Albert Camus’nün “Create Dangerously: The Power and Responsibility of the Artist” kitabından alınan pasaj Türkçeye ilk kez çeviriyle yayında.
Doğu’daki bilge bir adam, tanrısına dua ettiğinde onu tuhaf zamanlardan kurtarması için yakarırmış. Bizler bilge olmadığımız için tanrılarımız bizi kurtarmadı ve bu yüzden tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Ne yaparsak yapalım çağımız onu görmezden gelmemize izin vermeyi reddediyor. Bugünün yazarları bunu zaten biliyor. Konuşurlarsa derhal eleştiriliyor ve saldırıya uğruyorlar. Tevazudan sustuklarında da kimse sessizlikten başka bir şeyden bahsetmiyor, şiddetli bir şekilde kınanıyorlar.
Bu muazzam şamatanın içinde, yazarlar besledikleri düşünce ve tepkileri sürdürmek için kenarda durmayı umamazlar artık. Tarihten kopuk kalmak bugüne kadar az çok mümkün olmuştu. Yaşanan olaylarla aynı fikirde olmayanlar genellikle sessiz kalabilir veya başka şeylerden konuşabilirdi. Bugün ise her şey değişti: Sessizliğin kendisi müthiş bir anlam kazandı. Tarafsız kalmak bir seçim olarak kabul edildi ve ya cezalandırıldı ya da yüceltildi; sanatçılar, sevseler de sevmeseler de buna dahil oldular. Ve bu “dahil olma” kelimesini basitçe “taahhüt etmek” olarak anlamak bana çok daha doğru görünüyor. Aslında, bu yalnızca sanatçının gönüllü taahhüdü anlamında değil, zorunlu askerlik türünden bir mesele. Bugün tüm sanatçılar zamanın mutfağına girdiler. Gemilerindeki çürük balık kokusunu alsalar da ve çok fazla zalim tiran olsa bile gerçeği kabul etmeliler: Gemi yola çıktı bile.. Açık denizlerde sürükleniyoruz. Diğer herkes gibi sanatçılar da küreklerine asılmalılar -mümkünse ölmeden, yani yaşamaya ve yaratmaya devam ederek…
“Sanatçılar, yaratıcılığın toplum politikasındaki yerinden şüphe etmemeliler”
Gerçeği anlatmak; bu kolay değildir ve sanatçıların mevcut konforlu hayatlarını kaybetmeme isteklerini anlayabiliyorum. Değişim daima oldukça acımasız olmuştur. Elbette, tarihin amfitiyatrosunda her zaman şehitler ve aslanlar vardı. Şehitlere sonsuz yaşam fikriyle, aslanlara ise bol kanlı tarihi yemlerle güç verildi. Ancak şimdiye kadar sanatçılar hep arada kaldı. Sebepsiz yere, kendi zevkleri için ya da en iyi ihtimalle şehitleri cesaretlendirmek ve aslanı avından uzaklaştırmaya çalışmak için şarkılar söylediler. Şimdi, aksine, sanatçılar kendilerini amfitiyatroya hapsolmuş buluyorlar. Doğal olarak sesleri artık aynı gelmiyor: Seslerinde çok daha az özgüven var.
Sanatın bu gibi sürekli bir dahil olma halinde neleri kaybetme riski olduğunu görmek kolaydır: En temel haliyle mevcut konforları ve Mozart’ın eserlerinde yaşayan ve nefes alan ilahi özgürlüğü. Artık sanat eserlerimizin eziyet dolu ve inatçı atmosferini, çatılmış kaşlarını ve ani yıkımlarını daha iyi anlayabiliyoruz. Bu sayede farkındayız neden yazardan çok gazeteci var, neden Cézannes değil de amatör ressamlar var ortalıkta ve çocuk edebiyatı ile cinayet gizemleri neden Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının veya Stendhal’in Parma Manastırı’nın yerini aldı… Elbette bu durumlara her zaman insani ağıtlarla karşı koyabiliriz; Dostoyevski’nin, Ecinniler’indeki Stepan Trofimovich’in ümitsizce sembolize etmesini istediği şey haline gelmek için: Kişiye yönelik kınama… Ve tıpkı bu karakter gibi, sivil umutsuzluk izleri de yaşayabiliriz. Ancak bu umutsuzluk, gerçekte olduğu şeyle ilgili hiçbir şeyi değiştirmez.
