[su_pullquote]Alper Erdik | alpererdik@gmail.com[/su_pullquote]Son dönemde, beş altı yıllık bir süreci kastediyorum, kitap yayımlatmayı becerebilen tüm genç yazarların ortak yönü; “ben anlatıcı” ile kendi çelişkili “ben”lerini tuhaf imajlarla paketleyip, “kaybeden”lerin arasından seslendirdikleri şarkılarla bize bir şeyler anlatmaları oldu. Tesadüf sayılmayacağını, birbirinin kopyası pek çok isim ve eser üzerinden göstermek mümkün. Narsisistik kişilik bölünmesine sahip ve aslında hiçbirimizin muaf olmadığı bir modern çağ hastalığına gönüllü yakalanmış bu yazıcılar; aynı şeyleri bıkıp usanmadan anlatıp, bıkıp usanmadan bunları okumaya teşne kişilere ulaşmayı başarabiliyorlar.Sürecin yakın zamanda sonlanacağını söylemek güç, zira buna işaret hiçbir toplumsal değişim olanağı görülmüyor. Zaten bunu isteyen bir toplam da bulunmuyor.
Bu kimselerin, sadece anlattıklarına uzaktan bakarak bile, söyledikleri ve yazdıkları ile yaşadıkları arasında tuhaf bir ilişki olduğunu görmek mümkün. Bunlar, hem topluma ve insanlara düşmanlar hem de bunlara dertlerini anlatıp para kazanmaktan geri durmuyorlar. Temel ihtiyaçların dahi elde edilmesinin bu denli güç olduğu bir dönemde, sistemin bireyleri ücretli çalışma sürecinde neredeyse yok ettiği bir zaman diliminde; sabah alarmla uyanmak zorunda olmamalarına bile binlerce kez şükredecekleri yerde, mızmızlanmaya ve “loser” söylemlerine devam ediyorlar.
Her şeyleri değilse bile, çok şeyleri var; ama yine de mutsuzlar. Ben kendilerine “şanslı kaybedenler” diyorum artık bunların. Sorun kaybetmek mi yoksa kazanamamak mı, ülkemizde; bunun da artık konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Bu kimselerin, yazıcı ekibinin yani, bulundukları konumu bile isteye tercih ettikleri ve kendi iradeleri ile buraya yöneldiklerini, yazdıklarından öğreniyoruz. Hiçbirisi işçi veya memur olmak istemiyorlar ve hepsi bunu yaparlarsa düzene teslim olmuş sayılacaklarını düşünüyorlar; o halde neden mevcut yaşamlarının ne kadar da kötü, ne kadar da ağır, ne kadar da çekilmez olduğunu tekrar edip duruyorlar?
Bu ekipten, diğerleri kadar “profesyonel” olmayan, yani şu yedi liralık ot çöp dergilerinde veya televizyonlarda pek görülmeyen, devrimcilik pazarlayamayan, medyanın ilgi gösterdiği sakıncasız eylemlerde bulunup kendini “aktivist” kategorisine sokamayan bir genç yazarı, Aytuğ Akdoğan’ı, kendisinin son romanı olan Sürgün’ü irdelemek ve kendisinden önceki kuşağa mensup ve bugün piyasa edebiyatının yıldızı olan abi ve ablaların, bir genç yazar veya yazar adayına nasıl olumsuz etki ettiğini ya da onun zihninde nasıl tahribat yarattığını göstermek çabasındayım.
Aytuğ da aslında “şanslı kaybedenler” ailesine mensup. İlk kitabını e daha on yedi yaşında yayınlatmış, yirmi beş yaşındayken, bugün yani, beşinci kitabını okura arz eden bir genç yazar kendisi. Biraz melankolik, biraz isyankâr, biraz kafası karışık, biraz kalbi kırık biri. Beş kitap yazdığını, şimdilik anlatacaklarının bu kadar olduğunu, artık yazmayacağını, sinemaya eğileceğini söylüyor. Yaşamanın bu kadar zor olduğu bir ülkede, taş atıp kolu yorulmadan, yirmi beş yaşında nasıl bu “iyi” konuma gelebildiğine şaşırmış durumda bence.
