Tarih boyu isyanını sazla, sözle sesleyenler bunu yapmaya devam edecekler. Bazıları isyanın sesi olacak, bazıları isyanı körükleyecek, bazıları zaman içinde unutulacak, bazıları fonksiyon değiştirecek, bazıları ise dimdik ayakta duracak ve dilden dile dolaşıp duracak. Çünkü ben sussam da içim susmayacak, müzik susmayacak.
James Lull, 1987 yılında yayımlanan “Popüler Müzik ve İletişim” isimli kitabında, dinleyicilerin popüler müziğe fiziksel, duygusal ve bilişsel olarak katılım sağladıklarından bahseder. Kitabın yazıldığı o tarihlerde popüler müzik için paylaşarak katılımdan bahsetmek elbette mümkün olamazdı. Çünkü henüz internet kullanımı bu kadar yaygın değildi. Ancak günümüzde kitleler el çırpma, tempo tutma, hissetme, romantikleşme ya da belleğe katkıda bulunmadan daha çok ve hatta en evvel müzik parçalarını ve kliplerini elden ele paylaşarak katılım sağlıyorlar. Üstelik müziğin en güçlü kutsaması ve kutlaması da artık konser salonlarında değil, internet ortamlarında, sosyal medya dolaylarında yapılıyor.
Geçtiğimiz aylarda bu katılımın bir benzerini gördük. Hali hazırda pek çoğu ister istemez kendi meşreplerince muhalif sözlere sahip görüşlerini müziklerine/rap’lerine yansıtan 17 hip hopçı ve bir Deniz Tekin, Şanışer’in önderliğinde toplandı ve ortaya birilerini hakkında suç duyurusunda bulunduracak kadar rahatsız edebilen “Susamam” çıktı.
Hayvan haklarından kadına şiddete, çevre sorunlarından adalete ülke gündeminde olan ve neredeyse her biri bir “hashtag” olabilecek toplumsal konu başlıklarının üzerine söylenebilecek sözleri sıralayan 14 dakika 55 saniyelik bir parça ortaya çıkarıldı. Bu da kitlelerin paylaşarak katılım sağladığı bir müzik ürünü oldu ve hayatlarımızdaki yerini aldı. Bu şarkının Türkiye’deki “genel dinleyici kitlesi” açısından pek çok farklı özelliği vardı. Bunlardan biri neredeyse 15 dakika olmasıydı. Çünkü kimsenin artık neredeyse 15 dakikasını bir müzik klibine ayıracak zamanı yoktu. Ancak bu klipte 18 farklı ses, söz ve yorum vardı. Daha da önemlisi sosyal medyada zaman geçirir gibi klibi izlemek mümkündü. Çünkü her biri daha önce sosyal medya araçlarında trend olmuş ya da olma potansiyeli olan konulardı. Diğer bir özelliği de her ne kadar Türkiye’de son dönemde neredeyse ulusal müzik haline dönüşmüş “genel dinleyicinin” çok iyi bildiği ancak “elit sanat beğenisine sahip” kitleler tarafından ötelenen bir tür olan hip hop parçası olmasıydı. “Susamam“, hip hop’a daha önce kulak vermemiş ve hatta zaman zaman tiksintiyle bakan “elit” kesimin yanı sıra, sisteme muhalif duruşu olan bir diğer kitlenin de dikkatini bu türe çekmeyi başarmış gibi görünüyor. Tıpkı tarih boyunca popülerleşmiş muhalif müzik yapıtları/parçaları/şarkıları gibi.
“Kültür, eylem demektir”
“Pop Kültür Oluyor” isimli kitabında McGregor, “Kültür eylem demektir” diyor (McGregor, C. Pop Kültür Oluyor, çev. Gürol Özferendeci, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 22). Bunu da kültürün tepeden inme sanat yapıtlarıyla değil, yaşanmışlıklarla süregelmekte ve inşa edilmekte olduğunu söyleyerek vurguluyor. James Lull da müzik üzerine “Dünyamızdaki tüm kültürler hemen her boyutta farklılık gösterirler, ancak müziğin yaratımı ve kullanımı, kültürlerin hayatta kalmak için gerekli olan araçları bulmak gibi ortak bir özelliğidir. Tabii ki yapılan müzik türleri ve müziğin dile geldiği bağlamlar bir kültürden diğerine farklılık gösterir” diyor (Lull, J., Popüler Müzik ve İletişim, çev. Turgut İlbay, Chiviyazıları Yayınevi, 2000, İstanbul, s. 28)…
Peki nasıl oluyor da muhalif bir müzik ürünü popüler kültür ürünü haline geliyor?
