Köy düğünleri daima neşelidir. Müzik, dans ve sabahlara kadar süren eğlenceyi gencinden yaşlısına herkes sever. Bu düğünlerin tatsız yanları da vardır tabi, buna değineceğim. Ayışığının aydınlattığı bir köydü bizimkisi. Hayatta kalmak için yaşıyorduk sadece; karnımızı doyuracak kadar ekiyorduk, fazlasına gerek yoktu. Tek bir sokak lambası dahi yoktu köyde, sadece ayışığı aydınlatıyordu. Hiçbir şehir ışığına değişmem geceleri parlayan ayışığı ve yıldızların aydınlığını. Yerel inanışımıza göre bizden biriydi o yıldızlar şimdilerde aramızda olmayan, yolumuzu kaybettiğimizde rehberlik yapan genç, yaşlı bilgeler. Ölümle yüzleşen, hayatın en sert hakikatini tadan insanlar en okumuştan daha bilgiliydi bize göre.
Düğünlerden bahsetmiştim, yazları olur genelde. Ilık esen rüzgar saçlarımızı, birbiri etrafında dönen genç kızlar eteklerini uçururdu. Her şey çok güzeldi, ta ki birileri bu güzelliğin ortasına çomağı sokuncaya dek. Belde yönetimi kıskanmıştı ayışığımızı, koca bir direk dikti köyün ortasına, düğün alanının elli metre uzağına. Bir sokak lambası… Başta karşı çıkıp devirmeye kalktık, demir yumruk iniverdi tepemize. Kravatlı adamlardan gelen emirlere karşı çıkacak kadar güçlü değildik. Düğün vardı o gece, bir sonraki düğünse benimkiydi. Adet gereği ortaya aldılar bizi, güzel bir dans ettik nişanlımla, hayran kaldı herkes. Daha sonra şarap fıçıları geldi ve eğlence hiç bitmeyecekmiş gibi sürdü gece boyunca. Ana babalarından gizli şarap aşıran çocuklar, sarhoşluklarını sokak lambasına işeyerek yaşadı. Gençler ise dans ederek, yaşlılar alkışlayarak. Demir yumruk dedim ya, indi bir kere tepemize ve gösterdi lanet yüzünü. Yıllardır olmadık bir şey nüksetti, iki genç birbirine girdi. Soluğu sokak lambasının altında aldılar. Bir yumruk, iki yumruk, üç yumruk derken yere düştü cılız olan. İri kıyım dostumuz rakibini nakavt etmekte kararlıydı. Alışık olduğum bir şey değildi kavga, elim ayağım titredi, kısık bir sesle yapmayın deyiverdim sadece, dinletemedim. Ağzı yüzü toprakla kaplanan cılız, cebinden bir bıçak çıkardı. Köşede duran kalası alıp, vurmak istedim vazgeçsin diye, yapamadım, titredim sadece. Müzik ve dans devam ederken iri kıyım dostum kanlar içinde yere yığıldı. Cılız olan var gücüyle kaçtı, peşine takılanın kim olduğunu gördüğümdeyse bir şeylerin ters gittiğini ve bir daha asla düzelmeyeceğini anladım, bir daha asla…
Olan bitenden habersiz köy halkı dansa devam ederken, patırtıyı duyanlar naaşı kaldırmak için sokak lambasının altına geldi. Az önce cinayeti işleyen yüzü yediği yumruklar yüzünden darmaduman olmuş cılızın peşine takılan adam nefes nefese geldi olay yerine. Lakabı Tekinsiz’di. Sebebini ise ertesi sabah anlayacaktım.
“Sen yaptın! Senin yüzünden oldu! O kalası nasıl vuramadın kafasına, nasıl sessiz kaldın benim yegane oğlumun ölümüne! Ama ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Daima yalnız, daima tek kalacaksın. Herkes uyurken uyanık kalacak, onlar uyandığında uyuyacaksın. Benim oğlum ölürken öylece kalakaldın ya, ebediyen kalacaksın, öylece!”
