Müslüm Çizmeci ile “Çalmayan Şiir” kitabının yazarı Zafer Yalçınpınar’ın, kitap çerçevesinde birçok konu hakkında konuştukları söyleşinin tam metni.
Birazdan okuyacağınız, yormadan ve nefessiz bırakmadan
derinlerine sizi kolayca çekecek ve çektiği hızla geri bırakacak olan aşağıdaki
söyleşinin büyüsünü bozmadan ve söyleşenlerinden de izin almadan bu epigrafı yazmak
istedim. Zafer Yalçınpınar -bilenler “evvel.org” ve “evvel fanzin”den bilir
çoğunlukla- “Kendi Yayınları” logosuyla geçtiğimiz yılın eylül ayında yayımladı
“Çalmayan Şiir” kitabını. Yalnızca e-kitap olarak yayımlanan Çalmayan Şiir
üzerine, kendi şiir kitabı “Kuyudan Bildiriyorum” için gün saydığımız, KalemKahveKlavye’nin
de yazarları olmasından oldukça hoşnut olduğumuz Müslüm Çizmeci ile söyleşen
Zafer Yalçınpınar’ın gönderdiği bu metni buraya koymadan önce, üzerine hiçbir
şey söylememeyi düşünüyordum lakin olmadı.
derinlerine sizi kolayca çekecek ve çektiği hızla geri bırakacak olan aşağıdaki
söyleşinin büyüsünü bozmadan ve söyleşenlerinden de izin almadan bu epigrafı yazmak
istedim. Zafer Yalçınpınar -bilenler “evvel.org” ve “evvel fanzin”den bilir
çoğunlukla- “Kendi Yayınları” logosuyla geçtiğimiz yılın eylül ayında yayımladı
“Çalmayan Şiir” kitabını. Yalnızca e-kitap olarak yayımlanan Çalmayan Şiir
üzerine, kendi şiir kitabı “Kuyudan Bildiriyorum” için gün saydığımız, KalemKahveKlavye’nin
de yazarları olmasından oldukça hoşnut olduğumuz Müslüm Çizmeci ile söyleşen
Zafer Yalçınpınar’ın gönderdiği bu metni buraya koymadan önce, üzerine hiçbir
şey söylememeyi düşünüyordum lakin olmadı.
Aldığım kıçıkırık akademik eğitim süresince birçok
şiir incelemesi yaptıysam da ve yılda 1-2 şiirimsi karalıyorsam da “şiir”
üzerine söyleyebileceğim yetkin cümlelerim yok. Bir okuyucu olarak şiirde ruh
ve ritim peşinde koşarken dikkatimi çekenleri daha önceleri buralarda yazmış
olmam, mütevazı davranmamı gerektirir mi bilmiyorum. Lakin açıkçası son 10-20
yılın “öne çıkartılan/popülerleştirilen” şiiri, kokuşan edebiyat çöplüğünün
herhalde en büyük kısmını oluşturuyor. Bu tabiri çok sevmesem de “yeraltı”ndan çıkan
inanılmış şiirleri yazan birkaç hatrı sayılır akranım haricinde açıkçası ne
şiirin “sokağa” düşmesinden, ne de üzerine bu kadar çok tartışma ve hatta kavga
olmasından memnunum.
şiir incelemesi yaptıysam da ve yılda 1-2 şiirimsi karalıyorsam da “şiir”
üzerine söyleyebileceğim yetkin cümlelerim yok. Bir okuyucu olarak şiirde ruh
ve ritim peşinde koşarken dikkatimi çekenleri daha önceleri buralarda yazmış
olmam, mütevazı davranmamı gerektirir mi bilmiyorum. Lakin açıkçası son 10-20
yılın “öne çıkartılan/popülerleştirilen” şiiri, kokuşan edebiyat çöplüğünün
herhalde en büyük kısmını oluşturuyor. Bu tabiri çok sevmesem de “yeraltı”ndan çıkan
inanılmış şiirleri yazan birkaç hatrı sayılır akranım haricinde açıkçası ne
şiirin “sokağa” düşmesinden, ne de üzerine bu kadar çok tartışma ve hatta kavga
olmasından memnunum.
Öte yandan birazdan okuyacağınızı ümit ettiğim metin,
bir sanat eseri üzerine konuşurken/tartışırken illa ki işin ego sürtüşmesine, “senin
şiirin şu kadar kelime, benimki bu kadar” gibi ne bilimsel ne de şairane olan
çamur atmalara getirilmesine gerek olmadığını göstermesinin yanı sıra başka
açılardan da önemli. Bu epigrafı bana yazdıran da işte bu başka açılar:
Klişelere girmiş röportajlardan uzak, özellikle 1980 öncesi edebiyat dergilerinde/seçkilerinde
karşılaştığımız gerçek anlamda “söyleşi”lere müthiş bir örnek. Konuyu kişilere
ve eserlere sıkıştırmadan, bilinçli yahut kendiliğinden bir çağrışımlar dizisi
ile ele almış olan Müslüm ve Zafer, söyleşiyi bir dertleşme ve beylik tabirle “beyin
fırtınası”na çevirirken bir yandan okuyucuyu içine alan bir kültür akışı, diğer
yandan üslupta edebîlikten taviz vermeyen bir bilinç akışı ortaya çıkmış.
bir sanat eseri üzerine konuşurken/tartışırken illa ki işin ego sürtüşmesine, “senin
şiirin şu kadar kelime, benimki bu kadar” gibi ne bilimsel ne de şairane olan
çamur atmalara getirilmesine gerek olmadığını göstermesinin yanı sıra başka
açılardan da önemli. Bu epigrafı bana yazdıran da işte bu başka açılar:
Klişelere girmiş röportajlardan uzak, özellikle 1980 öncesi edebiyat dergilerinde/seçkilerinde
karşılaştığımız gerçek anlamda “söyleşi”lere müthiş bir örnek. Konuyu kişilere
ve eserlere sıkıştırmadan, bilinçli yahut kendiliğinden bir çağrışımlar dizisi
ile ele almış olan Müslüm ve Zafer, söyleşiyi bir dertleşme ve beylik tabirle “beyin
fırtınası”na çevirirken bir yandan okuyucuyu içine alan bir kültür akışı, diğer
yandan üslupta edebîlikten taviz vermeyen bir bilinç akışı ortaya çıkmış.
Eğer şiir üzerine yazmayı, okumayı seven ya da bunu
herhangi bir eğitimin parçası olarak yapmak durumunda olan biriyseniz, sizinle
ortak yönleri olan birisi olarak aşağıdaki metnin bir dilbilimi, şiir tahlili
ve söyleşi eğitimine örnek olabileceğine kefilim.
herhangi bir eğitimin parçası olarak yapmak durumunda olan biriyseniz, sizinle
ortak yönleri olan birisi olarak aşağıdaki metnin bir dilbilimi, şiir tahlili
ve söyleşi eğitimine örnek olabileceğine kefilim.
Öte yandan Zafer’in “Çalmayan Şiir”ini halen bölük
pörçük de olsa okuma aşamasında olan birisi olarak kitaptaki şiirlerin, kendisinin
de söyleşide bahsettiği üzere; geçmişin ve bugünün şairleri ile şiirlerini,
üslup ve teknikçe bir araya getiren ama öte yandan alayına da karşı durup özgün
bir bölge açan önemli birer eser olduklarını sözlerime eklemek durumundayım.
pörçük de olsa okuma aşamasında olan birisi olarak kitaptaki şiirlerin, kendisinin
de söyleşide bahsettiği üzere; geçmişin ve bugünün şairleri ile şiirlerini,
üslup ve teknikçe bir araya getiren ama öte yandan alayına da karşı durup özgün
bir bölge açan önemli birer eser olduklarını sözlerime eklemek durumundayım.
