theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt
img-alt
img-alt

Birlik | Üstüngel Arı

17 Eylül 2015
1345 Okunma

Hayır bu olamazdı. İnsanlar turnikelerden geçebilmek için kitaplarını mı basıyorlardı! Bir saniye, hayır hayır, o gördüğüm şey Anadolu motifleriyle süslenmiş ve üzerinde “Elif Şafak – Aşk” yazan bir tren miydi?

Herkesin birbirine benzediği
yerde, hiç kimse yok demektir
–       M. Foucault
Sarı çizgiye bakıyordum. Çizgi denemeyecek kadar kalın, ama çizgiden başka bir şey denemeyecek kadar da belirsizdi. Sarı çizgiyi geçmek bazı durumlarda hayati bir önem taşıyabilirdi. Ki metronun yaklaşan sesi bu durumda çizgiyi geçmemenin hayati bir önem taşıdığını bağırarak geliyordu.
Can güvenliğiniz için sarı çizgiyi geçmeyiniz.
Lütfen inen yolculara öncelik tanıyınız.
Ve tabii ki geçmedik ve tabii ki tanımadık.
Usta çalımlarla rakibini geride bırakan bir futbolcu gibi kalabalığın içinden sıyrılarak kendime oturacak boş bir koltuk buldum ve “GOLL!” Oturmuştum. Metroda oturmak benim için büyük bir önem taşıyordu, çünkü hem yaklaşık yarım saatlik, uzun sayılabilecek bir yolculuk yapıyordum hem de metroda kitap okuyanlardandım. Ve eğer siz de benim gibi akşam altıda mesaisi bitenlerden olsaydınız, kendinize oturacak iyi bir yer bulamadığınız taktirde, günün belki de kendinize ayırdığınız o kısıtlı zamanlarından birini ayakta ve sıkış sıkış geçireceğinizi, haliyle de ne yolculuktan ne de okuduğunuzdan bir şey anlayacağınızı bilir, bunun gerçekleşmemesi için tüm hünerlerinizi sergilerdiniz.
Kendime oturacak iyi bir yer bulduktan sonra kitabımı çantamdan çıkardım. Kitabı çantadan çıkartırken gözlerimi vagon içinde gezdirip, okuma sırasında beni rahatsız edecek bir şey olup olmadığını kontrol ettim. Sorun yoktu. Ne kulaklığından fışkırırcasına yüksek sesle müzik dinleyen bir üniversite öğrencisi, ne bağıra çağıra konuşan ve gülen ergenler, ne de ağlayan bir bebek… Şanslı günümdeydim. İTÜ Ayazağa Durağı’ndan binip Yenikapı’ya doğru hareket edecektim. Kitabın yanında kalemimi de çıkarttım ve yanımdakileri rahatsız etmeyecek şekilde bacak bacak üstüne atıp arkama yaslandım. Bu benim metroda kitap okuma pozisyonumdu. Pozisyonumu aldım ve merakla kitabın ilk cümlesini okudum:
Ne yapmam gerektiğine karar vermiştim.