Hayatı sorgulama, kendini eleştirme, yanma, pişme aşamalarını kesintisiz geçtiğinden, şimdi boşlukta. Kendini adayacak tek bir şeyden bile yoksun. Bu edebiyat ve yayıncılık dünyasında, her şeyin her an değiştiğini, bugün arkasında olanların yarın başka birini keşfedince onu kendisinin yerine koyacağını seziyor. Övülmenin, yerilmemin, sevilmenin; her şeyin sahte olduğunu büyüdükçe görüyor. Ne yapacağını da artık bilemiyor.
Son romanını da işte bu kafa karışıklığı ve kendisine yönelttiği zor sorular nedeniyle yaşadığı huzursuzluk ortaya çıkarıyor. Kurgusu, dili, anlatımı çarpıklık, tutarsızlık ve çelişkilerle dolu bu metin, yazıcının en sevdiği eseri de olsa, edebiyat adına, henüz ortada bir başarı işareti görülmüyor. Sürgün de, son dönem kitaplarının tümü gibi, otobiyografik öğeler ve yaşanmak istenen kurmacalarla teşkil ediliyor.
Yazarın Kerem Kamil Koç’a ithaf ettiği kitap, “Hadi siktir olup gidelim!” cümlesi ile başlıyor. Bunu okur okumaz kitabı kapatmak gelse de içinizden tahammül ve devam etmelisiniz. Zira anlatıcının derdi büyük. Sevdiği bir arkadaşını kaybetmiş ve onun mezarı başında, geçmişini sorguluyor; küfürlü konuşmasını hoş görmek gerekiyor(!)
Adını bilmediğimiz, romanın bir yerinde ise adının ancak Araf olabileceğini söyleyen anlatıcı/kahramanın, yani biraz Aytuğ biraz da Aytuğ’un olmak istediği kişinin kafasındaki liberal kirlenmenin ilk işaretlerini hemen görüyoruz. (Tabii bunu görmek için şu Araf uydurmacası bile yeter. Elif Şafak’ın kullanımından sonra “moda olan” ve zorba iktidarlara direnmek yerine teslim olmanın mantığa büründürülmesi içeriğini imleyen bu sözcük beni fazlaca irrite ediyor.) Kerem’in cenazesine gelenleri şöyle sıralıyor Araf: “Gotikler, punklar, takım elbiseli adamlar, işçiler, çocuklar, gençler ve kadınlar.”
Sondaki kadınlara dikkat edilsin, erkekler diye bir grup zikredilmiyor; ama kadınlar deniyor. Eski solcu yeni liberal güruhun yoğun çabaları ile yaygınlaşan bu kullanım, yani kadınları sırf kadın oldukları için apayrı bir canlı grubu olarak görme eğilimi, maalesef bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bunun daha pek çok örneğine, kitapta yine rastlayacağız.
Mezarın başında üç kişiler; Gece, Rüzgâr ve Araf. Gözleri dolan Gece “Suyumuz var mı?” diye soruyor. Rüzgâr, sakalını kaşıyor ve “Şarap var.” diyor. Gece şarap şişesini alıp kafasına dikiyor. Anlatıcı sahneyi şöyle bitiriyor: “İçkiyi şişeden içiyorsanız probleminiz vardır derler.”
Tam burada araya girmek gerekiyor. Aytuğ Akdoğan’ın henüz on yedi yaşında edindiği ve sekiz yıldır sürdürdüğü bu her şeyi, her şeyi değilse bile çok şeyi bilen adam üslubu, okuyanı fazlaca rahatsız ediyor. (Örneğin: “Azınlıklar tabelada yazmaz, çünkü onlar görünmezdir.”, “Ne düşlediğine dikkat et, gerçek olması seni mahvedebilir.”, “Düşmüş insanların kaynaşması her zaman daha kolay olmuştur.”) Az sonra anlatacağımız üzere, bir arayış içinde olan, kendini bulmaya çalışan genç bir yazarın; bu tip beylik laflar etmesi hem şeklen hem de mantıken hoş olmuyor.