Bu söyleşide ikinci yeni, edebiyat ödülleri, şiirin
matematiksel ve fiziksel yönü, Adalar kültürü ile şairler ilişkisi, şiirin
statüko ile ilişkisi gibi not alamadığım daha birçok alt başlıktaki notları
okurken, tüm bunları söyleştiren “Çalmayan Şiir” kitabını da merak edeceksiniz.
O yüzden bu kısmı da kitabın indirme linkleri ile bitirelim, iyi okumalar.
matematiksel ve fiziksel yönü, Adalar kültürü ile şairler ilişkisi, şiirin
statüko ile ilişkisi gibi not alamadığım daha birçok alt başlıktaki notları
okurken, tüm bunları söyleştiren “Çalmayan Şiir” kitabını da merak edeceksiniz.
O yüzden bu kısmı da kitabın indirme linkleri ile bitirelim, iyi okumalar.
Koray Sarıdoğan
Tam metin, pdf: http://bit.ly/calmayanpdf
Tam metin, ePub: http://bit.ly/calmayanepub
**
Çalmayan Şiir’in Solungaçları
(Çalmayan Şiir Üzerine Karşılıklı Sorular)
Müslüm Çizmeci: ‘Çalmayan
Şiir’, üç bölümden oluşuyor; ‘tığ ile’, ‘köstekbüken’ ve ‘sonu’. İlk bölümdeki
ilk şiirde “bu şiiri/bir tığ ile yazdım”
diyorsun. Sadece ilk bölümde değil kitabın bütününe hâkim,
simgesel-matematiksel hesaplarla kurgulanmış bir düzlemde, sezgisel derinliği
yüksek imgelerin oya gibi işlendiğini görüyoruz. İkinci Yeni’nin ardından her geçen gün daha da özgürleşen ve
serbestleşen genç şiirin aksine, pek rastlamadığımız bir işçilikle karşı
karşıyayız. Bu senin için bir sorumluluk, bilinç, tercih, ritim, dil… Nedir?
Şiir’, üç bölümden oluşuyor; ‘tığ ile’, ‘köstekbüken’ ve ‘sonu’. İlk bölümdeki
ilk şiirde “bu şiiri/bir tığ ile yazdım”
diyorsun. Sadece ilk bölümde değil kitabın bütününe hâkim,
simgesel-matematiksel hesaplarla kurgulanmış bir düzlemde, sezgisel derinliği
yüksek imgelerin oya gibi işlendiğini görüyoruz. İkinci Yeni’nin ardından her geçen gün daha da özgürleşen ve
serbestleşen genç şiirin aksine, pek rastlamadığımız bir işçilikle karşı
karşıyayız. Bu senin için bir sorumluluk, bilinç, tercih, ritim, dil… Nedir?
Zafer Yalçınpınar: En
başta, samimiyetine, dostluğumuza ve birlikte verdiğimiz mücadelelere güvenerek
şunu ifade etmeliyim: Evet, benim yazdığım şiirler bugün yazılanlardan ‘dilsel
görelilik’ orijini açısından farklı… Ancak edebiyat ortamında ısrarla uygulanan
‘haksızlık yordamı’na karşı mücadele etmek kapsamında, benden sonraki
kuşakla birlikteyim, onlarla birlikte ve -ölümüne- omuz omuzayım. Yani bir
anlamda kendi kuşağıma, kendime ve benden öncekilere karşıyım. Şunu müsterih
bir içsellikte ifade ediyorum: Bugün yazılan, öne atılan, ayağa kalkan genç
şiir, zihinsel bir hazinedir. Zaten, ‘genç’ kelimesinin bu topraklardaki
tarihsel karşılığı zihinsel ve özel bir cevheri ifade eder. Bugün, sürekli,
süreğen olmasa da, İkinci Yeni’nin kurduğu şiirsel zekânın zaman zaman ve yer
yer üstüne çıkılmaktadır, İkinci Yeni’nin alan derinliği sürekli
genişlemektedir, bunu görüyorum, bunu tüm bileşenleriyle birlikte hissediyorum.
Gençliğin sergilediği üssel beceriye karşı duran, her türlü hileye, sinsiyete,
üçkâğıtçılığa yeltenip, 1990’ların sonuyla birleşerek 2000’lerin başında
türeyen, “Ben büyük şairim, ödül aldım, ödül verdim, kitap çıkardım, kitaplarım
çok sattı, hakkımda çok yazıldı!” falan diyerek etrafta gezinen değişik bir tür
‘maymun kuşak’ var. Bu ‘maymun kuşak’ ne İkinci Yeni’nin ne de bugünün şiirsel
alan derinliğinin kıyısına bile yaklaşabildi. Anla yani, o derece vahim bir
‘fikir kelliği’ yaşıyorlar ki bunları Van Gölü’ne doğrasan, koskoca Van Gölü
bile cacık olur! Öylesi büyük bir hıyarlık! Liboşlar, İkinci Yeni’ye ve bugün
yüzleştikleri şiirsel zekâya karşı müthiş bir garaz besliyorlar içlerinde…
Neyse… (Gülüyor.)
başta, samimiyetine, dostluğumuza ve birlikte verdiğimiz mücadelelere güvenerek
şunu ifade etmeliyim: Evet, benim yazdığım şiirler bugün yazılanlardan ‘dilsel
görelilik’ orijini açısından farklı… Ancak edebiyat ortamında ısrarla uygulanan
‘haksızlık yordamı’na karşı mücadele etmek kapsamında, benden sonraki
kuşakla birlikteyim, onlarla birlikte ve -ölümüne- omuz omuzayım. Yani bir
anlamda kendi kuşağıma, kendime ve benden öncekilere karşıyım. Şunu müsterih
bir içsellikte ifade ediyorum: Bugün yazılan, öne atılan, ayağa kalkan genç
şiir, zihinsel bir hazinedir. Zaten, ‘genç’ kelimesinin bu topraklardaki
tarihsel karşılığı zihinsel ve özel bir cevheri ifade eder. Bugün, sürekli,
süreğen olmasa da, İkinci Yeni’nin kurduğu şiirsel zekânın zaman zaman ve yer
yer üstüne çıkılmaktadır, İkinci Yeni’nin alan derinliği sürekli
genişlemektedir, bunu görüyorum, bunu tüm bileşenleriyle birlikte hissediyorum.
Gençliğin sergilediği üssel beceriye karşı duran, her türlü hileye, sinsiyete,
üçkâğıtçılığa yeltenip, 1990’ların sonuyla birleşerek 2000’lerin başında
türeyen, “Ben büyük şairim, ödül aldım, ödül verdim, kitap çıkardım, kitaplarım
çok sattı, hakkımda çok yazıldı!” falan diyerek etrafta gezinen değişik bir tür
‘maymun kuşak’ var. Bu ‘maymun kuşak’ ne İkinci Yeni’nin ne de bugünün şiirsel
alan derinliğinin kıyısına bile yaklaşabildi. Anla yani, o derece vahim bir
‘fikir kelliği’ yaşıyorlar ki bunları Van Gölü’ne doğrasan, koskoca Van Gölü
bile cacık olur! Öylesi büyük bir hıyarlık! Liboşlar, İkinci Yeni’ye ve bugün
yüzleştikleri şiirsel zekâya karşı müthiş bir garaz besliyorlar içlerinde…
Neyse… (Gülüyor.)
Sorduğun sorunun özünde şu yatıyor sanırım; şiirlerimde bir
‘yapısalcılık’ sezinliyorsun ve bunun ne tür bir şey olduğunu merak ediyorsun.