***
Değişen sirkülasyonu takip etmediğim için, birkaç durak sonra gözümü kitaptan ayırdığımda karşımda oturan iri kıyım abinin yerini, benim gibi kitap okuyan başka bir kadının aldığını fark ettim. Fakat altındaki eteğe rağmen dikkatimi ilk çeken, iri kıyım abinin bir kadına dönüşmüş olması değil, kadının okuduğu kitaptı. Aynı kitabı okuyorduk. Rastlanılması pek olağan bir durum değildi. Elimdeki kitabın çok satanlar listesinin yanından bile geçmiyor oluşunun bu durumla hiç ama hiç alakası yoktu. Çünkü bir Orhan Pamuk da tutuyor olsan elinde, metroda birbirinden habersizce aynı sefere, aynı seferin aynı vagonuna binmiş iki yolcunun hem de karşılıklı oturacak şekilde aynı kitabı okurken birbirleriyle aynı anda göz göze gelebilme ihtimali yok denecek kadar azdı. Var denecek kadar da çok… Göz göze geldikten sonra ikimiz de aynı anda birbirimizin kitaplarına baktık. Ardından birbirimize gülümseyerek “demek sen de bendensin” bakışı atıp kitaplarımıza kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü vardır bu, bilirsiniz, toplu taşımalarda dergi, kitap, gazete, ya da her ne olursa olsun bir şeyler okuyanlar birbirini görür ve okunulan her ne olursa olsun “Ne güzel,” der içinden “benden bir tane daha var.” Böyle anlarda kendini daha güvende hisseder insan. Çünkü insan her zaman bir gruba ait hissetmek ister kendini. Metroda kitap okumak da böyledir işte, Dövüş Kulübü’ndeki ilk geceni dövüşerek geçirdiğin kişiyle, gündelik hayatta karşılaşmak gibidir bu durum. Aynı gizli örgütün üyesisinizdir. Başınızla bir selam verir geçersiniz belki, belki de direkt görmezden gelirsiniz ama bilirsiniz; o da benden. Şu durumda ise şüphesiz ki aynı kitabı okuyan kişiler olarak “daha da benden” geliyorduk birbirimize.
***
Bir yerde okumuştum; “gerçek dostunuzu tanımak için bir cinayet işleyin ve ondan size yardım etmesini isteyin” gibi bir şey diyordu. Gecenin ikisinde babasını öldürüp beni aradığına göre…
Parmağımı yarım kalan cümlenin üzerine bastırıp kafamı kitaptan kaldırmama neden olan ses kuşkusuz ki bir anonstu; Araç depoya gidecektir. Yenikapı yönüne gidecek yolcularımızın bir sonraki aracı beklemeleri önemle rica olunur.
Gaipten gelen komutları dinlemeye alışıyordu insan büyük şehirlerde. Taksim’de inecekler merdivenlere doğru yönelirken biz bir grup yolcu ikinci bir seferin gelmesini beklemek için olduğumuz yerde kaldık. Vagonların ışıkları bir bir sönüyor, baştaki vagondan çıkarak tüm vagonları dolaşıp, içeride birinin kalmadığından emin olmak isteyen görevli, kısa yolculuğuna hazırlanıyordu. Kimimiz sonraki duraklarda inecek, kimimizse Yenikapı’da inip denizin altından karşıya geçecektik. O ana kadar benim de planım karşıya geçmekti. Fakat biraz sonra karşılıklı olarak aynı kitabı okuduğumuz kadın yanıma yaklaştı ve kulağıma doğru eğilip “Kitap dendi mi sanki ben…” diye fısıldadı. Bense kısa bir irkilmenin ardından kadının güzelliğini lehime çevirebilmek amacıyla bu girişe yakışan bir cevap vermek istedim. Edip Cansever’in dizelerini hatırlayıp “Vişneli bir dondurmayı durmaksızın yalarım” diye fısıltıyla tamamladım cümlesini gülümseyerek. O an bu cümlenin bir şifre olduğundan habersizdim ve de tek atışta şifreyi çözdüğümden… “Bekle” dedi gizemli kadın. Neyi beklemem gerektiğini anlamam için birkaç saniye daha geçmesi gerekiyordu. Birkaç saniye ve vagonları dolaşan görevli…