Blues, caz, fusion, gospel, ska, funk, soul, hatta rock ve hatta rap ve daha pek çok tür aslında Afrika müziğinin içinden kopmuş, siyahlar tarafından Avrupa müziği ile harmanlanmış Afro-Amerikan müziğini oluşturmuş, isyanın sesini -olması gerektiği gibi- popülerleştirmiş. Mississippi’de, Güney Carolina’da, Memphis’de köle olarak çalıştırılan siyahilerin isyanlarını motifledikleri şarkıların hiçbirinin bu kadar popüler olup dünyaya hükmedecek türlerin ataları olacağı düşünülemezdi. “Göçmenler ve onların şarkıları Batı’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde yayılırken, müzikleri de Batılı müzik akımlarıyla iç içe geçti” (McGregor, s.57). Göçmen kölelerin dilinden dökülen, elinden çıkan şarkılar gittikçe popülerleşen rock, caz, soul, blues, reggae, pop gibi türlerde şarkılara dönüştü ve büyük festivallerin büyük sahnelerine, büyük plak şirketlerinin önce stüdyo sonra da kasalarına kadar taşındı.
Efendinin efendisiz müziği
Afrika’nın batı sahillerinden zorla getirilip Karayip adalarının şeker plantasyonlarında çalıştırılan siyah kölelerin bilinen en asi çetesi Maroonlar’dı. Onların üstü kapalı karşı koyma tekniklerinin başında ise kuşkusuz müzik geliyordu. Örneğin inek boynuzu sesi kölelere silahlanmalarını haber veren bir işleve sahip olmuştu. Ardında da davullar… “Afrika ritimlerini hatırlayarak kaybettikleri özgürlüklerinin anısını canlı tutabildiler. Aynı zamanda Avrupa’nın müzik ve dans biçimlerini kendi ihtiyaçlarına denk düşecek biçimde uyarladılar. Köleler, çalıştıkları tarlaların veya yetiştirdikleri ürünlerin sahibi değillerdi. hatta yasalar nezdinde kendi üzerlerinde bile hiçbir hakları yoktu. Ama efendilerinin müziğini alma konusunda özgürdüler” (Hebdige, D., s. 35). Trinidad’da da durum farklı değildi. Avrupa melodileri ile Afrika ritimleri birleşmiş, İspanyolca sözlerini toprak işçiliği yapan Afrika bağlantılı kölelerin isyanından alan bir tür olarak 1930’larda Kalipso, otoriteye meydan okumak için ortaya çıkmış olsa da dans salonlarının akustiğini ve plak şirketlerinin cebini dolduruyordu ya da dolduracaktı.
“1930’lu yıllarda New Yorklu plak şirketleri kalipsoyu keşfettiler ve en gözde şarkıların kayıtlarını yaptılar. Bu plaklar daha büyük, uluslararası bir pazar için üretiliyordu. Şarkı sözleri Batı Hint Adaları dışındaki dinleyicilerin hoşuna gidecek biçimde elden geçirildi. Nihayet 1940’larda, beyazlardan oluşan bir üçlü Lord Invanders’ın “Rum and Coca Cola” şarkısının -aslında Trinidad’da üslenmiş olan Amerikalı askerleri hicveden bir kalipsodur- yeniden yorumuyla büyük bir hite imza attı. Amerikan uyarlamasında parçadan taşlama içeren ögeler çıkarılmıştı” (Hebdige, D., s. 54). Kalipsoyu kalipso yapan, gemilerin ambarlarında birbirine zincirli, işkence göre göre Batı Hint Adalarından Trinidad’a getirilen kölelerdi.
Avrupa’da ne vardı?
Şimdi zaman makinamıza atlayalım ve biraz daha geçmişe gidelim. Geçmişteki Avrupa müziğine… Avrupa müzik tarihinde oldukça önemli yerleri olan yapıtlardan da bahsedelim. Bunlardan ilki, “bir döneme ayna tutan, damga vuran, son derece eleştirel, ilerici, ve daha da önemlisi kolektif bir yapıt” olan ve Hıristiyanlığın temelini oluşturan 7 ölümcül günahı kendine merkez edinmiş 1310 yılında yazılmış, “Le Roman De Fauvel”. “Yapıt, dönemin olumsuzluklarına; yolsuzluklardan bağnazlıklara, birçok kişisel zaafa ve kurumsal çürümüşlüğe karşı tepki verip ses çıkarmakta. Ortaçağ alegori modası uyarınca: Fauvel, başka bir yazılışıyla da Favvel, şu kavramların baş harflerinden kurulu bir akrostişti: Flaterie (dalkavukluk), Avarice (hırs), Vilanie (şeytanlık), Varieté (döneklik), Envie (kıskançlık), Lascheté (tembellik). Roman de Fauvel arkasına yaslanıp tahtına kurulabilen üstelik de tacı olan benekli bir atın hikayesini konu alır. Söz konusu hikayenin baş karakteri dört ayaklı bir at da olunca ondan her şey beklenir (Maral, A. “Ses Örgüsü”, 11.04.2019 tarihli TRT 3 Radyo Programı, 216, “Yedi Ölümcül Günah“).