Evet, uzun yıllar boyunca, ‘zaman serisi’ ve ‘matematiksel modelleme’ üzerine
metrik bir eğitim aldım. İstemeyerek… Bir 10 yıl falan da bu tür bilgilerin
‘geçer akçe’ olduğu bir kurumda çalıştım. Logaritmik bir matematik denklemi
tahtaya yazıldığında ya da yansıtım cihazından gösterildiğinde farklı bir
dünyayla karşılaşırsın. Farklı bir dilin devinimiyle, farklı bir dilin hem
stokastik hem de deterministik yapısıyla yüzleşirsin. Bir ‘hiyeroglif’
görmüşsün gibi düşün bunu. ‘Oya’ değil de ‘hiyeroglif’ gibi… Farklı bir dilin
imkânlarıyla, sorunlarıyla ve çözümleriyle yaşamak… O dille anlamak, o dille
sezmek… Bu durumun ihtiva ettiği hakikat, şiirle özdeştir. Sağ olsun,
geçenlerde, Şükret Gökay sayesinde Prof. Dr. Cahit Arf tarafından kaleme alınan
‘Matematiğin Şiir Yönü’ başlıklı makaleyi okudum… Misal, Eugéne Guillevic’in
tüm eserleri bu yöndedir. ‘Dilsel görelilik’ ve ‘dil oyunu’ kuramlarıyla ünlü
mantık-bozumcu Ludwig Wittgenstein… Ve Türkçede, Oruç Aruoba… Tüm bu isimler,
okuduğum kitaplar, çözdüğüm ve çözemediğim denklemler, incelediğim zaman serisi
yapısı, aldığım eğitim ve çalıştığım kurum, yaşamımın salınımı, hepsi ama
hepsi, her şey ama her şey, yazdığım şiirin yapısında ve dilinde -maalesef-
etkili oldu, oluyor. Ve inan ki bu ‘karmaşık simgesel düzen’ çok da bilinçli ve
doğru değil… Kendimi böylesi bir dilin, yapının içinde buldum, diyebiliriz.
Yani şiirimdeki yapı, biraz da bu yaşadığım yılların, yapıp ettiklerimin
içgüdüsel bir yansıması… Sandığın ya da göründüğü gibi bilinçli veya kararlı,
tutarlı falan değil şiirlerim. Ben de tüm hatlarını bilmiyorum şiirimin… Bununla
birlikte, Ece Ayhan, ‘İkinci Yeni, logaritmalı şiirdir’ der ve ekler: ‘Logaritma
cetveli olmadan çözülemez!’. Ben senin şiirlerinde de benzer bir durumu sezdim
aslında. Matematiksel olmasa da ‘fiziki’ bir yön var şu dizelerinde; “evde yıkım besliyorum, harfler öğretiyorum ona/adınla başlayan cümleler
kuruyoruz, yerle bir oluyorum”. Ama tabiî yanılıyor da olabilirim. Çok merak ediyorum, bu
dizeleri ne, hangi olay, hangi duygudurum dili yazdırdı sana?
‘yapısalcılık’ sezinliyorsun ve bunun ne tür bir şey olduğunu merak ediyorsun.
Evet, uzun yıllar boyunca, ‘zaman serisi’ ve ‘matematiksel modelleme’ üzerine
metrik bir eğitim aldım. İstemeyerek… Bir 10 yıl falan da bu tür bilgilerin
‘geçer akçe’ olduğu bir kurumda çalıştım. Logaritmik bir matematik denklemi
tahtaya yazıldığında ya da yansıtım cihazından gösterildiğinde farklı bir
dünyayla karşılaşırsın. Farklı bir dilin devinimiyle, farklı bir dilin hem
stokastik hem de deterministik yapısıyla yüzleşirsin. Bir ‘hiyeroglif’
görmüşsün gibi düşün bunu. ‘Oya’ değil de ‘hiyeroglif’ gibi… Farklı bir dilin
imkânlarıyla, sorunlarıyla ve çözümleriyle yaşamak… O dille anlamak, o dille
sezmek… Bu durumun ihtiva ettiği hakikat, şiirle özdeştir. Sağ olsun,
geçenlerde, Şükret Gökay sayesinde Prof. Dr. Cahit Arf tarafından kaleme alınan
‘Matematiğin Şiir Yönü’ başlıklı makaleyi okudum… Misal, Eugéne Guillevic’in
tüm eserleri bu yöndedir. ‘Dilsel görelilik’ ve ‘dil oyunu’ kuramlarıyla ünlü
mantık-bozumcu Ludwig Wittgenstein… Ve Türkçede, Oruç Aruoba… Tüm bu isimler,
okuduğum kitaplar, çözdüğüm ve çözemediğim denklemler, incelediğim zaman serisi
yapısı, aldığım eğitim ve çalıştığım kurum, yaşamımın salınımı, hepsi ama
hepsi, her şey ama her şey, yazdığım şiirin yapısında ve dilinde -maalesef-
etkili oldu, oluyor. Ve inan ki bu ‘karmaşık simgesel düzen’ çok da bilinçli ve
doğru değil… Kendimi böylesi bir dilin, yapının içinde buldum, diyebiliriz.
Yani şiirimdeki yapı, biraz da bu yaşadığım yılların, yapıp ettiklerimin
içgüdüsel bir yansıması… Sandığın ya da göründüğü gibi bilinçli veya kararlı,
tutarlı falan değil şiirlerim. Ben de tüm hatlarını bilmiyorum şiirimin… Bununla
birlikte, Ece Ayhan, ‘İkinci Yeni, logaritmalı şiirdir’ der ve ekler: ‘Logaritma
cetveli olmadan çözülemez!’. Ben senin şiirlerinde de benzer bir durumu sezdim
aslında. Matematiksel olmasa da ‘fiziki’ bir yön var şu dizelerinde; “evde yıkım besliyorum, harfler öğretiyorum ona/adınla başlayan cümleler
kuruyoruz, yerle bir oluyorum”. Ama tabiî yanılıyor da olabilirim. Çok merak ediyorum, bu
dizeleri ne, hangi olay, hangi duygudurum dili yazdırdı sana?
M. Ç.:
Samimiyetle söylemek gerekirse cetvel kullanmıyorum. Ancak şiiri yazarken aynı
anda defalarca okuyor, tekrarlıyor buluyorum kendimi dizelerde. Sessel bir
uyumu, ritmi, akışı gözetiyorum. Bu noktada, sanırım, hiyeroglife varan bir
yanı olmasa da fiziksel bir yapı kendi kendini inşa etmiş oluyor. Sözünü
ettiğin dizeler, ‘sana sevmek falan’
isimli şiirimden. Aşk üzerine yoğunlaştığım bir duygudurumun getirisi. Ortaya
çıkışını bir takım nesnel karşılıklar belirliyor. ‘Yıkım’, kedimin adı… Kedimle
konuşuyorum. Bir yandan da şiir yazıyorum. Olay böyle başlıyor. Elbet burada
‘yıkım’ın nesnel anlamı, aşkla olan; aşkın yaşamla, yeni bir dünya hayaliyle
olan ilişkileri; yaşadığım ruhsal bunalımlar; bitmeyen kendilik arayışı şiirin
gelişimine etki ediyor: “benimle
balkondan atlar mısın?/söz, düşmeyiz./dünya bir değişiyor bir ketum. /dünya
altını pisliyor, rejim çöktü/ben seni sevmeye yetkili kişiyim.”
Samimiyetle söylemek gerekirse cetvel kullanmıyorum. Ancak şiiri yazarken aynı
anda defalarca okuyor, tekrarlıyor buluyorum kendimi dizelerde. Sessel bir
uyumu, ritmi, akışı gözetiyorum. Bu noktada, sanırım, hiyeroglife varan bir
yanı olmasa da fiziksel bir yapı kendi kendini inşa etmiş oluyor. Sözünü
ettiğin dizeler, ‘sana sevmek falan’
isimli şiirimden. Aşk üzerine yoğunlaştığım bir duygudurumun getirisi. Ortaya
çıkışını bir takım nesnel karşılıklar belirliyor. ‘Yıkım’, kedimin adı… Kedimle
konuşuyorum. Bir yandan da şiir yazıyorum. Olay böyle başlıyor. Elbet burada
‘yıkım’ın nesnel anlamı, aşkla olan; aşkın yaşamla, yeni bir dünya hayaliyle
olan ilişkileri; yaşadığım ruhsal bunalımlar; bitmeyen kendilik arayışı şiirin
gelişimine etki ediyor: “benimle
balkondan atlar mısın?/söz, düşmeyiz./dünya bir değişiyor bir ketum. /dünya
altını pisliyor, rejim çöktü/ben seni sevmeye yetkili kişiyim.”