Bana göre ise çağımızın bir parçası olmak daha iyi; çünkü çağımız bunu yapmamızı, yakası çiçekli, köşe kapmış sanatçıların* ve yüceltilmiş üstatların çağı olduğunu yüksek sesle söyleyerek engelliyor, hepsi bu. Bugün yaratmak, tehlikeli şekilde yaratmak demektir. Yapılan her yayın kasıtlı bir eylemdir ve bu eylem bizi hiçbir şeyi affetmeyen bu yüzyılın tutkularına karşı savunmasız kılar. Bu yüzden mesele, bir eylemde bulunmanın sanata zarar verip vermeyeceğini bilmek değildir. Mesele, sanatsız ve sanatın işaret ettiği hiçbir şeysiz yaşayamayan herkes için -sayısız ideolojinin getirdiği sıkı denetime karşılık- yaratılışın gizemli özgürlüğünün nasıl mümkün kılınabileceğidir. (Ne çok kült** var; nasıl bir yalnızlık!)
Bu bakımdan, sanatın devletin güçleri tarafından tehdit edildiğini söylemek yeterli değildir. Öyle olsaydı sorun basit olurdu aslında: Sanatçı ya dövüşürdü ya da teslim olurdu. Sanatçıların bugün kendileriyle de bir meydanda savaştığını anladığımız an sorun çok daha karmaşık, daha çok ölüm kalım meselesi haline geliyor. Toplumumuzda çok güzel örnekleri olan sanat nefreti, bugün çok iyi bir biçimde büyüyor yalnızca, çünkü bizzat sanatçıların kendileri tarafından diri tutuluyor. Bizden önce gelen sanatçıların şüpheleri vardı, ama şüphelendikleri kendi yetenekleriydi. Bugünün sanatçıları sanatlarının ve dolayısıyla varlıklarının gerekliliğinden şüphe ediyorlar. Racine 1957’de yaşasaydı, Nantes Fermanı için mücadele etmek yerine Berenice’i yazdığı için özür dilerdi.
Sanatın sanatçılar tarafından yeniden değerlendirilmesinin birçok nedeni var, ancak yalnızca en önemlilerinden bahsedeceğiz. Bu durum en iyi senaryoda, çağdaş sanatçıların -tarihin talihsizliklerini hesaba katmazsak- hiçbir sebep yokken yalan söyledikleri veya konuşmadıklarını düşündükleri izlenimi ile açıklanıyor. Zamanımızı karakterize eden şey, aslında çağdaş hassasiyetler ve yoksullaştırılan kitlelerin yükselişi arasındaki gerilim. Var olduklarını biliyoruz, oysa daha önce onları görmezden gelme eğilimindeydik. Ve bugün eğer onların farkındaysak, bunun nedeni seçkinlerin, sanat dünyasındaki seçkinlerin ya da diğerlerinin artık daha iyi insanlar olması değil. Hayır, bu konuda açık olalım, çünkü o kitleler daha da güçlendi ve onları unutmamıza izin vermiyorlar.
Bu sorumluluktan kaçınma halinin bazıları diğerlerinden daha az asil olan başka nedenleri de vardır. Fakat nedeni her ne olursa olsun, aynı amaca katkıda bulunurlar: Yaratıcı sanatçının özgüvenini oluşturan öze saldırarak özgür yaratıcı eylemi engellemek. Emerson’ın görkemli bir şekilde ifade ettiği gibi: “İnsanın kendi dehasına olan bağlılığı, inancın nihai tanımıdır.” Ve 19. yüzyıldan kalma bir başka Amerikalı yazar: “Bir insan kendisine sadık kaldığı sürece, her şey kendi yararına çalışır: hükümet, toplum, hatta güneş, ay ve yıldızlar.” Bu olağanüstü iyimserlik bugün ölü gibi görünüyor. Sanatçılar, çoğu durumda, kendilerinden ve varsa ayrıcalıklarından utanıyorlar. En önemlisi de kendi kendilerine sordukları soruyu cevaplamaları gerekiyor: Sanat aldatıcı bir lüks mü?
Nazlı Karabıyıkoğlu’na katkısı için teşekkürler…

1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)