Yine Ortaçağlar’dan, tüm değerlerin ters-yüz edildiği, yönetici sınıfların ve tabi ki kilisenin olumsuzluklarının müzik yoluyla karikatürize edildiği bir yapıt olarak “Eşekler Bayramı” bilinen diğer adıyla “Aptallar Bayramı”nın adını anmamız gerekiyor. Alper Maral’ın TRT 3’te yapımcılığını üstlendiği “Ses Örgüsü” isimli programlarından 217.’sinde bahsettiği gibi “Aptallar Bayramı”, “Halkın, kitlelerin, deyim yerindeyse gerginliğini alıyor, hırçınlığını sündürüyor; siyaset bilimindeki tabirle ’emniyet supabı’ işlevi görüyor. Kullanılan müzikler dönemin yaygın ezgileri; eğilip bükülen metinlerse kimi zaman kutsal metinler—tabiî kötülerce istismar edilen metinler ya da toplum-içi, kurum-içi olumsuzlukların sahnelendiği kısa skeçler” (Maral, A. “Ses Örgüsü”, 18.04.2019 tarihli TRT 3 Radyo Programı, 217, “Aptallar Bayramı“).
Hazır Avrupa merkezli müzik tarihinden örneklere girmişken L. V. Beethoven’ın 3. Senfonisi Eroica’nın aslında Beethoven’ın “insanlığın kurtarıcısı, saltanatın düşmanı” dediği Napolyon Bonapart’ın başarısı için yazılmış olduğunu ancak Napolyon’un kendi diktatörlüğünü ilan etmesinden sonra bu ithafını geri çektiğini söylemek yerinde olacaktır. Bir kahramanlık hikâyesi olan Eroica’nın ritmik motiflerinden, formal yapısına kadar pek çok bağlamda kahramanlık vurgusunu müzikal olarak taşımakta olduğu birçok müzikolog tarafından da doğrulanmaktadır. Fırat Kutlu Müzik ve Politika isimli kitabında konuyu şöyle anlatıyor, “Beethoven 3. Senfonisi’ni 1804’de yazar… Kahramanlık senfonisini yazıp çok sevdiği Napolyon’a adadığında kendisini imparator ilan eden Napolyon, Fidelio ve Savaş senfonisinde Beethoven’a sürpriz yapar ve ordularıyla Viyana’yı işgal eder. Beethoven’ın buna karşılığı ise Egmont, hemen ardından da ‘İmparator’ olarak anılan piyano konçertosu (beşinci) olur. Tüm Viyanalılar, sınıf ayrımı yapmaksızın orduya katılıp Fransızlara karşı savaşmak isterler. Beethoven’ın yapıtları da dönemin ruhuna, yani ‘Kahramanlar Çağı’na oldukça uygundur” (Kutluk, F., “Müzik ve Politika”, Doruk Yayıncılık, 1997, Ankara, s.12).
Diğer taraftan, Mozart’ın Don Giovanni isimli yapıtı, müzik-politika ilişkisinde bir yapı taşı niteliğindedir. Don Giovanni elde ettiği kadınlara paçavra gibi davranır, yaşamı uğruna özür dilemez ve geri adım atmaz, etik değerler onun için bir anlam taşımaz (Kutluk, s. 10). Mozart’ın kardeşliğe yaptığı vurgu, Figaro’nun Düğünü’nde Figaro’nun söylemi son derece politiktir hatta politik bir manifesto niteliğindedir (Kutluk, s.11).
1830 yılında Fransız besteci Daniel François Esprit Auber’in bestelediği “La muette de Portici” operası Brüksel’de sahnelendiğinde izleyen herkesi sokağa döker ve Belçika’nın Hollanda Krallığı’nın egemenliğine karşı başkaldırısını başlatır (Kutluk, s.11).
Verdi’den Wagner’e, Bellini’den Stravinsky’e kadar pek çok besteci politik kimliğini yapıtlarına yansıtmaktan çekinmemiş hatta kimi zaman kitleleri de harekete geçirmişlerdir. Bu isimler gibi daha onlarca besteci ismi ve yanıtlarını saymak mümkün. Müziğin gücü her daim etkili olmuştur. Bütün bunların içinde ismini zikretmeden geçemeyeceğim birkaç isim bulunmakta: biri 20. yüzyıla damgasını vuran Krzysztof Eugeniusz Penderecki ve onun Threnody to the Victims of Hiroshima (Hiroşima Kurbanlarına Ağıt) isimli yapıtı. Bir diğer isim her ne kadar kendisinin öyle anılmasını istememiş olsa da yaşam biçimi, yapıtlarındaki tavır ve üslup, karşı duruşları ve açıkça fikirlerinin Marksist olduğunu vurguladığı için komünist besteci olarak anılan 20. yüzyıl elektro-akustik müziğin öncülerinden İtalyan besteci Luigi Nono. Bir başka isim ise Ruanda’da Hutular ve Tutsiler arasındaki etnik gerginlik ve düşmanlık dolayısıyla 1994 yılının 4 ayı içinde kadınları tecavüze uğrayıp öldürülen, vurularak katledilen ve ardından yakılan 1 milyon Tutsi ve bu katliama ortak olan devlet başkanları batılı kamuoyu sessiz kalıyor hatta bu durumu çatışma olarak alıyor ve anıyordu. Besteci Garrett Lists’in Rwanda 94 isimli albümü tam da Tutsiler’in vahşice katledilmesini ve buna çanak tutan muktediri konu edinmekteydi (Turhanlı, H., Anarşik Armoni, neKitaplar, 2003, İstanbul, s.55). Son olarak ise Ortaçağ’a geri dönüp o dönemde yaşamış gezgin ozanların yani trubadurların sırtlarına lavtalarını alıp kilisenin dünyevi müziklere izin vermemeleri konusundaki baskılarına karşı gelenek geliştirdiklerini bunun da yaygınlaştığını söylemek gerekir.