Görevlinin, önümüzde kapısı açık şekilde duran vagonun kontrolünü yaptığından emin ve hızlı adımlarla bir sonraki vagona geçtiğini gören kitapdaşım beni kolumdan tuttuğu gibi içeri çekip kapalı olan karşı kapıya doğru itti. Kendisinin koltukların hemen yanındaki cam panelin arkasına çöküp saklandığını görünce ben de taklitçi bir maymun gibi onu taklit ederek hızlıca çöktüm ve şaşkın bakışlarımı kadına çevirdim. Eliyle “sus” işareti yapıyordu. Sesimi çıkarmadım. Kapının dışında bekleyen yolcular sorgulayan bakışlarla bize ve ne yaptığımıza bakıyordu fakat şu an bu bakışları umursayacak halde değildim. Metroların sonunda vardığı depo denilen yeri hep çok merak  etmiştim. Fakat bu merakımı internette göreceğim birkaç fotoğraf ile karşılayacağımı düşünürdüm, bizzat giderek değil. Görevli tüm vagonların boş olduğundan emin olup dışarı çıktı ve kapılar kapandı. Hareket ettik. Taksim durağını arkamızda bırakınca gizemli kadın rahat bir tavırla ayağa kalktı ve en yakınındaki koltuğa oturdu. Taklitçi bir maymun olduğum için ben de aynısını yaptım. Birkaç dakika öncesinde olduğu gibi yine karşılıklı oturuyorduk. Tek fark, elimizde kitaplar, yanımızda yolcular, önümüzdeyse gidilecek duraklar olmamasıydı. Bir süre sessizce yol aldık. Ne olduğunu, neyin içine girdiğimi anlamaya çalışıyordum. Yoksa kadın beni depo denilen yerde kıstıracak ve ırzıma mı geçecekti? Ah keşke! Üniversite yıllarında yaşadığım asansör sevişmesinin üzerine çıkabilecek bir seks deneyimi beni bekliyor olabilirdi. Fakat öyle olsa, şimdiye kadar kadının ağzından herhangi bir şey çıkmaz mıydı? Fark etmezdi; sertleşiyordum. Metroysa hızlanıyordu. Yavaşlamasını beklerken artan bir hızla ivmesine ivme katıyor, içimde “Bu hızla gidersek kesin bir yerden uçacağız” düşüncesini uyandırıyordu. Daha da hızlandı metro. Şaha kalkmış bir at gibi öfkeliydi sanki. Liseden kalma fizik bilgim, hareket halindeki cisimlerin hareketlerini devam ettirmek istediklerini fısıldıyordu kulağıma. Bu hızla giderken olur da bir yere çarpıp durursak, bir saniye içinde kendimi en uç vagonda bulabilirdim. Ne bir ışık ne de camın ardından görünen herhangi bir durak. Karanlığın içinde, karanlığı yararcasına hareket ediyorduk adeta. Ve sonunda öyle hızlandı ki tren, karanlığı bile yarmayı başardı. Karanlık yarılmış ve içinden ışık doğmuştu. Işık öylesine yoğundu ki, beyazlıktan başka bir şey göremez hale geldim. LOST’un final sahnesini hatırladım, ama hayır, böyle sona ermemeliydi hayatım ve hayır, öyle sona ermemeliydi LOST. Beyazlığın kendini yavaşça geri çekmesiyle metronun da yavaşladığını fark ettim. Tren yavaşlıyor, etrafım tekrar renklenmeye başlıyordu. Gidilecek durağımız yoktu fakat yavaşlıyorsak bu, varılacak bir noktamız olduğu anlamına geliyordu. Yavaşladık… Yavaşladık… Yavaşladık… Ve durduk.
Kapılar açıldığında kendimizi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin varlığından haberdar dahi olmadığı bir istasyonun içinde bulduk. “İşte geldik” diyordu davet eder bir jestle gizemli kadın. Vagondan çıkıp etrafıma baktığımda buranın yaşadığım 30 yıllık hayat boyunca gördüğüm en yüksek tavanlı istasyon olduğuna karar verdim. Tavan o kadar yüksekti ki, neredeyse görünmeyecekti. Tepemizden göz alabildiğine trenler geçiyordu. Onlarca hatta yüzlerce kat, yüzlerce hatta binlerce tren görüyordum. Ben şaşkınca tavanla aramdaki mesafeyi gözlerimle ölçmeye çalışırken “Göğe sonra bakarsın” dedi gizemli kadın, “Önce bir etrafına bak da.” Etrafımın neredeyse görünmeyen tavandan daha ilginç olduğunu anlamak için birkaç saniye kadar gözlerimi bir baştan diğer başa süzmek zorunda kaldım. Çevremdeki herkes kitap okuyordu. Yürürken, otururken, turnikeden geçerken… Hatta güvenlik görevlileri bile… Bir dakika, bir dakika! Hayır bu olamazdı. İnsanlar turnikelerden geçebilmek için kitaplarını mı basıyorlardı! Bir saniye, hayır hayır, o gördüğüm şey Anadolu motifleriyle süslenmiş ve üzerinde “Elif Şafak – Aşk” yazan bir tren miydi? Hayırdı, mümkün değildi.