Hemen az sonra aynı şey tekrarlanıyor ve “Kendimi bildim bileli öğrenciydim, ancak gerçek okuma ve yazmayı ders kitaplarından değil, sokaktan öğrenmiştim.” diyor Araf, Aytuğ veya araftaki Aytuğ. Ne öğrendiğini ise bilen yok yazıcının. Okulla ilişkisinin sorunlu olduğunu anlatmak üzere böyle bir şey zikrediyor sadece. Pekişmesi için Araf’ın şu cümlesini de eklemek gerekiyor: “En çok kütüphanesini severdim okulun, tuvalette çektiğim otuz birler sayılmazsa.” Otuz birci genç Araf, okulda en çok kütüphanede vakit geçiriyor, oradan koşup tuvalete gidiyor; herhalde devamlı erotik içerikli kitaplar okuyor.
Devamla, Araf, cenazeden önceki gün, üniversiteyi bitiriyor, bunu sadece annesinin hatırına yapıyor, mezuniyet töreni ile bu eziyet son buluyor; diğer iki arkadaşıyla birlikte kaçmaya karar veriyor; kendi deyimiyle “siktir olup gidiyor”.
Bu bölümde, Araf, bize biraz kendisini tanıtıyor, şöyle diyor: “En kötü kitabı çok satmış, diğerleri ise hiçbir zaman o kötü başarıyı yakalayamamış bir yazardım ben.” Cümle içindeki bu “kötü başarı” tamlamasındaki anlatım ve anlam bozukluğu dikkatleri çekmiştir sanıyorum; bu vesile ile hemen Aytuğ Akdoğan’ın kitapta fazlasıyla çok olan bu hatalarına birkaç örnek vermek gerekiyor:
“Hayal meyal sayıkladım içimden.” diyor Aytuğ; içten sayıklanamayacağını ve sayıklayanın bundan haberdar olamayacağını unutuyor.
“Dolunayın denize vuran yakamozu…” diyor; yakamozu aydan gelen bir şey sanıyor. Yazar, balıkları sıçratarak yüzdürüyor, “yiyecek ve su erzakı” diyor. Sonra, “Betonlara bakıp atlamayı düşünürdüm.” diyor. Artırmak mümkün; ama bence şu cümleyle bu bahsi kapatmak gerekiyor: “Bodrum ile Yunanistan’a bağlı Kos Adası arasında ise sadece on kilometre kadar bir mesafe vardı, ancak bu on kilometrenin tamamı sularla kaplı olduğu için…” Bodrum ile Kos’un arası tamamen sularla kaplı imiş, gitmek isteyenlerin çok dikkat etmesi gerekiyor(!)
Burada son dönemin ciddi sorunlarından biri yine kendini gösteriyor. Kitap sahibi, yazar sıfatı olan genç bireyler Türkçeyi bilmiyorlar. Anlatacakları “ulvi” şeylerin cezbesine kapılıp çalakalem yazıyor, nasılsa bunu sorgulayacak okurlara da sahip olmadıklarından, hiçbir zaman da öğrenme gereği duymuyorlar. Buna ek, yayınevlerinin editör, redaktör, yönetmenleri de bu yanlışları, sorunları gidermek hevesinde olmuyorlar. Çünkü zaten kendilerinin de bunlara ilişkin bilgi ve yetenekleri bulunmuyor. Bunu, ülkemiz yayıncılığı açısından, tartışılmak üzere, not etmek gerekiyor.