Tabiî
burada beni kediye ‘yıkım’ diye seslenmeye itecek bir özü var bende yıkım
imgesinin, bir merkeziyeti. Tıpkı senin şiirlerindeki ‘ada’ imgesi gibi. ‘Yıkım’
aynı zamanda benim için bir im, senin için ‘ada’nın bir ‘im’ olduğu gibi.
Merkezinde yaşantının, şiirinin… Senin şiirine geri dönersek, ‘ada’ kelimesi
genel anlamıyla dört tarafı denizlerle çevrili kara parçası
anlamına geliyor. Tersten okunuşu da aynı olan bu kelimeyle biraz oynayarak ad
ve adalet çağrışımlarına varmak mümkün. Türkçe bir kelime ada. Benim hayalimde
canlandırdıkları; özgürleştiren sınırlar, denizle kuşatılmış toprak, denizden
doğan dağ. Denizin altına inen yol için, uygun iklimlerde güvenli bir kapı
belki de. Sanıyorum senin adada yaşayan şair ve yazarlarla kurduğun bağ da
etken burada. Nedir, ne değildir?
burada beni kediye ‘yıkım’ diye seslenmeye itecek bir özü var bende yıkım
imgesinin, bir merkeziyeti. Tıpkı senin şiirlerindeki ‘ada’ imgesi gibi. ‘Yıkım’
aynı zamanda benim için bir im, senin için ‘ada’nın bir ‘im’ olduğu gibi.
Merkezinde yaşantının, şiirinin… Senin şiirine geri dönersek, ‘ada’ kelimesi
genel anlamıyla dört tarafı denizlerle çevrili kara parçası
anlamına geliyor. Tersten okunuşu da aynı olan bu kelimeyle biraz oynayarak ad
ve adalet çağrışımlarına varmak mümkün. Türkçe bir kelime ada. Benim hayalimde
canlandırdıkları; özgürleştiren sınırlar, denizle kuşatılmış toprak, denizden
doğan dağ. Denizin altına inen yol için, uygun iklimlerde güvenli bir kapı
belki de. Sanıyorum senin adada yaşayan şair ve yazarlarla kurduğun bağ da
etken burada. Nedir, ne değildir?
Z. Y.: Ada benim kaderimdir. Yeryüzünün haritasını
tahayyül et, gözünün önüne getir, adaların konumunun birer müzik notası gibi
belirdiğini, haritaya dağıldığını hissedeceksin. Ada imgeleminde her zaman bir
tecrit faktörü vardır. Ancak senin de ifade ettiğin gibi bu tecrit faktörünün insan
zihnini özgürleştiren bir tür bilinç yarattığı da aşikâr… Çünkü adalarda her
şey yoğun, baskın ve kendi ağırlığında yaşanır; rüzgâr daha rüzgârdır, gece
daha gecedir, deniz daha denizdir. Her şey kendini bulur adada, sonra da
kaybeder. Ada yaşamında denizcilik raconu işler… Balığa çıkarsınız, hava
şartları sürekli aklınızdadır, sürekli denizi dinlemek, denizle beraber
düşünmek zorunluluğunuz vardır. İlhan Berk bir kitabında şöyle diyor: “Sürüyle düşünce verir ağaca, rüzgâr”.
Ben bu eğretilemeyi şöyle hissediyorum; “Binlerce
düşünce verir adaya, deniz”. Adalar kültürüyle yazar-şair bağlamında
kurduğum ilişki Sait Faik üzerinden biçimleniyor. Sait Faik çok önemli bir
bağdır, müthiş bir yaşamsal coşkudur. Diğer adalı yazar ve şairler gibi
değildir Sait Faik. Yazılarında ağırbaşlı, statükocu bir retorik ya da tahakküm
göremezsiniz onun… Misal, Yaşar Nabi bir 15-20 sene kadar uğraşmış Sait
Faik’le, her numarayı denemiş Sait Faik’i statükocu yapmaya çalışmış ama
becerememiş. Sait Faik’in ölümünden sonra, Sait Faik’in adına düzenlenen
yarışmalarda bir ton edebiyat ödülü verilmiş, evi müzeleşmiş, bir yığın ‘olur
olmaz’ inceleme yazısı yazılmış falan… Ama bunların hiçbiri de Sait Faik
isminin edebiyat ortamındaki ‘insancıl’ algısını statükocu yönde
değiştirememiş. Yani, becerememişler Sait Faik’in insanlığını değiştirmeyi,
onun insanlığıyla oynamayı… İşte bu durum, yani ta o günlerden bugünlere uzanan
statükocu odakların Sait Faik algısını yönetemeyişleri, Sait Faik’i çok önemli
ve eşsiz kılıyor. Sana ilginç bir soru sormak istiyorum: Bir adada doğmuş
olsaydın, adalı olsaydın, adadan gitmeyi, kurtulmayı, göç etmeyi düşünür
müydün?
tahayyül et, gözünün önüne getir, adaların konumunun birer müzik notası gibi
belirdiğini, haritaya dağıldığını hissedeceksin. Ada imgeleminde her zaman bir
tecrit faktörü vardır. Ancak senin de ifade ettiğin gibi bu tecrit faktörünün insan
zihnini özgürleştiren bir tür bilinç yarattığı da aşikâr… Çünkü adalarda her
şey yoğun, baskın ve kendi ağırlığında yaşanır; rüzgâr daha rüzgârdır, gece
daha gecedir, deniz daha denizdir. Her şey kendini bulur adada, sonra da
kaybeder. Ada yaşamında denizcilik raconu işler… Balığa çıkarsınız, hava
şartları sürekli aklınızdadır, sürekli denizi dinlemek, denizle beraber
düşünmek zorunluluğunuz vardır. İlhan Berk bir kitabında şöyle diyor: “Sürüyle düşünce verir ağaca, rüzgâr”.
Ben bu eğretilemeyi şöyle hissediyorum; “Binlerce
düşünce verir adaya, deniz”. Adalar kültürüyle yazar-şair bağlamında
kurduğum ilişki Sait Faik üzerinden biçimleniyor. Sait Faik çok önemli bir
bağdır, müthiş bir yaşamsal coşkudur. Diğer adalı yazar ve şairler gibi
değildir Sait Faik. Yazılarında ağırbaşlı, statükocu bir retorik ya da tahakküm
göremezsiniz onun… Misal, Yaşar Nabi bir 15-20 sene kadar uğraşmış Sait
Faik’le, her numarayı denemiş Sait Faik’i statükocu yapmaya çalışmış ama
becerememiş. Sait Faik’in ölümünden sonra, Sait Faik’in adına düzenlenen
yarışmalarda bir ton edebiyat ödülü verilmiş, evi müzeleşmiş, bir yığın ‘olur
olmaz’ inceleme yazısı yazılmış falan… Ama bunların hiçbiri de Sait Faik
isminin edebiyat ortamındaki ‘insancıl’ algısını statükocu yönde
değiştirememiş. Yani, becerememişler Sait Faik’in insanlığını değiştirmeyi,
onun insanlığıyla oynamayı… İşte bu durum, yani ta o günlerden bugünlere uzanan
statükocu odakların Sait Faik algısını yönetemeyişleri, Sait Faik’i çok önemli
ve eşsiz kılıyor. Sana ilginç bir soru sormak istiyorum: Bir adada doğmuş
olsaydın, adalı olsaydın, adadan gitmeyi, kurtulmayı, göç etmeyi düşünür
müydün?