“Artık sen de bizdensin” dedi gizemli kadın ve omzuma dostane bir dokunuş bırakıp kitabına kaldığı yerden devam ederek kalabalığa karıştı. Neler olduğunu anlamıyordum ama içgüdüsel olarak turnikelere doğru gitmem gerektiğine karar verdim. Turnikenin başına geldiğimde acele ve alışkanlıkla elim önce İstanbul Kart’ıma gitti. Fakat yaptığım salaklığı anında fark edip çantamdan okuduğum kitabı çıkartıp okuttum. Turnikeye kitabı okutuyor olmak ve kitabın da doğası gereği okunuyor olması bir anlığına garip gelmişti fakat etrafıma baktığımda garip gelecek o kadar çok şey vardı ki, bu küçük kelime oyunu ancak kısa bir öyküde okunup geçilecek cinsten bir gariplikti.
Kitabı okutup turnikeden geçtim. Şaşkınlığım azalmak bilmiyordu. Çünkü kitabı okuttuğunuzda, okuduğunuz kitabın ismini, kitabınıza ait trenin her kaç dakikada bir kalktığını ve o trenin en yakın seferine kaç dakika kaldığını yazan dijital bir panoyla karşılaşıyordunuz.Hikayesi Olan Ölüler         Her 15 dakika     0:16
O Adam Babamdı              Her 5 dakika      04:14
Uçan Halıların Ayrod…     Her 3 dakika      02:17
Kafamda Bir Tuhaflık        Her 30 saniye     00:10
Anlaşılan sefer aralıkları kitapların satışlarıyla ters orantılıydı. Okuduğu kitap ne kadar çok satıyorsa yolcu o kadar az bekliyordu. Kitap ne kadar az satıyorsa yolcu o kadar çok… Yanında bir kitap taşımıyorsan buraya ait değildin.
Ve eğer bu kitap kulübünde ilk gecenizse, okumak zorundaydınız!
***
Başlarda her şey çok güzeldi. Her yeni başlayan şeyin insana güzel gelmesi gibi… Bir yer altı hattı keşfetmiştim ve tüm yolculuklarımı kendimi güvende, sakin ve huzurlu hissederek geçiriyordum. Etrafımda beni rahatsız edecek hiç kimse yoktu. Ne omuzlarını yaya yaya oturduğu için sayfaları bile kıpırdamadan değiştirmeye çalıştığım iri kemikli abi, ne basenleri bir buçuk koltuk genişliğinde olan basma etekli yaşlı teyze, ne gürültücü ergenler, ne yüksek sesle müzik dinleyenler, ne çocuklar hiçbiri hiçbiri hiçbiri yoktu. Burası adeta metro okuyanlarının cennetiydi. İlk kitap hattından ayrılmam uzun sürmedi. Ardından kendimi sırasıyla Deliduman, Ruhi Mücerret ve Kafamda Bir Tuhaflık trenlerinde buldum. Her tren sadece o kitabı okuyanlara giriş izni veriyordu. Elinde bir Murat Menteş kitabıyla Oğuz Atay trenine giremezdin. Tutunamayanlar’ı tuğla gibi kafana geçirirlerdi.
Kafamda Bir Tuhaflık trenine geldiğimde diğer trenlerden daha çok sıkıldığım için midir, yoksa gerçekten bu gizli örgütte başlardaki kadar kendimi rahat hissedemememden midir bilinmez, bir şekilde durumdan rahatsız olmaya başlamıştım. Her şeyin aynılığı başlarda bana mutluluk ve güven verirken, sonrasında kaygı ve güvensizlik vermeye başlamıştı. Çünkü burada herkes yapması gerekeni biliyordu. Herkes inenlere öncelik tanıyor, yürüyen merdivenin solunda durmuyor ve en önemlisi de kitap okurken kesinlikle bir başkasını rahatsız etmiyordu. Her şeyin bu kadar mükemmel olması, tedirgin ediciydi. Ve ne zaman ki Tehlikeli Oyunlar trenine geçtim, işte o an gerçekten de tehlikeli bir oyunun içinde olduğumu anladım.