Gıkımı çıkarmadan dinledim, haklıydı. O genç adamı kurtarabilirdim ama yapamadım. Sebebini ben de bilmiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak uykuya daldım. Uyandığımdaysa yatağımda değildim. Düğün alanına ortalama kırk elli metre uzaklıkta buldum kendimi. Her yer karanlıktı, bulunduğum alan hariç. Etrafıma baktım, sokak lambasını tutan direği gördüm sadece. Adım atmak istedim, atamadım.
Tanrım!
Ben sokak lambasıydım!
Günler, haftalar aktı gitti. Evden gizlice tütün içmeye kaçan çocuklar karşımdaki kuytuda işlerini bitirdikten sonra gelip altıma işediler, taşlayıp tekmelediler Sesim çıkmıyordu, elim kolum bağlaydı, elim kolum yoktu! Bağırabilsem bile geceleri uyanıyordum sadece, gündüzleri karanlık. Ve geceleri buralar oldukça tenha oluyordu. İşte Tekinsiz diye seslendiğimiz adamın bu ismi nasıl ve neden hak ettiği ayyuka çıkmıştı. Büyücüymüş kefere! “Benim oğlum ölürken öylece dikildin ya ben de seni onun olduğu yere ha böyle dikerim” demişti resmen. Beklemekten başka çarem yoktu. Kaybolduğum günün ertesinden bahsetmek istiyorum biraz. Kimsenin ne olup bittiğine dair fikri yoktu. Gece gündüz demeden ellerinde meşalelerle aradılar beni. Adımı haykırdılar, defalarca geçtiler altımdan, “Buradayım” diyemedim. Daha sonra seyreldi kalabalık, bir avuç insandık zaten. Kısa süre sonra kimse kalmadı. Yıkmaya çalıştılar birkaç kere, olan bitenden beni, yani sokak lambasını suçladılar. İzin vermedi ihtiyarlar, demir yumruktan korktular. Sokak lambası olmanın iyi yanları da vardı: Eskiden yemek yiyip aylaklık ediyordum sadece, şimdiyse koca gökyüzüne, ayışığına kafa tutuyorum. Yalnızlık çok zor, bir türlü kabullenemiyorum. Yağmur başladı, yaz yağmuru… Çok severdik nişanlımla… Yerde oluşan su birikintisine baktım, ay yansıyordu. Uzun zamandır görememiştim yıldızları, ayı… Bedenim kayıp, ruhumsa bir sokak lambasının içinde tutsaktı. Nazım geldi aklıma, aylaklık ettiğim günlerde bir gazete kupüründe okumuştum onun dizelerini, şimdi daha iyi anlıyorum ne demek istediğini:
“Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün / bu kadar benden uzak / bu kadar mavi / bu kadar geniş olduğuna şaşarak / kımıldamadan durdum.” Sonra bir çift ayak girdi su birikintisine. Kafasını kaldırdı, bana baktı ve ben uzun zaman sonra onu gördüm. Nişanlım tam karşımdaydı. Yaz yağmurunun altında öpmüştüm onu ilk kez, üzerinde yine aynı kırmızı yağmurluk vardı. Bir işaret istedi Tanrı’dan, onu hala sevdiğime, duyduğum aşka dair. O an daha önce hiç hissetmediğim bir şey oldu ve yanıp söndüm üstünde, “Hayır ya” diyerek ağlamaya başladı. Koştu gitti. İşaretlerle bu denli hızlı karşılaşmaya alışık değildik. Ekilen tohumun hasatını bekler gibi beklerdik Tanrı’ya edilen duanın meyvesini yiyeceğimiz günü. İnanmıyordu yaşadığıma, oralarda bir yerde olduğuma. Hayır ya, diyebildi sadece Tanrı’nın yaptığı kötü şakaya. Yağmur durmuştu fakat su damlaları süzülüyordu her yerimden, ağlıyordum. Çok özlemiştim onu. İnsan olmanın en iyi yanı oydu belki de. Hiçbir şey yapamamanın cezasını, hiçbir şey yapamayarak çekiyordum. Ve hep şunu merak ediyordum: Birileri ölürken sessiz kalmanın bedeli buysa, birilerini öldürmenin bedeli neydi? Derken Tekinsiz belirdi atımda, evren yoğun mesaideydi bu gece, işaretler hiçbir zaman bu kadar hızlı olmamıştı.