M. Ç.: ‘Adalı’
ya da kendimi ait hissettiğim başka bir ‘yerli’ olsaydım, o yerin taşı, toprağı
elbet benim için özel olurdu. Yaşamak için ait hissetmek önemlidir lakin tek
başına yeterli değildir. Siz her ne kadar ait hissetseniz de herkesin sizi
öldüresiye kovaladığı, sizinle birlikte yaşamak istemediği bir adada, ne yazık
ki göçe zorlanırsınız. Huzur aramak, huzurla yaşamayı istemek insanidir. İnsani
olan, eğer bir insansanız, sahicidir. ‘Çalmayan Şiir’in ‘Köstekbüken’
bölümü ‘sahicilikle ulan’ şiiriyle açılıyor. ‘Sahicilikle’ Zafer Yalçınpınar
için bir imza aynı zamanda. Sahicilik üzerine neler söylenebilir?
ya da kendimi ait hissettiğim başka bir ‘yerli’ olsaydım, o yerin taşı, toprağı
elbet benim için özel olurdu. Yaşamak için ait hissetmek önemlidir lakin tek
başına yeterli değildir. Siz her ne kadar ait hissetseniz de herkesin sizi
öldüresiye kovaladığı, sizinle birlikte yaşamak istemediği bir adada, ne yazık
ki göçe zorlanırsınız. Huzur aramak, huzurla yaşamayı istemek insanidir. İnsani
olan, eğer bir insansanız, sahicidir. ‘Çalmayan Şiir’in ‘Köstekbüken’
bölümü ‘sahicilikle ulan’ şiiriyle açılıyor. ‘Sahicilikle’ Zafer Yalçınpınar
için bir imza aynı zamanda. Sahicilik üzerine neler söylenebilir?
Z. Y.: Ece Ayhan
kitaplarını ‘sahicilikle’
ibaresini koyarak imzalıyor… Ece Ayhan’ın yaşamındaki iktidar ve gaddarlık
karşıtı duruş, onun yaşamındaki uzlaşımsız ve pür sahicilik beni çok
etkilemiştir. İktidara ve gaddarlığa karşı direnecekseniz eğer, aynı anda
yalana da direneceksiniz demektir. Belirleyici ve aşkın bir zorunluluktur bu…
Bir tür hijyen faktör, olmazsa olmaz… Bazı şair ve yazarların yaşamının, kişiliğinin
temel belirleyicisi ‘yalandan sakınmak’tır. 2000’lerin başından 2012’ye kadar
satır satır takip ettiğim bazı edebiyat tartışmalarında, neredeyse milyonlarca
‘yalan’ gördüm. Hatta, bu dediğime inanmayacaksın ama bir kuşak, saçlarının
telinden ayak tırnaklarına kadar yalana, hileye ve aldatmacaya dolanmıştır.
Koca bir kuşağın her zerresi, her kelimesi, her bileşeni yalandır. Yani, bir
kuşağın kanon benzeri duruşu, ‘sözde’ birlikteliği, ‘yalan’, ‘retorik
arsızlığı’ ve ‘hilebazlık’ tezgâhında kurulmuş. Hem kendilerine hem de diğer
insanlara yalan söyleyerek tezgâhlarını idame ettirebiliyorlar. Yalan, onların
davranışlarında süreğen bir ‘el yordamı’, bir meziyet, bir meslek haline
gelmiş. Yaşamın ve şiirin özünü bozan bir şeydir yalan… Buna ‘haksızlık tohumu’
da diyebiliriz. Geleceği zehirleyen sinsi bir şey, iğrenç bir şey…
kitaplarını ‘sahicilikle’
ibaresini koyarak imzalıyor… Ece Ayhan’ın yaşamındaki iktidar ve gaddarlık
karşıtı duruş, onun yaşamındaki uzlaşımsız ve pür sahicilik beni çok
etkilemiştir. İktidara ve gaddarlığa karşı direnecekseniz eğer, aynı anda
yalana da direneceksiniz demektir. Belirleyici ve aşkın bir zorunluluktur bu…
Bir tür hijyen faktör, olmazsa olmaz… Bazı şair ve yazarların yaşamının, kişiliğinin
temel belirleyicisi ‘yalandan sakınmak’tır. 2000’lerin başından 2012’ye kadar
satır satır takip ettiğim bazı edebiyat tartışmalarında, neredeyse milyonlarca
‘yalan’ gördüm. Hatta, bu dediğime inanmayacaksın ama bir kuşak, saçlarının
telinden ayak tırnaklarına kadar yalana, hileye ve aldatmacaya dolanmıştır.
Koca bir kuşağın her zerresi, her kelimesi, her bileşeni yalandır. Yani, bir
kuşağın kanon benzeri duruşu, ‘sözde’ birlikteliği, ‘yalan’, ‘retorik
arsızlığı’ ve ‘hilebazlık’ tezgâhında kurulmuş. Hem kendilerine hem de diğer
insanlara yalan söyleyerek tezgâhlarını idame ettirebiliyorlar. Yalan, onların
davranışlarında süreğen bir ‘el yordamı’, bir meziyet, bir meslek haline
gelmiş. Yaşamın ve şiirin özünü bozan bir şeydir yalan… Buna ‘haksızlık tohumu’
da diyebiliriz. Geleceği zehirleyen sinsi bir şey, iğrenç bir şey…
Yalana
karşı, sahici olanı seçebilmeli insan… ‘Sahi’ de mükemmel değil, ama yalandan
kat be kat durudur, özüttür, yol göstericidir. Ve şiirseldir de… Şimdi,
‘sahi’ dediğimiz şeyi, göremediğimiz, denizin altında, derinliklerde yüzen bir
balık olarak düşünelim. Bu balığa ‘sıkı şiir’ diyebiliriz. Misal, siz de bir
balıkçı olun ve ona ulaşmaya, onunla bağ kurmaya, onun dilini öğrenmeye, onu
keşfetmeye çalışın: Ama sürekli bir ‘köstekbüken’ balığı çıkıyor karşınıza,
sürekli oltanızı dolandırıyor, sürekli dönüyor, sürekli sizi yanıltıyor ve siz
‘sahi’ye ulaşamıyorsunuz. ‘Sahi’ye ulaşmanız için gereken araçları ve dili
bozuyor, oltanızın duruşunu ve titreşimlerini bozuyor bu ‘köstekbüken’ balığı…
Yalancılar ve hiledarlar, ‘köstekbüken’ balığına benziyorlar. İnsanlığın
hakikate ulaşmasını engelliyorlar. Hatta, bir süre sonra insanlık, hakikati
aramaktan vazgeçiyor… Sıkı şiire giden
yol ‘sahi’den geçer. Bu yolun tasavvufi bir düzlemi, berraklığı olduğunu bile
söyleyebiliriz. Şimdi, bir tuhaf soru daha sorayım sana; ‘öfke’ dediğimiz şey,
sence, diğer duygulardan daha açık, pürüzsüz ve nihayetinde ‘sahici’ bir duygu
olarak nitelendirilebilir mi?
karşı, sahici olanı seçebilmeli insan… ‘Sahi’ de mükemmel değil, ama yalandan
kat be kat durudur, özüttür, yol göstericidir. Ve şiirseldir de… Şimdi,
‘sahi’ dediğimiz şeyi, göremediğimiz, denizin altında, derinliklerde yüzen bir
balık olarak düşünelim. Bu balığa ‘sıkı şiir’ diyebiliriz. Misal, siz de bir
balıkçı olun ve ona ulaşmaya, onunla bağ kurmaya, onun dilini öğrenmeye, onu
keşfetmeye çalışın: Ama sürekli bir ‘köstekbüken’ balığı çıkıyor karşınıza,
sürekli oltanızı dolandırıyor, sürekli dönüyor, sürekli sizi yanıltıyor ve siz
‘sahi’ye ulaşamıyorsunuz. ‘Sahi’ye ulaşmanız için gereken araçları ve dili
bozuyor, oltanızın duruşunu ve titreşimlerini bozuyor bu ‘köstekbüken’ balığı…
Yalancılar ve hiledarlar, ‘köstekbüken’ balığına benziyorlar. İnsanlığın
hakikate ulaşmasını engelliyorlar. Hatta, bir süre sonra insanlık, hakikati
aramaktan vazgeçiyor… Sıkı şiire giden
yol ‘sahi’den geçer. Bu yolun tasavvufi bir düzlemi, berraklığı olduğunu bile
söyleyebiliriz. Şimdi, bir tuhaf soru daha sorayım sana; ‘öfke’ dediğimiz şey,
sence, diğer duygulardan daha açık, pürüzsüz ve nihayetinde ‘sahici’ bir duygu
olarak nitelendirilebilir mi?