***
… hayır albayım düşündüğünüz gibi olmadı, öyle şeyler kitaplarda olur, ya da başkalarının başına gelir.
Bu cümleyi okuduktan sonra gerçekten de sadece başkalarının başına gelmesini istediğim bir olayla karşı karşıya geldim. Cümlenin altını çizmek için gözümü kitaptan ayırıp çantamın içinde kalemimi ararken, karşımda yüzünü Tehlikeli Oyunlar’la gizlemiş kişiyi aşağıdan yukarı doğru süzmeye başladım ve daha ilk anda ayağındaki ayakkabının benimkilerle aynı olduğunu fark ettim. Bunu basit bir rastlantı olarak değerlendirmeye vaktim kalmadan yanındaki koltukta oturanın da aynı ayakkabıyı giydiğini gördüm. Ve yanındaki ve yanındaki ve yanındaki! Kitabın kaldığım sayfasını katlayıp kendi yanımdakilere baktım. Hepimiz aynı ayakkabıyı giyiyorduk. Tam kendimi henüz gördüklerime ve görmekte olduklarıma şaşırmaya hazırlıyordum ki, yanımda oturan kişi bana doğru döndü ve göz göze geldik. Bir aynaya bakıyor gibiydim. Yanımda bana gülümseyerek bakan bir ben vardı. Bunun bir rüya olmasını dilercesine ayağa fırladım. Vagondaki herkes, vagondaki tüm benler şaşıran gözlerle bana bakıyorlardı. Açılmayacağını ve hatta olur da açılırsa tünele düşüp öleceğimi bilmeme rağmen kapıyı yumruklamaya başladım. Diğer benler oturdukları koltukları rezerve edercesine kitaplarının kaldıkları sayfalarını katlayıp yerlerine bırakıp bana doğru gelmeye başladılar.. Sırtımı kapıya verdim. Diğer vagonlardaki benlerin de aynı şekilde, olduğum yere doğru geldiklerini gördüm. Birkaç benle başa çıkabilirdim ama hepsi üzerime çullanırsa ne yapacağımı bilmiyordum.
“Hayır albayım düşündüğünüz gibi olmadı” dedi içlerinden bir ben. Bir diğer ben “öyle şeyler kitaplarda olur” diyerek devam etti ve başka bir ben “ya da başkalarının başına gelir” diyerek tamamladı cümleyi. Şimdi hepsi, tüm benler, hep bir ağızdan aynı şeyi tekrar ediyorlardı; “Hayır albayım düşündüğünüz gibi olmadı, öyle şeyler kitaplarda olur, ya da başkalarının başına gelir.”
Üzerime üzerime gelmeye devam ettiler. Bu kadar çok ben olmamalıydı dünyada. Bu kadar çok bene gerek yoktu. Herkes ben olursa, ben kim olabilirdim ki? Herkes ben olursa, bir ben olabilir miydi ki!? Fakat o an, bunları düşünmenin zamanı değildi. Sağlak olmama rağmen benlerden birine sol elimle bir yumruk çaktım. O ben bunu beklemiyordu. Bir diğerinin sağ ayak bileğine tekme attım. Sağ ayak bileğim yıllar önce fena kırılmıştı ve çok hassastı. Aldıkları darbeler senkronlarının bozulmasına neden oldu fakat yine de bu, beni kapının köşesinde sıkıştırmaya ve o cümleyi hep bir ağızdan söylemeye devam etmelerine engel olmuyordu.
 “Öyle şeyler kitaplarda olur”
“düşündüğünüz gibi olmadı”
“ya da başkalarının başına gelir”
“Albayım.”
