı. Spielberg, Lucas, Coppola’larla aştı. Kim yaptı o filmleri, kim aştı o krizi? O adamların 70’lerde yaptığı devrim sayesinde bugün Amerika’daki stüdyoları halen kreatifler yönetiyor. Bize bakıyorsun, bizim yaptığımız meslekle alakası olmayan bir tip diyor ki ‘Bu iş böyle yapılacak!’ Bundan iyi bir iş çıkma ihtimali var mı?”[/su_quote]
Acımasız olmayalım tabii; bugün istisnai işlerde veya Muhafız özelinde belki Yağmur Taylan’ın bahsettiği örneklerin dışına nispeten çıkılmış olabilir ama “işi bilene yazdırmak” veya “bilene bildiğini yapma şansını vermek” önemli.
Tamam, bu adı üzerinde bir “uyarlama” ve artık “Neden kitaptaki gibi değil?” sorularını sorma yaşımı da, izleyici/okur tecrübesizliğini de geride bıraktığımı rahatça söyleyebilirim. Ama yazar N. İpek Gökdel, kitapta böylesi zengin bir malzeme kullanmışken bunun dizide tamamen değilse de kısmen neden kullanılmadığına kızmadan edemiyorum.
Bütün handikaplarına rağmen belki kitabını, belki hikâyesini sevdiğim için Muhafız’ı izlemeye devam edeceğim. İkinci sezonu halihazırda çekilmiş ve 2019’da yayınlanacak olan diziye üçüncü ve dördüncü sezon onayları da verildi. Umarım bunca derinliği zaten var olan bu hikâyeyi daha fazla sığlaştırmak yerine hak ettiği noktaya çekerler.
Bu arada, N. İpek Gökdel’in yazdığı “Karakalem ve Bir Delikanlının Tuhaf Hikâyesi” kitabı müstakil değil, aslında bir seri olarak düşünülmüş. Serinin yeni kitabı “Karakalem 2 & Kayıpbey Efsanesi”, ilk kitap gibi DEX Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı.
İki küçük not:
Tılsımlı Gömlekler konusuna ilgisi olanlar Hülya Tezcan’ın Timaş Yayınları etiketiyle yayımlanan “Tılsımlı Gömlekler: Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonundan” kitabını inceleyebilirler. BURADAN.
Fantastik, Bilimkurgu, Korku, Polisiye türleri kapsamında hazırladığımız özel dosyaya ve söyleşiye BURADAN ulaşabilirsiniz.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)