Oturduğum ortopedik koltuktan baktığım tiyatro sahnesinde, bir tırın konteynerine sıkıştırılmış bir sürü mal görüyordum. Bu mallardan bazıları canlıydı. Size, bana benziyorlardı. Basbayağı insandı bunlar. Oturduğum koltuk Ortadoğu’daydı. İzmir Devlet Tiyatrosu’nda, Hüseyin Alp Tahmaz’ın yazdığı, Volkan Özgömeç’in yönettiği “Nereye” adlı oyun için ayırtılmış bir koltuk… Asya’dan Avrupa’ya doğru uzanan bir yemek borusunun üzerinde…
Bundan üç yıl evvel de, benzer rahatlıkta bir lokantanın koltuğunda oturmuş gönül rahatlığıyla yemeğimi yiyordum. Ta ki onu görene dek. Eli ağzındaydı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Bir süre bakıştık. Hızla uzaklaştı. “Dur,” diye bağırdım, “Nereye gidiyorsun?” Durup koşa koşa döndü. Elini ağzından hiç çekmiyordu. Bir kağıt mendil poşeti uzattı bana. Peçete almayacaktım. “Gel. Otur,” dedim, “Birlikte yiyelim.” Kaşlarını kaldırdı. “Bir lokma al bari,” dedim. Kaşlarını hiç indirmedi. Tekrar peçeteyi uzattı. Acaba gerçekten onun açlığını, sefaletini umursuyor muydum? Yoksa onu öyle gördükten sonra bir zehre dönüşmüş yemeğimden bir parça bile alamayacağım için mi çağırmıştım onu? Boğazımın orta yerine kurulan sınır kapısı onun bir lokma almasıyla açılacak mıydı?
Boğazımızdan geçen mallar da ya devam edip dünyanın midesine, Avrupa’ya gidecek ve orada sindirilmeyi bekleyeceklerdi ya da biz onları koca dünyaya sığdıramayacak tükürüp atacaktık. Gittikleri midede bulantılara sebep olanlar da kusulacaklardı. Ancak geçip gitmek o kadar da kolay değil. Murat Gülmez’in tasarladığı dekorların arasına sıkışmış, Yıldız İpek Köseoğlu’nun tasarladığı kostümleri çıplak bedenlerine geçirmişlerdi. Birer kalp… Gerisi et, kemik. Dünyayı güzelleştiren, dünyayı bir savaş alanına çeviren, tüm bu olup bitene sessiz kalanlar gibi; et ve kemik.
Bir mal olarak kendi kargo paralarını kendileri vermiş bir avuç insandılar. Kargo şirketleriyse giden malların sağ salim varacaklarına dair hiçbir vaatte bulunmuyordu. Çocuk için de böyle bir şeyi garanti etmemişlerdi. Ona nefretle bakan, bir an önce geldikleri yere gidip her ne şekilde olursa olsun, ister toprağın altında, isterse toprağın üstünde, orada yaşamalarını isteyen adamlardan olmadığı meçhul biri “Gel bir lokma al,” diyordu. Oturduğum yerden bana uzattığı peçeteyi aldım. “Gelip oturmazsan para yok,” dedim. Kızdığını hissettim. Kalktım yanına gittim. Elinden tutup oturduğum mekâna soktum. Mekânın çalışanlarına korka korka bakıyordu. Her seferinde küfür kıyamet kovulduğu bir yer olduğu kesindi. Ama şimdi bir abi gibi uzattığım elimi sımsıkı kavramıştı. “Korkma lan!” diyordu adam, “Sorarlarsa kardeşim diyeceğim.” Zar zor birkaç lokma yedi. Masaya oturduğundan beri sormak istiyorum. Yolu, yolculuğu, anasını, babasını… Öyle bir yiyordu ki bırakın iki laf etmeyi, nefes almayı unutacak diye endişeleniyordum. Fakat dikkat ettiğim bir şey vardı ki aslında her sorunun cevabını veriyordu. Sandalyeye oturmadı. Tıpkı sahnede, oturdukları yerleri sürekli olarak değiştiren, bir konteynerin içinde dahi kendilerine uygun bir yer bulmakta zorlanan karakterlerimiz gibi. Uçan bir fidandı o da. Kök salmaya korkan, yersiz yurtsuz kalmış, toprağından kötücül ellerle sökülmüştü.