“Stand up for your rights!”
Toplumsal eleştiri ve muhalefetle beslenen, Afrikalı kölelerin yeni tapınakları olan kiliselerde pişen ve özellikle kendisine has ritmik kalıpları ve söylemleriyle dinleyicisinin damarlarına kadar işleyen bir diğer tür olarak karşımıza reggae çıkıyor. Reggae, kiliseyle Afrika dinsel inanç ve ritüellerinin harmanlandığı bir noktada duruyor; yeniden üretilmiş ilahiler olarak karşımıza çıkıyor. Yapanlar da Rastafaryanlar… Birçoğu sistemi, dolayısıyla da ticari dünya için çalışmayı reddeden, yüzlerini siyah Afrika’ya dönmüş, saçlarını kesmeyip dreadlock şeklinde uzatan bunu da bir şekilde İncil’deki herhangi bir bölüme gönderme yaparak savunan, nadir olarak şiddete başvuran, marihuana kullanan, sevgi ve özgürlük ekseninde hayatlarını kurmuş kişiler. Rastafaryanlar ve reggae adı verilen müziklerinin kökeninde şu sözler vardı (Hebdige, D., s. 72):
“Dilimi ve kültürümü geri verin bana,
Dilimi ve kültürümü geri verin bana,
Onları Afrika’dan zorla çıkardılar
Zavallı babam büyücü bir hekimdi.
Baş belası bir aptal olduğunu söylediler
Şimdi onu zorla okula gönderiyorlar.
Söyleyin çocuklar!
Dilimi ve kültürümü geri verin bana…”
(Count Ossie and Mystic Reveltions of Rastafari)” (Hebdige, D., s. 76).
Köklerine dönme isyanını kilisede kendine özgü ritim ve danslarıyla yapan bir kültürün müziği olan reggae ancak yıllar içinde 21 Mayıs 1981 yılında ölen ve cenazesine Jamaika’nın başkenti Kington’un neredeyse tamamının katıldığı Bob Marley gibi kendi fenomenlerini yaratmış ve popüler kültürün içine bir biçimde sızmış bir muhalefetin müziği. “Haklarını savun!” diye bağıran bir müzik… Aynı zamanda 1960’larda beyazların dikkatini oldukça çekmiş bir müzik. O yıllarda sadece reggae plakları basan onlarca plak şirketi kurulmasına sebep olan bir müzik. Dünyanın dört bir tarafında dinlenen Beatles ve Rolling Stones, gibi bazı gruplar ve Paul Simon ve Eric Clapton gibi kimi müzisyenler parçalarında yer yer reggae’nin ritmik kalıplarını kullandılar ve yeni hit’lere imza attılar (Hebdige, D.,s.131). Hatta 2004 yılında Türkiye’de de Beton Orman ismiyle bir oluşum kuruldu, muhalefeti sadece şarkılarında değil, duruşlarında da taşıyan bir grup müzik insanı ,reggae, ska, dub ve benzeri türlerde müzik icra eden farklı gruplarla işbirliği içinde oldu. Kendi tanımlarıyla “Reggae’den Jungle’a, Funk’tan Rap’e ve bu müziklerin de alt kültürleri ile birlikte geniş bir yelpazede müzik üretimi” yapan ekip 2019 yılı başında plak şirketine de dönüştü. Beton Orman’ın yanı sıra Bandista, Praksis, Enzo İkah gibi isimler de muhalif müziği marş ritmi dışında reggae ve skaya taşıyarak hoplaya zıplaya yapılabileceğini gösterdiler.
“They Don’t Care About Us!”
“Müzik, iyiliksever tanrıların ya da kahramanların insanlığa öylece sunuverdikleri bir armağan olamaz. Ağır ve gözle görünmez bir evrimi tek kişinin kafasından çıkmış gibi göstermek kolaydır; ama bu, öyle kurnazlıkla ortaya atılacak bir iş değil”. diyerek başlar Sachs Kısa Dünya Musikisi Tarihi isimli kitabına. Bütün muhalefeti taşıyan ya da muhalefet yaratan parçalarda Sachs’ın söylediği durum kulakla duyulacak kadar belirgin.