“Hayat nasıl? Berbatsa iki kere yan ve sön” dedi dalga geçer gibi, emrine itaat etmekten başka çarem yoktu. “Benim oğlum gitti, tam bu direğin yani senin şimdiki bedeninin altında ve sen, hiçbir şey yapmadın! Ama görüyorum ki bir şeyler değişmiş, insanken veremediğin tepkileri, direkken verebiliyorsun artık. Kurtulmak istiyor musun? İstiyorsan bir kere yan ve sön.”
Binlerce kez yanıp sönmek istedim ama o bir tane ile yetinecekti. Ağa oydu, paşa oydu, kral oydu, her şey oydu… “Güzel… Senden hayat kurtarmanı istiyorum. Bir yerde kan aktıysa, toprak kanın tadını aldıysa, vahşet orada varlığını sürdürür daima. Kabil kardeşine kıydıktan sonra kana doyamayan insanlar gibi toprak da vazgeçemez bu illetten. Afyon gibi, bir kere başladın mı, bırakamazsın. Dahası gelecek, üzülerek söylüyorum ki eskisi gibi olamayacak hiçbir şey. Biliyor musun, ben de senin gibiyim. Yani sonradan geldim bu köye, neden biliyor musun? Kandan, vahşetten kaçtım. Toprak ananın güvenli kollarında yetiştirmek istedim biricik oğlumu ama olmadı. Belki de ben vahşetin ta kendisiydim. Az önce de söylediğim gibi kan asla durmayacak ve sen, çok değil, bunlardan sadece birine engel olacaksın. Tıpkı az önce kırmızı palto giymiş kızı gördüğünde ya da benimle konuşurken yanıp söndüğün gibi elinden gelenin en iyisini yapacak ve birini kurtaracaksın. Sadece yaşamak için değil, yaşatmak için de yaşayacaksın. Ben bu köye kötülük ettim, yanımda vahşeti getirdim ama ant olsun ki götüreceğim.” Yanıp sönmekten başka bir şey yapamazken, nasıl hayat kurtarmamı bekliyordu anlayabilmiş değilim. Bu meramımı ona da ilettim, “Yan sön o zaman, herkes en iyi yapabildiği işi icra etse dünya ne kadar da güzel bir yer olur değil mi?” dedi, “Ben dünyayı bilmiyorum…” dedim içimden, hissetti ne düşündüğümü. Kollarını iki yana açtı, kanatlanıp uçacak zannettim:
“O zaman Kuğu Gölü de bir diğer panzehrimiz olsun. Nişanlın gelip sana yani direğe sarılırsa bedenine dönersin. Üç gün içinde de bir hayat kurtarabilirsen, özgürlüğüne kavuşursun. Önce hayat sonra aşk, iyi görevler!”
Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum. Ulan sistem işte, koca bir direği bakir topraklarının ortasına dikiyor, sonra sen o direk oluyorsun. Yanıp sönmekten başka bir işe yaramadığım fikri aklımı kaçırmama sebep olacaktı, fakat bu delilik beraberinde dahiliği de getirmişti. O gece köy halkı evine dönerken, tam da altımdan geçerken söndürdüm kendimi. “Aha direğe bak, söndü” dedi birisi. Ve planım tıkır tıkır işlemeye başladı. Herkes etrafıma toplandı, neden söndüğüm hakkında fikir yürütmeye başladı. Ayışığı her yeri aydınlatıyordu oysaki -kimse önemsemedi. Sistem işte, hiçbir işine yaramayan bir şeyi bozarak bile tüm dikkatleri üzerine çekebiliyor. Sistem hakkında fikir yürütebilmek için direk olmak bile yeterliyken, etrafıma bakıyorum, onca insan tehlikenin nasıl farkına varamadı aklım almıyor. Bu eylemimi gerçekleştirdikten sonra, bir gün sönebileceğim gerçeğini sokmuştum ahalinin aklına. Doğası gereği yitip gitme ihtimali olan şeyleri daha çok önemsiyordu insanlar. O geceden sonra altıma işemeyi ve taşlamayı bıraktılar. Bu plan, kazandığım itibar dışında hiçbir işe yaramadı tabii. Ve nişanlıma gelecek olursak, malum geceden sonra hiç uğramadı.