Köşeye sıkışmıştım. Kaçacak yerim kalmamıştı. Trenin biraz yavaşladığını hissettim. Artık beni kapıya bastırıyorlardı. Yavaşlamaya devam ediyorduk. Biraz daha dayanabilirsem durağa geldiğimizde kendimi dışarı atabilirdim. Nefes alacak boşluk kalmamıştı. Yere çöktüm. Gözlerimi sımsıkı kapadım. Herkesin ben olduğu bir dünya değildi istediğim. Cehennem başkalarıdır.
Hayır Sartre! Cehennem başkaları değil, bizzat bendim! Bu kadar benin içinde nefes almam imkansızdı. Yavaşlıyordu tren. İyice yavaşlıyordu. Durmak üzereydik. Nefesimi biraz daha tutabilirsem…
“Düşündüğünüz gibi olmadı albayım”
“Kitaplarda olur öyle şeyler”
“Hayır albayım.”
“ya da başkalarının başına gelir”
“Albayım.”
“Albayım kalk.”
“Yenikapı’dayız.”
“Albayım!”
Gözlerimi açtım. Yanımdaki yolcu dizime dokunarak beni uyandırmaya çalışıyordu.
“Albayım kalk”
“Ne oldu?” dedim yeni uyanmış bir şaşkınlıkla.
“Yenikapı’ya geldik. Geri dönecek bu tren. Baktım uyuyorsun, yolu geri gitme diye uyandırayım dedim kusura bakma.”
Onu tanımıyordum. Bana benzemiyordu. Ben değildim. Bu iyiydi.
“Bana niye albayım diyorsun?” diye sordum, uyurken salya akıtıp akıtmadığımı kontrol ederken.
“Ben de okudum onu” dedi elimdeki kitabı göstererek, “kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor falan değil mi o?”
“Aynen o” dedim.
“Güzel kitap” dedi, “ondan öyle dedim yanlış anlama.”
“Eyvallah” dedim.
“Nerede ineceğini de bilmiyorum tabi ama…”
“Eyvallah eyvallah” diyerek sözünü kestim, “burada inecektim zaten çok sağol.”
Etrafım vagonu boşaltan yolcularla doluydu. Hepimizin gidecek, yetişecek, geç kalacak başka yerleri vardı. Başka amaçları, başka hayatları, başka arzuları, başka tutkuları, başka düşünceleri, başka fikirleri, başka doğruları, başka yanlışları… Başkaları… Başkaları huzur veriyordu bu sefer. Kaldığım sayfanın ucunu kıvırıp kitabı çantama koydum ve ayağa kalktım. Diğer kapıdan giren yolcular ilk duraktan biniyor olmalarının keyfiyle diledikleri boşalan yere oturuyordu. Boşalttığım koltuğa oturan bir kadın gördüm çıkarken. Kadın elinde Tehlikeli Oyunlar’ı tutuyordu. Dışarı çıktım. Vagonun camından içeri bakıyordum. Kadının sırtı bana dönüktü. Karşı koltuğu boştu. Boş koltuğun önünde camdan yansıyan kendimi görüyordum. Kapılar kapandı. Yansımama baktım. Yansımam kadının karşısına oturdu.
Hakkında Üstüngel Arı
1990 yılında dünyaya geldi. Dünyaya gelişine hiçbir zaman bir değer atfetmedi. O da hepimiz gibi biraz zaman geçirmek için buradaydı. Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden mezun oldu. Okuduğu önemde Felsefe bölümünde çift-anadal yaptı. İlk romanı Hikâyesi Olan Ölüler 2014’te yayımlandı. Aynı yıl Bana Bi’ Şey Olmaz - HIV Pozitif Öyküler kitabına bir öyküyle katkıda bulundu. Çeşitli televizyon programlarında editörlük ve reklam yazarlığı yaparak hayatta kaldı. Kendisine Ayı, 221B, Karga Mecmua, Kalem Kahve Klavye gibi çeşitli dergilerde yahut Kadıköy sokaklarında rastlamak mümkündür. Rakıya hayır demez. Aslen biracıdır.
Yorum 2

Cevapla

15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal https://kalemkahveklavye.com 300 4000 1

Bu kapanacak 0 saniye