M. Ç.:
Bu noktada duyguların sahiciliklerine onları sınıflaştırarak, ayrıştırarak
ulaşabileceğimizi düşünmüyorum. Her duyguyu kendi özünde, olduğu gibi
kabullenip öyle anlamaya çalışmak gerekir. Köstekbüken balığını herhangi bir
duygu olarak ele alalım. Bir şekilde var olmuş, sürekli dönüyor, oltayı
dolandırıyor ve öfkeleniyoruz. Çünkü sıkı şiire ulaşmalıyız. Onu elimize alıp
didik didik etmeliyiz. Öğrenmeliyiz onun tüm organlarını. Üstüne pişirip
yemeliyiz belki de. Peki ya biz kimiz? Avcı mı şair mi? Sıkı şiir de ‘Köstekbüken’
de, biz de neysek oyuz. Ve her
duygumuz sahici. Sahici olmayan, mutluyken kızgın görünmek ya da üzgünken
gizlemek gözyaşlarını… Sahici olmayan, balıkların derindeki gizleri, geçmiş
izleri değil. Diyelim ki tuttuk sıkı şiiri, çektik oltayı ve son nefesinde
gizini bizimle paylaştı: Bir şey söylemek yerine, yüzümüze tüküreceğinden
eminim. Ben sahiciliği kelimelerde bulabileceğimiz bir çağda yaşadığımızı
sanmıyorum. Etrafına bak, her şeye bak, insan hariç; her şeyi duy, insan
hariç: Böyle bir hal aldık. Biz bu savaşta sokakları bir içdenize
döndüreceksek ve sahici olacaksa dalgaları, o gün insanlar susarak
yüzeceklerdir. Sıkı şiir olup gizleneceğiz, ‘Köstekbüken’ gibi döneceğiz
eksenimiz etrafında. Bir arada yaşamayı öğrenmediğimiz sürece, bunun savaşını vermeyi
bir kenara bırak, tüm güzel insanlarımızla, odalarımıza sıkışıp sinir krizleri
geçirmeye, birbirimize sövmeye devam edeceğiz, birileri parselini tüm
açgözlülüğüyle genişletmeye devam ederken. “Kalın ve büyük mühendislere karşı/başlar
ince hesaplı bir yağmur/en eski dostumdur/bir içdenize çevirir sokağı”
kitabındaki bu dizeleri sen hangi duygudurumla yazdın da ben ta kalbimin
ortasından okudum?
Bu noktada duyguların sahiciliklerine onları sınıflaştırarak, ayrıştırarak
ulaşabileceğimizi düşünmüyorum. Her duyguyu kendi özünde, olduğu gibi
kabullenip öyle anlamaya çalışmak gerekir. Köstekbüken balığını herhangi bir
duygu olarak ele alalım. Bir şekilde var olmuş, sürekli dönüyor, oltayı
dolandırıyor ve öfkeleniyoruz. Çünkü sıkı şiire ulaşmalıyız. Onu elimize alıp
didik didik etmeliyiz. Öğrenmeliyiz onun tüm organlarını. Üstüne pişirip
yemeliyiz belki de. Peki ya biz kimiz? Avcı mı şair mi? Sıkı şiir de ‘Köstekbüken’
de, biz de neysek oyuz. Ve her
duygumuz sahici. Sahici olmayan, mutluyken kızgın görünmek ya da üzgünken
gizlemek gözyaşlarını… Sahici olmayan, balıkların derindeki gizleri, geçmiş
izleri değil. Diyelim ki tuttuk sıkı şiiri, çektik oltayı ve son nefesinde
gizini bizimle paylaştı: Bir şey söylemek yerine, yüzümüze tüküreceğinden
eminim. Ben sahiciliği kelimelerde bulabileceğimiz bir çağda yaşadığımızı
sanmıyorum. Etrafına bak, her şeye bak, insan hariç; her şeyi duy, insan
hariç: Böyle bir hal aldık. Biz bu savaşta sokakları bir içdenize
döndüreceksek ve sahici olacaksa dalgaları, o gün insanlar susarak
yüzeceklerdir. Sıkı şiir olup gizleneceğiz, ‘Köstekbüken’ gibi döneceğiz
eksenimiz etrafında. Bir arada yaşamayı öğrenmediğimiz sürece, bunun savaşını vermeyi
bir kenara bırak, tüm güzel insanlarımızla, odalarımıza sıkışıp sinir krizleri
geçirmeye, birbirimize sövmeye devam edeceğiz, birileri parselini tüm
açgözlülüğüyle genişletmeye devam ederken. “Kalın ve büyük mühendislere karşı/başlar
ince hesaplı bir yağmur/en eski dostumdur/bir içdenize çevirir sokağı”
kitabındaki bu dizeleri sen hangi duygudurumla yazdın da ben ta kalbimin
ortasından okudum?
Z.Y.: Hemen
düzelteyim; balık-olta-balıkçı eğretilemesini insanın kendi özünde olana
ulaşmaya çalışması, özünü araması yönünde ifade ettim. Avcılık değildi kastım.
Avcı mıyız, şair miyiz sorunsalı da hiç yakınsamak istemediğim bir nokta.
Maalesef, dil aracılığıyla düşünüyoruz, tüm somutlamalarımız ve
soyutlamalarımız dilin ürünüdür.
düzelteyim; balık-olta-balıkçı eğretilemesini insanın kendi özünde olana
ulaşmaya çalışması, özünü araması yönünde ifade ettim. Avcılık değildi kastım.
Avcı mıyız, şair miyiz sorunsalı da hiç yakınsamak istemediğim bir nokta.
Maalesef, dil aracılığıyla düşünüyoruz, tüm somutlamalarımız ve
soyutlamalarımız dilin ürünüdür.
Dilbilimde de
benzer bir örnek vardır. Olaylar, görüngüler, şeyler ile o olayların,
görüngülerin ve şeylerin anlamı arasındaki ipe ‘dil’ deniliyor. Anlama ulaşmak
zor. Ben, ‘balık-olta-balıkçı’ diyerek bunu eğretilemeye çalıştım. Şimdi,
insanlık, senin de ifade ettiğin gibi kelimeleri birer dolantı biçiminde
kullanmaya başlayınca ve ‘dil’ dediğimiz düzenekte ‘ipin ucu’ tam anlamıyla
‘kaçınca’, geriye retorikler çöplüğü diyebileceğimiz bir yığın kalıyor.
Çaparize olmuş bir insanlık… Sokak levhalarının -üstelik sonsuz sayıda-
yanlış yerleri gösterdiğini düşün ya da yol bulmak için kullandığın bir
haritanın tamamıyla, baştan sona yanlış yeri gösterdiğini düşün. Dahası,
vardığın yerin aradığın yer olduğuna etinle kanınla inandığını, ama hakikatte
böyle bir sonucun olmadığını düşün… Sokaksız bir sokakta yaşadığını düşün.
Bunun gibi, falanca… Ama tabiî haklısın da. Eğretileme tam oturmadı, oturmuyor
ifade etmek istediğime. Neyse…
benzer bir örnek vardır. Olaylar, görüngüler, şeyler ile o olayların,
görüngülerin ve şeylerin anlamı arasındaki ipe ‘dil’ deniliyor. Anlama ulaşmak
zor. Ben, ‘balık-olta-balıkçı’ diyerek bunu eğretilemeye çalıştım. Şimdi,
insanlık, senin de ifade ettiğin gibi kelimeleri birer dolantı biçiminde
kullanmaya başlayınca ve ‘dil’ dediğimiz düzenekte ‘ipin ucu’ tam anlamıyla
‘kaçınca’, geriye retorikler çöplüğü diyebileceğimiz bir yığın kalıyor.