Örneğin The Beatles birçok söylemi ve şarkısı muhalif olsa da yaptıkları şarkılarla kitleleri peşinden sürüklemiş ve popüler kültürün önemli bir parçası haline gelmişti. Grup elemanları zaman zaman bu kadar popüler olmanın verdiği rahatsızlığı hal ve tavırlarıyla belli etmiş ve hatta şarkı sözlerine ve filmlerine de taşımışlardı. Let it Be, All You Need is Love, Revolution gibi pek çok şarkısında muhalif tavrını gösteren bir grup olarak The Beatles dünya müzik tarihinde hem müzikal hem de siyasi duruş bağlamında bir dönemin öncü gruplarından oldu.
ABD’de muhalif şarkıların tarihi her ne kadar 1700’lerde yerel seçim propaganda şarkılarıyla başlıyorsa da tavan yaptığı zaman kuşkusuz 1960’lardı. Tam da The Beatles’ın okyanus aşırı dinleyicilerin kulağına ve hayatına damgasını vurduğu zamanlar… Robin Denslow, Politik Pop’un Öyküsü‘nü anlattığı “Müzik Bittiği Zaman” isimli kitabında, rock’n roll’un 2. Dünya Savaşı sonrası yılların depresyonunu üzerinden atan, hareketli, kıpır kıpır ve tam da bu nedenle politik bir müzik olduğunu söyler (Denslow, R., Müzik Bittiği Zaman: Politik Popun Öyküsü, çev. Deniz Oktay, Alan Yayıncılık, Mayıs 1993, İstanbul). 1950’li yılların sonuna doğru muktedir kıpır kıpır ve özellikle de gençleri gece kulüplerine ve radyo başına kilitleyen, yetmezmiş gibi delicesine dans ettiren bu müzik hakkında dönemin önde gelen yayın organlarına karalayıcı yayınlar yaptırmaya başlamıştı bile. Oysa o dönemin rock’n roll müzisyenleri politikalar ve politikacılar hakkında bir tutuma sahip olsalar da The Beatles kadar asi değillerdi. O yıllardan günümüze miras kalan Amerika’nın popüler müziğinin kurucularından olarak anılagelen Pete Seeger aynı zamanda bu müziği politik güç olarak da kullanmakta oldukça başarılıydı:
“Seeger’ı ve Seeger’ın yarattığı/yaşattığı şarkılar sayfalara sığmayacak kadar derin, naif ve çoğuldur. Yıllarca yasaklanan şarkılarının yolculuğu daima sürprizlere de gebe olmuştur. Örneğin, işgal döneminde Kingston Trio’nun icra ettiği, ‘Where Have Flowers Gone?’ isimli şarkı Beyaz Saray’da dönemin ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’a söylenmişti” (Denizci, Ö. Ç., Dünyayı Yeniden İnşa Etmenin Yolu Müzik, Birikim Dergisi internet sitesi, 2014).
Onunla birlikte anılması gereken isimler elbette ki “Amerika’yı Vietnam batağına sürükleyen kriminal aptallara en öfkeli bakışı fırlatan”(Denslow, 1993,s. 26) Woody Guthrie, Seeger tarafından desteklenen Bob Dylan ve muhalif kadın şarkıcı hatta ozan olarak Joan Baez’dir. Bu isimlerle birlikte onlarca müzik grubu ve müzisyen Çiçek Çocuklar’ın varlığını müjdeliyordu. Grateful Dead, Jefferson Airplane, Lou Reed, Janis Joplin, Rolling Stones, The Byrds, Jimi Hendrix, The Doors, İngiltere’de Pink Floyd, Stevie Wonder, Yunanistan’da Mikis Theodorakis, Jamaika’da Bob Marley ve daha niceleri şarkıları ve duruşlarıyla kitleleri peşlerinden sürüklüyorlardı.
1960’ların sonları ve 70’li yılların başında “Amerikalılar Vietnam’a Asker gönderilmesinden, insan hakları hareketinden, ‘güven uçurumu’ ve ‘kuşaklararası uçurumdan’, feminist kaygıların boy vermesinden, orta-sınıf ve üst-sınıf gençliğin arasında uyuşturucu kullanımındaki büyük artıştan, ulusun en karizmatik liderlerinden birkaçının suikaste kurban gitmesinden, yeni yeni gündeme gelen çevre sorunlarından ve gençlerin ideolojik yönelim konusundaki sinmişliğinden muzdaripti” diyor James Lull. Pek çok muhalif şarkının derdi olduğu gibi geçtiğimiz ay tıklama rekorları kıran “Susamam” isimli şarkının dertlerini andırıyor, değil mi?
