Bilinç akışı dedikleri şey aslında bilinçsiz bir akıştır; anlamış olmalıyım artık. Çıktığım o sahnede, bilmem kaç bin kişinin alkışladığı zirvedeki adam,ben; her birinin gözlerine bakmak istemiştim. Bu sahne ne zamandır buradaydı? Dört dakika; kulaklıklarımdaki şarkı çalmaya başladığından beri… Ne zaman takmıştım kulaklıklarımı? Yedi dakika; otobüse bindiğimden beri. Yolculuğa ne zaman başlamıştım peki? Yirmi küsur yıl; doğduğum günden beri…
Yol dedikleri şey, yola koyduklarının kaybıdır, anlamıştı… Annesinden evsiz, babasından göçebeydi. Bu yüzden onların evlatları değildi. Bunu anladığı o ilk gün; yazın adım atılacak yer kalmayıp kışın sakinleşen o alabildiğine uzun ve boş sahilde, hayatını adayacak bir şeyler aradığı o yaşlarda, bir ideal yarattı kendine; bir icat: “Varsayım Projesi”… Nasıl yapacağını bilmiyordu; bir makine ya da sağlam bir hipnoz yöntemi. Kağıt üstündeki hayatı nasıl giderse gitsin, varoluşunun doktorasını bununla yapacaktı.
Bu muhtemel yöntemlerden biri ya da birkaçını uygulayarak transa soktuğu insanlara, kendi hayatlarına göre düşünebildikleri en kötü ihtimalleri yaşatacaktı zihinlerinde. Kaybetmekten korktukları ne varsa kaybettirecek, başlarına gelmesinden çekindikleri her şeyi yaşatacaktı onlara. Travmaların eşiğine dek sürdüreceği işlemlerden sonra kırılma noktasına bir adım kala trans bitecekti. Bir travmaya gerek yoktu ya da bir kırılma noktasına zira reel hayatın en büyük travması, asla olmayacak plan ve hayallerin parçalanmış illüzyonlarıydı. Biriktirdiği illüzyon kırıklarıydı zaten onu bu projeye iten. Biliyordu ki, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanların gezegenine, ciddi travmalar gerekirdi. Dünyayı kökten temizleyecek, magmadan yerkabuğuna dek milyon yıllık kirini sökebilecek en verimli deterjan, insanlara korkularını yaşatacak travmalardı. Sonrası çok güzeldi; sonrası süt liman… Korkusunu görmüş geçirmiş insanların korkusuz hayatlarına dönüşlerinin lezzeti hiçbir şeyde yoktu. Korkusunu görmüş insanların yeni korkulara da ihtiyaçları yoktu ve bunu yaşayan insanların sayısı, dünyanın mutlululuğuyla doğru orantılıydı.
Yıllar içinde büyüdü Varsayım Projesi fikri; kafasında ve hayatında yer etti. Önemli kaynaklardan hipnoz ve meditasyon tarihini öğrendi. Bütün bunları yaparken de sosyal hayata sus payı vermekteydi. İyi bir üniversitede iyi sayılabilecek bir bölüm okuyarak. Bu yüzden işine karışan yoktu, diplomasını alana kadar özgürlüğü yasaldı. Diploma denilen şey, özgürlüğün artık kural dışı olduğunu kanıtlayan bir belgeydi zaten; yalnızca bu kadar, herkes için…
Projesinden bahsetmedi kimseye; deli yerine konacağına adı gibi emindi. Hayır; adından daha da emindi. Bahsetmemişken bile yeterince deli yerine konuluyordu zaten. Ailesi bilmedi, sevgilileri ve dostları da. Gizliden gizliye kitaplar okuyor, araştırmalar yapıyor, kendi camiasında ünlü sayılan medyumlarla görüşüp ders alıyordu. Dünyanın kurtuluşu onun elindeydi, emindi. Doğruyu göstererek “gelin” diyen mitolojik bir peygamber değil, korkuyu göstererek “gidin” diyen reel bir peygamber olacaktı. Hayatın o kadar da kompleks yapılacak bir şey olmadığını kanıtladıktan sonra projesiyle birlikte kendisi de huzur içinde ölecekti. Ve nihayetinde kazanılacak birkaç saatlik huzur için bir ömür boyu hırsla yaşamalıydı; hayatın nankör kurallarında, adaletin başlayıp bittiği yer bu kadardı. Beş para etmez akademik makaleler gibi; söylenecek tek bir kıymetli cümle için sayfalarca laf kalabalığı yapmak; işte hayat!
Diplomadaki tarihin üzerinden sekiz yıl geçmişti. O güne dek planlar yaparak boşalttığı beyni, uzundur ilk kez böylesine dolmuş ve bilincinin dolu hali, ona kötü bir kabus gördürmüştü. Kabusun iyisi? Olur! Uyanılabilen kabuslar güzeldir. Bazıları ise hiç bitmez. O da biliyordu ki, yıllardır bir köşeye attığı nakit fikirler ve duygular birikmiş, devleşmiş ve ona büyük bir servet olarak dönmüşlerdi. Artık bilincinin altı, üstünün yapamadıklarını yapıyor, başkalarına yaşatmak istediği iyi niyetli kabusları ona yaşatıyordu. Aşklar, ayrılıklar, yollar, özlemler, aldatmalar, örselenen ama özlenen dostluklar, ölümler… Yeterince rol ve konu vardı. Birikmiş servetini kullanıyor ve kabuslarından “çok uzun metrajlı” filmler yapıyordu. Özlemle gururun çatıştığı ve hiçbirinin kazanmadığı kavuşmalar. Yüzü gitmiş hissi kalmış siyah beyaz hatıralar. Boşa çıkan ve içe kapanan kapılar. Festival tadındaki mahşerler ve dünyaya salladığı zülfikarlar. Tek kişilik ve milyon karakterlik perspektifler. Hiç olmayan ama hep sıkıştığı dar köşeler. Mavi taşlı havuzda cirit atan turuncu yengeçler… Saçlarının diplerinden sökülüp, dişlerin etlerinden ayrılıp paketlendiği rüyalar… İnce bacaklı, kalın gövdeli henüz yaratılmamış canlılar… Yüksek bütçeli kabuslar…
Yaşamak dedikleri bilincin altı ve üstünün bir savaşımıdır, anlamış olmalıydı artık. Çıktığı o yeşil tepede, aşağıda olmasını istediği kaç bin kişinin alkışladığı kendisi, bakacak bir göz bulamamıştı. Bakmadığı için… Ne zamandır buradaydı bu tepe? Sekiz dakika; dördüncü hapı gırtlağında kaydırdığından beri. İlk hapı ne zaman almıştı? Altmış dakika; uzandığı yerde gözlerinin hizasına sallanan hipnoz kolyesini astığından beri. Ne zaman başlamıştı illüzyon peki? Doğduğu günden beri…
-Uykun yok mu senin?
-Var, ama beni uyutmaya yetmez…
Tüm bunları yapmak için gerçekten çok iyi bir sebebi olmalı.
Ya da sebepsiz yapsın ki namına yakışır akli-dengeyi-yitirmişlik yerini bulsun. Zaten eninde sonunda Mevlana'ya bir rakip gerekecekti.
Yazılarını okurkenki keyfime diyecek yok.