Çaparize olmuş bir insanlık… Sokak levhalarının -üstelik sonsuz sayıda-
yanlış yerleri gösterdiğini düşün ya da yol bulmak için kullandığın bir
haritanın tamamıyla, baştan sona yanlış yeri gösterdiğini düşün. Dahası,
vardığın yerin aradığın yer olduğuna etinle kanınla inandığını, ama hakikatte
böyle bir sonucun olmadığını düşün… Sokaksız bir sokakta yaşadığını düşün.
Bunun gibi, falanca… Ama tabiî haklısın da. Eğretileme tam oturmadı, oturmuyor
ifade etmek istediğime. Neyse…
“kalın ve büyük mühendislere karşı/ başlar ince
hesaplı bir yağmur/en eski dostumdur/bir içdenize çevirir sokağı” dizelerini yağmurlu bir günde yazmıştım. Yağmur ve
su, akışkandır. Dünyanın en becerikli inşaat mühendisleri, yıllarca akışkanlar
mekaniği üzerine çalışanlar bile, yağmurun inceliğini, yaşamsallığını,
zamanlamasını, devinimini ‘hatasız’ olarak modelleyemez. Kütlesel, mekanik
düşünmenin ahmaklığı diyelim buna. Ve en donanımlı, en iyi tasarlanmış sokakta
bile büyük su birikintileri oluşabilir. Bu dizelerimde akışkan olan, sürekli
biçim değiştiren bir devinimi, kütlesel, katı, ölümcül bir durağanlık ile
savaştırmak, morfolojik olarak karşı karşıya getirmek istemiştim… En azından,
bu karşıtlığı işaret etmeye yeltendim, diyebiliriz.
hesaplı bir yağmur/en eski dostumdur/bir içdenize çevirir sokağı” dizelerini yağmurlu bir günde yazmıştım. Yağmur ve
su, akışkandır. Dünyanın en becerikli inşaat mühendisleri, yıllarca akışkanlar
mekaniği üzerine çalışanlar bile, yağmurun inceliğini, yaşamsallığını,
zamanlamasını, devinimini ‘hatasız’ olarak modelleyemez. Kütlesel, mekanik
düşünmenin ahmaklığı diyelim buna. Ve en donanımlı, en iyi tasarlanmış sokakta
bile büyük su birikintileri oluşabilir. Bu dizelerimde akışkan olan, sürekli
biçim değiştiren bir devinimi, kütlesel, katı, ölümcül bir durağanlık ile
savaştırmak, morfolojik olarak karşı karşıya getirmek istemiştim… En azından,
bu karşıtlığı işaret etmeye yeltendim, diyebiliriz.
M. Ç.: Bu açıklamadaki dilbilimsel göstergelerin
sağlıklı bir iletişim kurabilmenin koşut öğeleri olduğu açık. Ne yazık ki
eğitim sistemimizde dilbilim yok. Peki şiirde tam olarak nereye oturuyor?
Okur şairin ne demek istediğini anlamalı mı, tam anlamıyla anlayabilir mi?
Yoksa şiirde imgelem dediğimiz olay, kişinin kendinde yarattığı sonsuz tahayyül
yeterli değil mi sanat için? Sanıyorum burada akım ayrılıkları ortaya çıkıyor.
Bu sorularla birlikte cevaplamanı istiyorum: Şiiri, şairi yazdıklarıyla
yargılamak mümkün mü? Şiiri, şairi balık edip avlamak hak mı, kâr mı statükoya?
sağlıklı bir iletişim kurabilmenin koşut öğeleri olduğu açık. Ne yazık ki
eğitim sistemimizde dilbilim yok. Peki şiirde tam olarak nereye oturuyor?
Okur şairin ne demek istediğini anlamalı mı, tam anlamıyla anlayabilir mi?
Yoksa şiirde imgelem dediğimiz olay, kişinin kendinde yarattığı sonsuz tahayyül
yeterli değil mi sanat için? Sanıyorum burada akım ayrılıkları ortaya çıkıyor.
Bu sorularla birlikte cevaplamanı istiyorum: Şiiri, şairi yazdıklarıyla
yargılamak mümkün mü? Şiiri, şairi balık edip avlamak hak mı, kâr mı statükoya?
Z. Y.: Sanat
alanındaki dilsel öğelerin dağılımı, felsefe ve mantık alanındaki dağılımdan
çok daha serbest ve uç noktalardan oluşuyor… Bu uç noktalar, dilin sınırlarını
ve olasılıklar uzayını sürekli genişletiyor. Böylesi bir imkânın tek çekirdeği
de tahayyül gücüdür. Tahayyül ile gerçeğin arasındaki ilişki biçimlerinin
sonsuz çeşitlenmesi… Şiirdir, şiirsel yüktür bu! Hatta, Wittgenstein, “Felsefe, şiir diliyle yazılmalıydı”
diyor. Bu ifadeyi imgesel alan derinliğinin genişlemesi, mümkünler uzayının,
mantık uzayının büyümesi umuduyla söylüyor, sanırım… Şiirde kararlı, tutarlı ya
da bilindik imgelerin, dizelerin, ses uyumlarının -yani her türlü ‘güvenli
limanın’ yanında- ‘rastlantısallık’ önem kazanıyor. Oktay Rifat bir romanında “Rastlantı bizden akıllıdır.” der. Nâzım
Hikmet’ten Cemal Süreya’ya kadar uzanan bir kavrama güvenerek söylüyor bunu: Şiirsel
yük… Ancak, statükocuların avlanma
yöntemi, insanı yönetme ve yönlendirme biçimi bu önemli meselelerden, geleceği
var kılan bu söylemlerden ayrıdır. Statükocular, insanın içindeki egosantrik
öğeleri bulurlar ve onlarla oynarlar, o öğeler üzerinden insanı yemlemeye
çalışırlar, o öğeler üzerine piyasacı, rekabetçi ve kapitalist menfaat-rant
ilişkileri inşa ederler. Egosantrik öğeleri besleyici enstrümanlar, markalar,
mülki ve mali yollar geliştirirler. İnsanı insanlıktan çıkarırlar. Bir de
bakmışsınız “ödüllü şairler” dediğimiz göz alıcı bir eşya, marka yaratılmış…
Bir de bakmışsınız o marka, podyumlarda, televizyonlarda, her yerde “Ben dünya
güzeliyim” diyerek kırıtıyor. Üstelik tüm bunlar da şiir, edebiyat, sanat adına
icra ediliyor falan… Hâlbuki insanın, sahici insanlığını ilerletebilmesi için
öncelikle “içindeki hiç” nirengisini bilmesi gereklidir. Anladığım kadarıyla
‘içindeki hiç’ adlı şiirimi sevdin, beğendin… Zihninde neler canlandı? Bak,
dikkatini çekiyorum, “ne anladın?” diye sormuyorum, “gözünün önünde neler
belirdi?” diye soruyorum. Gözünün önünde beliren o şeyler “nasıl belirdi?”