Bahsettiğimiz -hatta bahsedemediklerimiz de var- müzisyenler, başka başka hareket ve türlerin de önünü açtı. “Genel beğeni dahilindeki rock’ın iyimser dünya görüşünden ve teknik cilasından hemen ayrılan punk” bu türlerden biriydi ve İngiltere-Amerika hattında yoğrulmuş ve müzikle muhalefet yapmanın biçimini farklılaştıran bir türdü. Yer yer kendine bile muhalifti. Lou Reed ve John Cale’ın birlikte 1965’te kurdukları Velvet Underground tam da böyle bir gruptu.
Öte taraftan her ne kadar Joan Baez, Janis Joplin, Grace Silk gibi ikonik kadın şarkıcılar albümleri ve konserleriyle kitlere erişiyor ve cinsel kimliklerini ortaya koymaktan çekinmiyorlarsa da onlarınki glitter rock akımınınki kadar sert ve tavizsiz değildi. “Androjini, travestisizm ve cinsel streotiplerin parodileşmesi” (Young, T. H., “Punk, Bir Alt Kültürün Oluşumu“, çev. Hira Doğrul, Dost Kitabevi Yayınları, 1999, Ankara, s.53) söz konusu olmuştur. Hatta Lou Reed Velvet Underground’dan ayrıldıktan sonra şarkı sözlerinde travestiliğe ve travestiszime değinmeye başladı (Young, 1999, s.56). Cinsel kimlik bağlamında kendini kabul ettirmekle kalmayıp kitleleri harekete geçiren ve ikonik kimlik olarak akıllarda ve kulaklarda yer tutan bir diğer isim de David Bowie oldu. Cinsiyeti muğlak görünümlü Iggy Pop ve tabii ki bir grup olarak New York Dolls’u ve Sex Pistols’u tam da bu bağlamda saymamız gerekir. Buradan hareketle ise Sex Pistol’u ayrı bir yere koyarak muhalefetin muhalefeti biçiminde, hem de hiçbir naif öğe içermeden, hatta yeterince sert olduklarının da altını çizerek bir kez daha anmalıyız. Çünkü onlar batı uygarlığına, burjuvaziye, işsizliğe ve daha pek çok şeyin yanı sıra müzik tarihinin mihenk taşlarından olarak anılagelen ve bizim de övgüyle bahsettiğimiz The Beatles’a da karşıydılar. Her ne kadar bahaneleri geniş kitlelere ulaşmak olsa da 1976 yılında EMI ile 40 bin pound’luk bir plak kontratına imza atan Sex Pistols’tu. Aynı yılın kasım ayında meşhur şarkıları “Anarchy in U.K.”i çıkardılar. Sex Pistols’un dinleyici kitlesi her daim şiddet eylemleri ve toplumdışı davranışlarıyla dikkatleri üzerlerine çekiyorlardı. Punk kültüründe ve müziğinde asla sevilmemesi gereken şeyin başında geliyordu iktidar ve yanlıları başka türlü nasıl baş edilebilirdi ki?
Elbette muhalefet müzikleri ne The Beatles’ın “All You Need is Love” şarkısı kadar naif ne de Rage Against The Machine’in “Killing in The Name Of”u kadar sert. Ama zannımızca bahanesi ne olursa olsun bir şekilde plak şirketlerinin, menajerlerin ve prodüktörlerin parmaklarının ucunda ve ağızlarını sulandırmaya yer yer devam ediyor. Bu nedenle popun kralı Michael Jackson’ı pop ikonu diye anmamakta bir sakınca göremiyoruz. Üstelik “We Are The World“, “Heal The World”, “Earth Song”, “They Don’t Care About Us”, “Black or White”, “Little Sussie” gibi daha onlarca şarkının derdi olduğu ve pek çok muhalif müzisyen ve gruptan daha fazla kişiye ulaşmış olduğu da yadsınamaz. Kaldı ki Jackson, pigment bozulması yüzünden cildini beyazlatmış olsa da bir bakıma cilt renginin değişebileceğini bunun bir öneminin olmadığını da neredeyse tüm dünyaya ispat etmiş bir müzisyendi.
Diğer taraftan kiliseye karşı duruşuyla -bkz. Tax The Churches-, akıllı manevraları ve yenilikçi müzikleriyle bilinen Frank Zappa, açık seçik ve hatta neredeyse pornografik -bkz. Darling Nikki sözleriyle Prince, insan hakları savunucu olarak -bkz. Biko- Peter Gabriel; binlerce başka müzisyen ve ürünleri bu isimler dışında Live Aid, Woodstock konserleri ve onlarca müzik hadisesi popüler müziğin içinde kitleleri elbette ki harekete geçirmiş ve halen de geçirmeye devam etmekte.