Anlatıcının kendini tanıttığı kısma dönersek, kendisi de aslında bunu tam bilemiyor, şöyle yazıyor: “Sahiden kimdi bu siktiğimin yazarı?” Sürdürüyor: “Yarayı kapatan yazmak mıydı, yoksa okunmak mı?” Görüldüğü üzere, aslında henüz Araf da kendisini tanımıyor ve yazarlığını sorgulamakla zihnini fazlaca meşgul ediyor; tıpkı Aytuğ gibi!.. Yardımcı olabilmek adına, biraz yukarıda, kitaplarını satan ve satmayan olarak tasnif eden yazıcıya, bu sözlerini hatırlatmak gerekiyor. Yani dert ne yazmak ne okunmaktır; sadece para kazanmaktır. Bunu bizzat yazarın kendisi söylemiş bulunuyor. Ayrıca Akdoğan, gerçekte de kitapta da “Kitaplar yazıp dünyayı gezmek, para bulabildikçe de filmler çekmek istiyorum.” cümlesini kurmuş bulunuyor. O halde neden sürekli kendini sorgulayan yazar edasına bürünüyor, anlamak zor; geçiyoruz.
Araf’ın, “siktir olup gitme” isteğine pek çok şey kaynaklık ediyor. Bu pek çok şey, içerik olarak, yazarın elini kuvvetlendiriyor gibi görünse de, ileride göreceğiz, Aytuğ’u zora sokuyor. Aytuğ, en genel bağlamda, varoluşçulardan ilhamla, bireyin bu saçma dünyaya fırlatılıp atılışına yaslanarak bir çatı kuruyor. Zaten sürgün olduğumuz dünyada, gönüllü sürgünlükle hayata karşı durmaya çalışıyor. Sartre’ı, Camus’yü selamlıyor; ama gitmek isteyişine gerekçeler, hemen basitleşiyor.
Araf’ı yollara çıkartanlar, en genel olarak şunlar oluyor: Araf, geçimsiz bir ailede yaşadığından ve babasıyla da ciddi sorunlar yaşadığından, buna artık tahammül edemiyor. Annesinin iş ve düzenli yaşam konusundaki telkinlerine dayanamıyor. Katıldığı Gezi eylemlerinden sonra kelepçelenip gözaltına alınması ve yargılanması durumu, zoruna gidiyor. Yaşamanın ve bugüne kadarki yaptıklarının anlamsızlığı kendisini yoruyor, kalıp yeni bir hayat kurmaya gücü yetmeyeceğinden, yollarda olma eylemiyle bu anlamsızlığı gidermeye çalışıyor. Ayrıca çok telaffuz etmese de artık yaşamanın da gereksiz olduğunu düşünüyor.
Annenin mezuniyette hediye ettiği küçük altın bozdurulup yola çıkılıyor, otostopla, adet olduğu üzere güneye gidiliyor. Kabak Koyu denilen, Olimpos’tan sonra, gençliğin yeni gözde mekânına varılıyor. Burada hemen, Gece, Rüzgâr ve Araf, kendilerine benzeyen sürgünlerle karşılaşıyor. (Gece, asıl adı Ece olan ve doğudaki başlık parası, görücü usulü evlendirme adetlerine boyun eğmeyen ve babasını bıçaklayıp evden kaçan bir genç kız; Rüzgâr ise kendini yollarda arayan bir delikanlıdır.) Paralı tatilcilere inat kurulan ücretsiz ve kaçak kamptaki hayata dâhil olunuyor.
Kamptaki bireylerin kimliğini, yazıcı, bir sahnede şöyle açıklıyor: “Yağmur hızını artırdı. Tam bir çılgınlık nöbetiydi. İbneler uluyor, kaybedenler dans ediyor, sınıfsız, halksız ve toplum dışına itilmiş tüm dostlarım yağan yağmurun keyfini çıkarıyordu.” Görüldüğü gibi, Aytuğ, yedi liralık dergilerdeki abi ve ablalarına fazlaca özeniyor, içinde “kaybeden”lerin olmadığı bir dünyayı asla tahayyül edemiyor.