Beşiği bir tırın ardına bağlanmış metal bir konteyner olan küçücük bir fidan da vardı o sahnede. Topraksızdı o. Toprağı annesinin kucağıydı henüz. İnsan ayakları yere basana dek vatansız mı olur? Ne zaman “bizim” deriz çevremizdeki kaya tozuna? İki ayağımızın kapladığı alandan daha fazla yere sahip olamayacak olmanın hüznü mü bu vahşetin sorumlusu?
Uç öyleyse… Altı üstü bir sandalye. Masa sahiplerinin oturduğu süre boyunca satın aldıklarıyla kirasını ödediği aptal bir masasının, salak bir sandalyesi… Otursan, iki dakikacık huzur bulsan ne olur? “Otur,” dedim. Bir yandan yerken, bir yandan kaş kaldırıyordu boyuna. Daha bir kelime etmemişti. Sinirlenmeye başlamıştım. “Otur lan şuraya! Çıldırtma beni!” Gözlerinde bir ifade belirdi ki yürek yakar. Hemen oturdu. Oturdu ama huzuru kaçmıştı tümden. Şimdi korka korka yiyordu. “Tamam. İstersen kalk,” diyesim geldi. Karnı doyunca ellerini uzattı bana. “Ha, mendilin parası.” Uzattım. Bir de kola söyledim. Esmer yüzünde yay gibi uzadı dudakları. “Ee, anlat bakalım. Nereden geliyorsun sen?”
Dünyanın katı gerçekliğinden sıyrılmış, yumuşak bir zeminde de olsa öyle kolay değildir sahnedeki karakterin pat diye konuşabilmesi. Üç yıl önceye gidip o küçük çocuğu düşündükçe meraklanıyordum. “Ah,” diyorum içimden “nasıl anlatsınlar.” Derken, bakışlarına bir taş bağlayıp seyirci denizinin içine atmış olan, en muhafazakâr oyun kişisi Hüseyin, sadece biri “Senin hikâyen ne?” dedi diye, benim diyen insanın, bırakın cümleyi, kelimesini ağzına alamayacağı derecede şiddetli, travmatik bir olay anlatmaya koyuldu. Kız kardeşinin ölümü de buna dâhil. Üstelik onun sebep olduğu bir ölümdü bu.
“Konuşsana oğlum sabaha kadar bakışacak mıyız böyle?” Konuşmuyordu. Elini ağzına atıyordu gene. “Şşt, ayıp,” dedim, “Kürdan al şuradan.” Sonra uzanıp bir kürdan aldı. Başladı karıştırmaya. Bir ara durdu. Aklına çok önemli bir şey gelmiş gibi iri iri açtı gözlerini ve “Kola.” dedi. O kadar sustun, dedim içimden, ilk söylediğin şey “kola” mı olacaktı?
Oyun kişileri de teker teker dökülmeye başladı. Sonra araya İtalya’da geçirecekleri güzel günleri, yatacakları kadınları hayal eden İsmail ve Cemal girdi. Ardından aralarındaki en okumuş, yazmış, İngiltere’de bir kitapçı açmak hayali olan Ahmet anlattı bize derdini. Yine “hiçbir nedenselliği olmadan” iki kızının canlı bomba tarafından öldürüldüğünü söyleyiverdi.
“O ne!” dedim korkuyla. Ağzından kanlar akıyordu çocuğun. Kürdanın ucunda beyaz bir şey vardı. Ben de çocuk da o şeye dikmiştik gözlerimizi. Ver bakayım, derken düştü yere. Hoppala, o da peşinde girdi masanın altına. İnsanlar bize bakıyorlardı. Oyun oynadığımızı sananlar bile olmuştur herhâlde. Bizi gören birkaç garson yanımıza geldi. Yardımcı olmak istediler. “Tamam,” dedim, “Biz hallederiz, her şey yolunda.”