Uzun zaman geçti, alışmaya başladım. Sanki herkes alışmamı bekliyordu çünkü ne olduysa alışmaya başladığım fikrini düşündüğüm gece oldu. Cırcır böcekleri öterken, köpek havlamaları duyuldu önce –sonra meşaleleri gördüm uzakta. Homurtu ve ayak sesleri… Evet, direğe hapsolmamı sağlayan cılızın izini bulmuşlardı. Saklandığı eski mandırayı ve altındaki hangarı ateşe vermelerine rağmen bir şekilde kaçmayı başarmıştı. Kalabalık bana doğru yaklaşırken çığlık ve tüfek sesleri iyiden iyiye arttı. Sonra cılızı gördüm, başını önü eğmiş soluk soluğa kaçıyordu. Tam altıma yaklaştığında söndürdüm ışığımı. Kalakaldı, sonra koşmaya devam edecek gibi oldu fakat kalabalıktan biri fırlattı orağını –tam sırtına geldi. Yeniden yaktım ışıklarımı. Ay ışığında vuran yakamozlar gibi dalga dalga saldırdı ahali ona, vuran vurana. İçlerinden biri haykırdı, “Tekinsiz’e bırakın onu!” diye. Zaten olay yerinde olan Tekinsiz yanındaki adamın elinden çifteliyi kaptı, omzuna dayadı ve zaman o andan itibaren daha ağır akmaya başladı. Çembere almışlardı cılızı. Çemberin bir tarafında Tekinsiz, onun tam zıttı yönünde ise nişanlım vardı ve her şey donakalmıştı. “Açılın” diye bağırdı Tekinsiz, merminin cılızı ıskalayıp kalabalığa isabet etmesini istemiyordu. Nişanlıma baktım, kaçıp tam sağ altıma sığındı. O sırada ilk ve ana görevim geldi aklıma: Hayat kurtarmak! Tekinsiz’in eli tetiğe gittiği anda söndürdüm ışığımı, ıskaladı. Cılızsa fırsattan istifade ederek kaçtı. Ayışığının her yeri aydınlatmasına rağmen ahali benim ışığımı dikkate aldı. Vilayetin demiri, hakkın kudretinden daha değerliydi sanki -gel de anlat…
Ayışığı her yeri aydınlatıyordu
Fakat karanlık çoktan sarmıştı köy halkını.
O an hiç akıl edemediğim bir şey oldu: Cılızın üzerinde biriken öfke, bana yöneldi sebepsizce. Bu topraklardan şiddeti kovacağını söyleyen Tekinsiz, sağlam bir tekme salladı direğe içine beni hapsettiğini bildiği halde.
“Sen de mi Tekinsiz?”
Derken bir diğeri, bir diğeri, bir diğeri… Sallanmaya başladım. Otoriteye başkaldırmaları hoşuma gitmişti ama bunu benim üzerimde yapmaları onur kırıcıydı. Kırılan tek şey de onurum değildi ayrıca. Ayışığının her yeri aydınlattığı karanlıkta, son tekmeden sonra ağır ağır yere yığıldım yazlık sinemada seyrettiğim filmlerde, yediği yumrukla yığılan Rocky gibi. İnsan olsaydım çoktan kapardım gözlerimi ama şimdi ışığımı söndürsem bile görebiliyordum her şeyi. Yere devrilirken herkes bir yerlere kaçıştı, en son gördüğümde su birikintisine basan nişanlımdı. Tökezledi ve yere düştü, ben de onun tam üstüne.
Buğulu gözlere etrafa baktığımda onu gördüm kollarımda. Tekinsiz haklıydı. Hem lanetin ortadan kalkacağı konusunda hem de şu sözlerinde: Bir yerde kan aktıysa, toprak kanın tadını aldıysa, vahşet orada varlığını sürdürür daima.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.