Kampta güzel günler geçiriliyor. Derken Araf’ın otuz birciliği ete kemiğe bürünüyor, önünden geçen kızlar için, “İçimden saygıyla ayaklarının altını öpüp topuklarını dişlemek geçti.” diyor. Deniz havasının libidosunu yukarı taşıdığı anlatıcı, gözüne kestirdiği bir başka kadına gidip doğrudan yazılıyor: “Selam, bir erkeğe ihtiyacın var mı?” Kadın zorluk çıkarmıyor, Araf’ı tuvalete götürüyor ve hiç vakit kaybetmiyor: “Aletimle ağzını çalkalamaya başladı.” Araf, iştahla anlatmaya devam ediyor: “Bir elimle göğüslerini kavramış, diğer elimle belini tutarken ıslak ve sıcak bir belirsizlikte gidip geliyordum.”
Böylece, Aytuğ Akdoğan, bir “kaybeden romanı”nda muhakkak olması gereken erotik öykü işini de böylece halletmiş oluyor; okurun hayal gücünü harekete geçiren, onlara ayaküstü fantezi kurduran bu pasaj; sözüm ona bir ibret dersi ile son buluyor. Kadının boşluğundan çıkar çıkmaz, Araf, içindeki boşluğun bu temel ve ilkel dürtülerin tatmini ile asla dolmayacağını bir kez daha anlamış oluyor.
Tam da o günlerde, şu bütün dünyada yankı bulan, bir mülteci ailesinin bebeğinin kıyıya vurması olayı gerçekleşiyor. Araf bundan çok etkileniyor. Kampta mülteciler için giysi topluyor ve onlara götürmek üzere Kos’a gidiyor. Kos, hani şu Bodrum’la arasındaki on kilometre mesafenin suyla kaplı olduğu ada(!)
Kos’ta bir mülteci ile tanışan ve onun suçlayıcı sözleri ile kendini yine sorgulamaya başlayan Araf; bu yardım işlerinin vicdanını rahatlatmaktan öteye gitmediğini ve gerçekten onları anlayabilmenin yolunun onlara katılmak olduğunu keşfediyor.
Buradan sonrası, kitabın gerçeklikle ilişkisini iyice zayıflatıyor. Araf, sanki Suriyeliymiş gibi, diğerlerinin arasına karışıyor; bir iki haftalık bir süreçte, beş altı ülkeden geçerek Almanya’ya kadar gidiyor. Tesadüf bu ya, gerçek mülteci olan yol arkadaşı psikolog çıkıyor. Yol boyunca Araf’a, onun bu sürgünlüğünün boş olduğunu, sorunlarını kaçarak değil onlarla yüzleşerek halledebileceğini, henüz bir ailesi ve ülkesi varken bunların değerini bilmesi gerektiğini anlatıyor.
Araf, Almanya’dan ülkemize, umutlarla dönüyor; mültecilerin yaşadığı dram, ona kendi acılarını unutturuyor; annesini arayarak geleceğini söylüyor. Rüzgâr, Gece ve onun kampta edindiği sevgilisi ile önce Kerem’in mezarı başında buluşuyor. Yaz başı planlanan bu ziyaret, tarih falan kararlaştırılmadığı halde, nasıl ise artık, eş zamanlı olarak gerçekleşiyor. Hepsi, ilahi bir dürtüyle sanırım, hiç haberleşmeden aynı gün aynı saatte orada oluyor. Araf, başından geçenleri anlatıyor; şimdi ne yapacağı sorusuna, “Önce biraz dinlenmek, kilo falan almak istiyorum. Hem belki hikâyemizi yazarım.” diye yanıt veriyor.
Evet, bütün o felsefi sorgulamalar, anlam arayışları, çaresizlik hissi, gönüllü sürgünlük; bu basitlikte noktalanıyor. Araf için bir hikâye konusu olmaktan başka bir şeye yaramayan bu aylar süren macera, kilo alma çabasının bile gerisine atıldığı halde, okura büyük bir hayat dersiymiş gibi sunuluyor.