“Eyvallah” ama “Susamam”
Gelelim bu coğrafyaya… Anadolu coğrafyasında müzik ile ayaklanmalar neredeyse birlikte anılıyor. Halk şiiri ve halk şarkılarındaki muhalif sözler oldukça önemli bir yer tutuyor. Öte taraftan halk çalgısı olan bağlama daha önce adını andığımız ABD’li muhalif müzisyen Woody Guthrie’nin gitarının üzerinde yazdığı gibi (“Bu alet faşistleri öldürür”) faşistleri öldürmek için en ideal silahlardan biriydi ki halen de öyle. Şah Hatayi’den, Köroğlu’na, Dadaloğlu’ndan Aşık Dertli’ye, pek çok ozan sözleriyle kitleleri harekete geçirir ya da onların dertlerine merhem olmaya çalışır. Muktedirin zulmü her zaman bu şiir ve türkülerin gündeminde oldu.
Bu ülkenin halen yargılanmakta olan ve kendine has tarihi ile başka bir makalede tek başına konu edilmesi gereken -ki adına yazılmış kitaplar da var- bir Grup Yorum’u var. Öte taraftan bu ülkenin kitleleri peşinden sürükleyen Şiwan Perver’i, Ruhi Su’su, Ahmet Kaya’sı, Cem Karaca’sı, Moğollar’ı, Timur Selçuk’u, Melike Demirağ’ı, Şanar Yurdatapan’ı, Nekropsi’si Tülay German’ı, Bulutsuzluk Özlemi’si, Mor ve Ötesi’si, Kardeş Türküler’i, Bajar’ı, Sattas’ı, Zeytin’i, Peyk’i, Taner Öngür’ü, Bandista’sı hatta Fazıl Say’ı, Ais Ezhel’i; “Susamam”da bir araya gelmiş Kamufle’si, Tahribat-ı İsyan’ı, Ozbi’si, Aga B’si, Şanışer’i, Fuat’ı ve adını saymakta zorlanacağımız sayısız muhalif şarkılar yapan ve yayan müzisyeni bulunmakta ve kitleleri olmasa da toplulukları peşinden sürüklemeye devam etmekte.
2003 yılında Coca Cola’nın yaptığı Rock’n Coke festivaline karşı özellikle de müzisyenler ve müzisyenlere yakın duran muhalifler tarafından inşa edilen bir festival ve o festivalin ortaya çıkardığı kitlesel hareket olarak Barışarock’tan da bahsetmeden dosyayı kapatamayız. Çünkü onlarca müzisyen uluslararası tekel olan bir şirketin gölgesinde sahneye çıkmaktansa kendi sahnelerini oluşturup festivallerinde pek çok toplumsal konuya odaklı müziklerini icra edebilme fırsatını kendiliğinden yaratmışlardı. Benzeri bir ruh yıllar sonra, 2013’te, Taksim Gezi Parkı’nda parkı ve ağaçları savunurken bir kez daha ortaya çıkmıştı. Oradaki müzisyenler yeniden bir sahne kurup sazlarının, sözlerinin döndüğünce müzikleriyle varlıklarını gösteriyorlardı. Park dağılınca da müzik devam etti. Duman “Eyvallah” Kardeş Türküler “Tencere Tava Havası” diyordu. Grup Yorum “Uyan Berkin” ile Berkin Elvan’ı, Yolda ise “Peynir Gemisi” ile Ali İsmail Korkmaz’ı anlatıyordu. Üstelik “Susamam” isimli parçanın içinde var oluş sorgulaması yapan Ozbi, Gezi Parkı için “Asi” isimli parçayı 2013 yılının Temmuz ayında yazmış, klibini de yayınlamıştı.
Daha sonra “Günah Benim Suç Benim” isimli parçasıyla Türkiye tarihinde en kısa sürede en çok tık alan ilk hit’e imzasını atmış olan Eypio 2014 yılında “Kral Çıplak” isimli şarkısında “Gel gel, aramıyo’z etik olanı, Biz öldürüyo’z ayakta patik olanı, Müslüman, Budist ve Katolik olanı, Zengin ya da cebinde metelik olanı…” diyecekti. Ankara’da VooDoo Records çoktan kurulmuş, Ais Ezhel, AgaB, Suppa ve daha nice “Angara Bebesi” hip hopçu kardeşlerimiz muhalif sözlü şarkılarını ortalığa sermişlerdi. “Susamam”da da karşımıza çıkan Aga B, 2016 yılında çıkan “Para Pula Meyil” isimli parçasında “Vercez eşkali yeter, kefenle 16 küsur kilo Berkin Elvan!” diye haykırıyordu.