Bazı sahnelerde, her şeyin yolunda gideceğine dair vaatler verdikleri geleceklerine gidiyoruz oyun kişilerinin. Elbette, hiçbirinin geleceği, bizlerin de tahmin edemeyeceği gibi, hayallerine hiç benzemiyordu. Aklının bir türlü almadığı, insanların ipi kopmuş tespih boncukları gibi savrulduğu o günleri anlattı bize; tespih çeker gibi sayılan ölüleri; kan revan için kalanları…
Peçeteyi açıp ağzının çevresindeki kanları silmeye çalıştım. Bir yandan “Tamam, siktir et artık, çıkar yenisi,” diyordum ama nasıl anlatayım. Namussuz diş de yer yarıldı yerin dibine girdi. Artık masanın diğer tarafına geçip peçeteyi iki kat yaparak ağzını açtım ve dişinin arasına koydum. “Bunu böyle tutarsan yenisi çıkar,” dedim. Sımsıkı ısırıyordu peçeteyi. Bu sırada, her şeyin güzel olacağına dair vaatler verdiğim yakın geleceği bir garson masaya bıraktı. Kola geldi. İkimiz de kolaya baktık. “Sakın o peçeteyi çıkarma!” dedim. Kola açılmıştı. “Tamam, bu kalsın, hadi büyüklerinin yanına gidelim. Yolda alırız,” dedim. Elimden tuttu. Yolu o tarif etti bana. Hem de yirmi dokuz yıldır yürüdüğüm yolları, vatanıymış gibi…
Annesini görünce ona doğru koşmaya başladı. Ben de peşinden koştum. Annesi ağzının kenarından sızan kanı gördü. Onu kovaladığımı sandı. Üstüme koşturmaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim. Donup kaldım. Bir tokat patlattı yüzüme. Durumu anlatmaya çalışırken çocuk küçücük elleriyle bacağıma sarıldı. Annesine anlamadığım bir dilde bir şeyler söyledi. Bu kez annesi özür dilemeye başladı benden.
“Önemli değil. Dişi çıktı,” dedim.
“Ben sandım sen dövdün.
“Önemli değil. Kim olsa öyle sanırdı.”
Annesinin yanına, çimlere oturdum. Bir süre saçma sapan şeylerden bahsettikten sonra annesine nereden, nasıl geldiklerini, nereye gittiklerini sordum. Kadının gözleri bir mum alevi gibi sıcak, öfkeli ve yine bir mum alevi kadar titrek ve korkak. “Babasız bu. Baba öldü Suriye. Abi öldü Suriye…” Düğüm düğüm oluyordu kadının boğazı. Ne o konuşmaya devam edebiliyordu, ne de ben dinlemeye. “Bir diş. Bak kanla çıkıyor. Düşün ki can çıkıyor,” deyince müsaade istedim.
Boğazımın orta yerine kurulan sınır kapısında bombalar patlıyordu o an. Hıçkırıyordum durmadan. Çok mu yedim yoksa? Yoksa…
Oyun bitti. Oyun bitti mi? Ne oldu sahnede? Kim ne anlattı? Şu acıkmış küçük çocuk hiçbir şey söylemedi ama. Annesi ise bir cümleyi zar zor kurdu. Sahnedekiler onun hikâyesini mi anlattılar bana?
Oyundan çıkınca üç yıl önce yemek yediğim mekânın çevresinde dolanan çocuklara baktım. Onu aradım. Onun oyunu anlatmasını değil, ona oyunu anlatmak istedim. Bir diş, bak kanla çıkıyor. Nasıl oluyor da onca cümle, nedensizce dökülüveriyor, demek istedim.
11 Ekim 1991’de Manisa Sarıgöl’ün Omurca köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e göç etti.
2013 yılında senaryosunu yazdığı “Özür Dilerim” adlı kısa film Line Tv’de, “Kısa Bir Ara” adlı programda gösterildi.
2014 yılında “Bir Dağ İki İnsan” adlı oyunuyla Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” kazandı. Oyun, 33. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte sahnelendi.
2015 yılında “Türkiye’de Kadın Olmak” konulu 15. Genç Beyin Fırtınası Yarışması’nda yazdığı kamu spotuyla birincilik ödülüne layık görüldü.
2016 yılında “Yüz Dolarlık İnsanlar” adlı oyunum ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Övgüye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazındı. Aynı yıl “Gecenin Sırtında” filminin senaryosunu Doğuş Algün ile birlikte yazdı.
2017’de “Güneş Doğudan Battı” oyunu ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazandı. Oyun, 36. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte “Özdemir Nutku” salonunda sahnelendi.
Ocak 2017’den TRT Türkü’de yayınlanan “Türkü Çınarı” isimli programın yapımcılığını ve metin yazarlığını, TRT Nağme’de yayınlanan “Musiki Ustaları” programının metin yazarlığını ve TRT Radyo 1’de yayınlanan “Bir Takım İncelikler” programının metin yazarlığını ekip arkadaşları İbrahim Alp Okur ve Zeliha Çiçek ile birlikte sürdürdü.
2018 yılı Ocak ve Ağustos ayları arasında itibariyle TRT Radyo 1 “Duy Sesimi” programramının metin yazarlığını üstlendi.
Öykü Gazetesi, Deliler Teknesi, Varlık Dergisi ve çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı.
Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları, Dramatik Yazarlık – Dramaturgi A.S.D’nda öğrenimine devam ediyor.