alanındaki dilsel öğelerin dağılımı, felsefe ve mantık alanındaki dağılımdan
çok daha serbest ve uç noktalardan oluşuyor… Bu uç noktalar, dilin sınırlarını
ve olasılıklar uzayını sürekli genişletiyor. Böylesi bir imkânın tek çekirdeği
de tahayyül gücüdür. Tahayyül ile gerçeğin arasındaki ilişki biçimlerinin
sonsuz çeşitlenmesi… Şiirdir, şiirsel yüktür bu! Hatta, Wittgenstein, “Felsefe, şiir diliyle yazılmalıydı”
diyor. Bu ifadeyi imgesel alan derinliğinin genişlemesi, mümkünler uzayının,
mantık uzayının büyümesi umuduyla söylüyor, sanırım… Şiirde kararlı, tutarlı ya
da bilindik imgelerin, dizelerin, ses uyumlarının -yani her türlü ‘güvenli
limanın’ yanında- ‘rastlantısallık’ önem kazanıyor. Oktay Rifat bir romanında “Rastlantı bizden akıllıdır.” der. Nâzım
Hikmet’ten Cemal Süreya’ya kadar uzanan bir kavrama güvenerek söylüyor bunu: Şiirsel
yük… Ancak, statükocuların avlanma
yöntemi, insanı yönetme ve yönlendirme biçimi bu önemli meselelerden, geleceği
var kılan bu söylemlerden ayrıdır. Statükocular, insanın içindeki egosantrik
öğeleri bulurlar ve onlarla oynarlar, o öğeler üzerinden insanı yemlemeye
çalışırlar, o öğeler üzerine piyasacı, rekabetçi ve kapitalist menfaat-rant
ilişkileri inşa ederler. Egosantrik öğeleri besleyici enstrümanlar, markalar,
mülki ve mali yollar geliştirirler. İnsanı insanlıktan çıkarırlar. Bir de
bakmışsınız “ödüllü şairler” dediğimiz göz alıcı bir eşya, marka yaratılmış…
Bir de bakmışsınız o marka, podyumlarda, televizyonlarda, her yerde “Ben dünya
güzeliyim” diyerek kırıtıyor. Üstelik tüm bunlar da şiir, edebiyat, sanat adına
icra ediliyor falan… Hâlbuki insanın, sahici insanlığını ilerletebilmesi için
öncelikle “içindeki hiç” nirengisini bilmesi gereklidir. Anladığım kadarıyla
‘içindeki hiç’ adlı şiirimi sevdin, beğendin… Zihninde neler canlandı? Bak,
dikkatini çekiyorum, “ne anladın?” diye sormuyorum, “gözünün önünde neler
belirdi?” diye soruyorum. Gözünün önünde beliren o şeyler “nasıl belirdi?”
M.Ç.: Kitabın son
bölümündeki tek şiir: ‘içindeki hiç’. Aslına bakarsan bölümün adındaki ‘sonu’yu
aynı zamanda ‘sunu’ olarak algılıyorum. Öyle ki kitabın girişine de koysan olur
tam göbeğine de sonuna da. Burada ikinci tekil şahsa yönelen bir dil var, bu
dil okuru daha da içine çekmeye başlıyor ve yazarla aynı anda karşı karşıya ya
da yan yana duyuyor, görüyor, özümsüyorsun. Bir yol haritası, fazlası bir yol
var bu şiirde. Yaşam gibi, insanı alıp sürükleyen… Bu şiiri bu söyleşimizin de
yanında bir bildiri olarak yayımlamak gerekiyor diye düşünüyorum. Bu şiirin
özelinden tüm kitabı genellemek mümkün… Gözümün önünde gökyüzü beliriyor,
uçsuz bucaksız bir orman deniz kıyısında ve ağaçları yıkmaya çalışan maymun
suratlı insanlar beliriyor. Ve ben içimdeki hiçe lanet ediyorum! Son olarak
denizaltı bildirgesi üzerine konuşalım istiyorum: “Yeni yer yoktur” (Oruç Aruoba); Yeraltı bitmiştir; yeryüzü bitmiştir;
yol denizin altındadır; şiir denizin altındadır.” diyorsunuz. Ben denizaltı
edebiyatını bir başka açıdan bittiği yerden başlayan, yeraltıyla yerüstünü bir
araya getiren bir alan olarak yorumluyorum. Su yaşamdır, yaşam şiirdir. Geriye
kalan her şey ama her şey yaşama dâhildir. Bu bakış açısı üzerine sen neler
söylersin?
bölümündeki tek şiir: ‘içindeki hiç’. Aslına bakarsan bölümün adındaki ‘sonu’yu
aynı zamanda ‘sunu’ olarak algılıyorum. Öyle ki kitabın girişine de koysan olur
tam göbeğine de sonuna da. Burada ikinci tekil şahsa yönelen bir dil var, bu
dil okuru daha da içine çekmeye başlıyor ve yazarla aynı anda karşı karşıya ya
da yan yana duyuyor, görüyor, özümsüyorsun. Bir yol haritası, fazlası bir yol
var bu şiirde. Yaşam gibi, insanı alıp sürükleyen… Bu şiiri bu söyleşimizin de
yanında bir bildiri olarak yayımlamak gerekiyor diye düşünüyorum. Bu şiirin
özelinden tüm kitabı genellemek mümkün… Gözümün önünde gökyüzü beliriyor,
uçsuz bucaksız bir orman deniz kıyısında ve ağaçları yıkmaya çalışan maymun
suratlı insanlar beliriyor. Ve ben içimdeki hiçe lanet ediyorum! Son olarak
denizaltı bildirgesi üzerine konuşalım istiyorum: “Yeni yer yoktur” (Oruç Aruoba); Yeraltı bitmiştir; yeryüzü bitmiştir;
yol denizin altındadır; şiir denizin altındadır.” diyorsunuz. Ben denizaltı
edebiyatını bir başka açıdan bittiği yerden başlayan, yeraltıyla yerüstünü bir
araya getiren bir alan olarak yorumluyorum. Su yaşamdır, yaşam şiirdir. Geriye
kalan her şey ama her şey yaşama dâhildir. Bu bakış açısı üzerine sen neler
söylersin?
Z.Y.: O bildirinin
tarihi 2009’dur. Endüstrileşmeye, kurumsallaşmaya başlayan tüm edebî türlere ve
bu türlerin metasından nemalananlara karşı bir ‘reddiye’ olarak kaleme almıştım
Denizaltı Edebiyatı’nı… Ortaya koyduğun bakış açısına katılıyorum. Bahsettiğin
bileşkeyle birlikte, birkaç şeyin kesişiminin veya uzlaşısının değil de
bizatihi ‘kıyı’nın kendisinin yaşam olarak, şiir olarak ele alınması, yaşamın
böylesi bir poetikayla okunması, kurulması gerekiyor… Ece Ayhan imkânsızın
diliyle yazarken, yani imkânların sınırlarını, kıyılarını genişletirken şu
büyük soruyu sormuştur tüm insanlığa: “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl
kurulur abiler?” Bunun peşindeyiz, takipçisiyiz içdenizlerimizde,
içdenizlerimizle… Omuz omuza… Bu sağlam muhabbet için sana ne kadar teşekkür
etsem azdır.
tarihi 2009’dur. Endüstrileşmeye, kurumsallaşmaya başlayan tüm edebî türlere ve
bu türlerin metasından nemalananlara karşı bir ‘reddiye’ olarak kaleme almıştım
Denizaltı Edebiyatı’nı… Ortaya koyduğun bakış açısına katılıyorum. Bahsettiğin
bileşkeyle birlikte, birkaç şeyin kesişiminin veya uzlaşısının değil de
bizatihi ‘kıyı’nın kendisinin yaşam olarak, şiir olarak ele alınması, yaşamın
böylesi bir poetikayla okunması, kurulması gerekiyor… Ece Ayhan imkânsızın
diliyle yazarken, yani imkânların sınırlarını, kıyılarını genişletirken şu
büyük soruyu sormuştur tüm insanlığa: “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl
kurulur abiler?” Bunun peşindeyiz, takipçisiyiz içdenizlerimizde,
içdenizlerimizle… Omuz omuza… Bu sağlam muhabbet için sana ne kadar teşekkür
etsem azdır.
Müslüm Çizmeci, 87 Türkiye doğumlu, insan, kalem kullanabiliyor. Alfabeyle karmaşık bir ilişkisi, şimdiye dek yayımlanmış bir şiir kitabı var. Lethe Kitap’ta kurucu işçi. Hayalsever, hayvanperest, fanzinkolik.