Ayrıca her ne kadar popülerliği ile kimileri tarafından ötelenmiş olsa da WooDoo Records’un bir parçası olan Ais Ezhel’in de şarkı sözlerinde Susamam’dan çok daha politik dokunuşlar olduğunu söylemekte yarar var:
“Her gün hep aynı haber
Yine bi tecavüz taciz
Magazin olay ister
Ünlüler olur havadis
Herkes yalnız herkes birine düşman
Nereye baksam kavga
Nereye gitsem olay”
Türkiye’de muhalif müzik kuşkusuz son dönemde hip hop ile yükselmeye devam ediyor ancak, diğer tarafta da hali hazırda müzisyenlerin hemen her türde siyasi göndermeleri bol parçalar yaptıklarını bunların da göz ardı edilmemesi gerektiği düşüncesini de buradan savunmadan duramayız. Gündem karışık, müzik her daim kurtarıcı.
Bir diğer taraftan da müziğin tek başına etkili olmadığını, icra edilen ortamın ve zamanın önemli olduğunu da mutlak suretle söylememiz gerekiyor. James Lull’ın David King Dunaway’den aktardığı gibi “Zaman geçtikçe müziğin içerdiği politika köklü değişimlere uğrayabilir. Belli bir dönemde politik açıdan yayınlanamayacak derecede hassas olan bir şarkı -örneğin ‘If I Head a Hammer’- (aslen Komünist Partisi liderlerinin 1949’daki yargılanmaları nedeniyle Pete Seeger tarafından bestelenmiştir) bir başka müziğin asansör müziği haline gelebilir” (Lull, J.,s.50). Yani bugün bir şeyler anlatan, kitleleri peşinden sürükleyen ya da sadece tıklanma rekorları kıran bir parça yarın unutulmaya ya da sadece “Aaa, evet öyle bir şey vardı…” kadar hatırlanmaya ne yazık ki mahkûm.
Müzik tarihine damgasını vuran halklar, türler, parçalar, besteciler, icracıların politik duruşları, kitlelerin sözcüsü olmaları ve zaman zaman da kitleleri peşinden sürükleme gücü hakkında bilgi vermeye çalıştık. Elbette böylesine geniş bir konu söz konusu olunca ister istemez eksiklerimiz de olmuştur, affınıza sığınıyoruz.
Ezcümle günümüzde ve geçmişte müzisyenler her ne kadar muhalif duruşlarını sergilemiş, kitleleri peşlerinden sürüklemişlerse de pek çok kez zulme ve sansüre de maruz kalmış ve halen de kalmaktadır. Aslında anlattıkları kendi hikayeleridir.
Ülkedeki siyasi baskı aslında “Susamam” diyen, bunları kitlelerle paylaşmaktan “çekinmeyen”lerin de susabileceğini, susturulabileceği bir kez daha gösterdi. Bu kadar naif biçiminde anlatılan, tatlı su muhalifliğine oynayan bir parçanın sahipleri bile sistemin yargılarını yargılarken, yargılanma ihtimallerinden korkmuşlardır. Belki bir sonraki yazımızda hem bunu anlatır hem de muhalif müziğin, sistemin bir başka kontrol elemanı olarak konumlanabiliyor oluşunu iyiden iyiye vurgularız. Galiba artık asıl konumuza da değinmiş olduk!
[su_divider]
Manşet Görseli: Ryder Doty
Bu yazının bir kısmı #Tarih dergisinin Ekim 2019 sayısında yayımlanmıştır.
Kaynaklar
- Lull, J., “Popüler Müzik ve İletişim”, çev. Turgut İlbay, Chiviyazıları Yayınevi, 2000, İstanbul.
- Kutluk, F., “Müzik ve Politika”, Doruk Yayıncılık, 1997, Ankara.
- Maral, A. “Ses Örgüsü”, 11.04.2019 tarihli TRT 3 Radyo Programı, 216, “Yedi Ölümcül Günah”
- Maral, A. “Ses Örgüsü”, 18.04.2019 tarihli TRT 3 Radyo Programı, 217, “Aptallar Bayramı”
- Hatch, D., S. Millward, Blues’dan Rock’a Pop Müziğin Analitik Tarihi, çev. Eyüp S. İblağ, Korsan, 1992, İstanbul.
- Denslow, R., Müzik Bittiği Zaman: Politik Popun Öyküsü, çev. Deniz Oktay, Alan Yayıncılık, Mayıs 1993, İstanbul.
- Young, T. H., “Punk, Bir Alt Kültürün Oluşumu”, çev. Hira Doğrul, Dost Kitabevi Yayınları, 1999, Ankara.
- Hebdige, D., “Kes Yapıştır Kültür, Kimlik ve Karayıp Müziği”, çev. Çağatay Gülabioğlu, Ayrıntı Yayınları, 2003, İstanbul.
- Kosbatar, Ö., Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?, Altıkırkbeş Yayınları, 2012, İstanbul.
- McGregor, C. “Pop Kültür Oluyor”, çev. Gürol Özferendeci, Chiviyazıları Yayınevi, 2000, İstanbul.
- Denizci, Ö. Ç., Dünyayı Yeniden İnşa Etmenin Yolu Müzik, Birikim Dergisi internet sitesi, 2014
- Turhanlı, H., Anarşik Armoni, neKitaplar, 2003, İstanbul.