Mültecicilik oynarken, bir ülkede polislerce yaralanan Araf, eve dönüşünü şöyle bağlıyor: “Seke seke koştum, koştum, koştum ve kapıyı çaldım.” Ailesinin evinden “siktir olup giden” Araf; Can Yücel’in diyalektiğini de tersine çevirerek, seke seke geri geliyor.
Romanda, zamansal uzamda birkaç sorun göze çarpıyor. Yaz başı İstanbul’dan ayrılan Araf, Kos’a sonbaharda geçiyor; ancak Kabak Koyu’nda üç ay kalındığına dair hiçbir şey söylenmiyor. Tek ipucumuz, gazetelerden hatırladığımız gibi, o üzücü kıyıya vurma olayının Eylülde yaşandığı oluyor. Mezuniyet törenlerinin Haziranda yapıldığı düşünülürse, yazar, bu boşluğu dolduran satırlar kaleme almıyor. Derdi, okulun anlamsızlığı ve sonbaharda Kerem’in mezarında toplanma işi olduğundan, arayı önemsemeden yazıyor. Örneğin, yola çıkarken, aracın penceresinden “sürülmeyi bekleyen tarlalar” görüyor. Oysa yaz başında tarlaların sürülmeyi değil üstündeki ürünlerin toplanmasını bekliyor olması gerekiyor. Ayrıca, bir küçük altınla üç ay nasıl yaşanıyor, sorusu da havada asılı, yanıtlanmayı bekliyor.
Aytuğ Akdoğan’ın kafasının karışıklığı kitabın hemen her yerine yansıyor. Romanda bazen açık göndermeler bazen üstü kapalı atıflarla Kafka’ya, Celine’e, Oğuz Atay’a, Sait Faik’e, Hakan Günday’a selam yollayan yazar; hem içini dökmek hem güncel-toplumsal konulara değinmek hem para kazanmak için çaba gösteriyor. Hepsinin aynı anda mümkün olmadığını biliyor; ama bunu kabul etmek istemiyor. Kitabın bir yerinde, Akdoğan, Araf’a, kitaplarını kastederek, şöyle dedirtiyor: “Ben bir gün ölecektim, ancak onlar sonsuza dek yaşayacaktı.” Aytuğ, bu söylediği ile eserlerinin gerçekliğinin uyuşmadığını çok iyi biliyor, bunun bunalımını her an yaşıyor. Bu da kendisini fazlasıyla yoruyor.
Tekrarla, son dönem edebiyat yayıncılığına hâkim olan sıradanlığın ve ucuzluğun; eli kalem tutan bir genci neye, nasıl zorladığını göstermesi açısından tipik bir örnek Sürgün. Aytuğ, bu edebiyat piyasasının şifresini kırmış, bu ağa dâhil bir genç olarak, buradan artık çıkılması gerektiğini fark etmiş, dürüst bir yazar. Ancak, bu havayı o kadar içselleştirmiş ki, bunu, yani çıkışı, kaçışı; şimdilik, yakın zamanda yapabilecek yetiyi de kaybetmiş görünüyor.
Bu bağlamda, Aytuğ’un, yazmayı artık bırakacağı söylemini, olumlu karşılamak ve kendisine, yazmadan önce biraz daha okumasını, yaşamasını, düşmesini kalkmasını; sonrasında her şeye yeniden başlamasını dilemekten başka yapacak bir şey bulunmuyor.
[su_divider top=”no” divider_color=”#000000″]
Bir Yayıncılık ve Dergicilik Eleştirisi: Okur Olmak ya da Müşteri Olmak | Koray Sarıdoğan
1985, İstanbul doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve sitelerde makaleler kaleme alıyor. Türkmen, Galatasaraylı, Komünist.