Rachel Seiffert’in Türkçeye Yüz Kitap tarafından kazandırılan “Günün Sonu Yok” kitabı üzerine Ali Smith tarafından yazılmış ve Barış Cezar tarafından çevrilmiş olan bu inceleme ilk olarak ilk olarak 13 Mart 2004’te the Guardian’da yayımlanmıştır.
Rachel Seiffert’in büyük övgülere nail olan ilk romanı, The Dark Room (Karanlık Oda) tarihin nasıl kendini doğurduğunu inceliyordu. İlk bakışta birbiriyle alakasız gibi görünen üç kısmın her biri aslında bir anlamda kapıyı diğerlerine açıyordu: Birincisi tuhaf derecede hissizleşmiş bir çocuğun gözünden Nazilerin yükselişine şahitlik ediyor; bir grup perişan çocuğun savaşta yerle bir olmuş Almanya’yı boydan boya geçtikleri ikincisi savaşın getirdiği yıkımı gerçekçi bir şekilde ele alıyor; bir adamın ailesinin geçmişini kurcaladığı üçüncüsüyse şahsi ve siyasi gerçeklerin sarsıcı bir yeniden okuması işlevini görüyordu.
Seiffert’in ilk öykü derlemesi, Günün Sonu Yok’ta, tarihin çocukları gövde gösterisi yapıyor. “Kötünün İyisi”nde, yeni Berlin yakınlarında bir çiftlikte kuşkonmaz toplayarak üç beş kuruş kazanmaya çalışan Polonyalı mevsimlik işçi Ewa çocukluğunu ve “daha iyi bir yaşam umuduyla yaptıkları fedakârlıklar”ı düşünüyor. “Kolektifleştirme ve 1989 ruhu”nu ve “süpermarketlerle yapı marketleri yokken ülkenin neye benzediği”ni anımsıyor. Berlin’e yaptığı bir ziyarette, geçmişi, bugünü ve geleceği yemek yemeye parasının yetmediği restoranlara indirgeniyor: “Kuşkonmaz, kuşkonmaz. Patatesli ve tereyağlı. Domuz pastırmasına sarılı. İtalyan jambonunun yanında Alman kuşkonmazı. Bazılarının üstünde köyün, onun çalıştığı çiftliğin adı bile var.”
İlk öyküde, Martin nehrin suyunu kimyasal testlere tabi tutuyor: “Tarihi ve ticari olarak önemli bir su yolu değil, hatta güzel bile değil. Ama yine de endişe nedeni: Burada da, Martin’in ülkesinde de bu böyle, hatta orada daha da fazla; çünkü nehir, sınırın doğu tarafındaki kimya tesisini, batıdaki yoğun nüfuslu bir yerleşim merkezine bağlıyor.” Bu suda yüzen bir kadınla oğlunu görüyor. Adam, kadın ve çocuk arasındaki ilişki Seiffert’in yaralanabilirlik meselelerinden ne kadar iyi anladığını gösteriyor; daha sonra Martin beklediği sonuçları alamadığında da Seiffert yine güç, bilgi ve masumiyetin gizli zehirleyici yönleri hakkında da derin bir anlayış sergiliyor.
Küçük bir çocuk bir kumsalda ölü bir fok görür ve ilk defa ölümü idrak eder. Bir mimar depresyona girer, rüyalarında “ayaklarının altında ufalanan merdivenler” görür. Babasının evine dönüyor ve “Yatağın altı Meccano marka maket oyuncaklarla dolu olan eski odasında mimar kendini çok daha iyi hissediyor.” Çok büyük sonuçları olan bu ufak öyküde Seiffert aslında çağdaş bir musibeti tespit etmeyi başarıyor. Bu kısacık öykü, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’da yaşanan ekonomik büyüme, başarının yanında gelen derin keder, başarının kendisinin anlamsız ve dayanılmaz derecede hüzünlü olduğu bir nesil hakkında aslında. “Tentsmuir Kumsalı”nda gerçekte olan ise küçük çocuğun ölümün gözlerin artık olmaması anlamına geldiğini görmesidir. “Çocuk bakışlarını fokun gözlerinin olması gereken yerden kaçıramıyor. Fokun başının yanında parçalanmış bir delik var.”
Günün Sonu Yok bakma, izleme, inceleme; görmenin getirdiği mesafeyle dahil olmanın bileşimi üzerine kurulu. Kitaptaki öyküler yuvanın ne demek olduğu, kendimizi nerede gördüğümüz sorularına cevap arıyor. Bu öyküler çürümeye başlamış yaşamları ve güzel yaşamları inceliyorlar. Benliğin çocuk ve yetişkin halleri arasındaki bağlantı ve uyuşmazlıklara kafa yoruyorlar. Güveni sınıyorlar. Bağlantıları sınıyorlar; kırılgan ve asimetrik de olsa var olan bağlantılar kuruyorlar (hatta bazen öyküler arasında). Seiffert’in tekniği okuyucuyu aynı anda hem dışarı hem de içeri konumlandırıyor; cümlelerinin bilinçli basitliği, sadece ortada olanı iletmekten ibaretlermiş gibi görünmeleri karşınıza çıkan sonuç tablonun beklenmedik karmaşıklıkla olmasını sağlıyor. Daha yeteneksiz bir yazarda öykülerin tökezlemesine ve dilinin dolanmasına yol açabilecek yarım cümleler Seiffert’in elinde bir tür serbestiye ve kuvvete dönüşüyor.
Bu öyküler ilk bakışta yalın bir gerçekçiliğe sahip gibi görünüyor, ama yabancı ve egzotik gelen bir tuhaf yönleri de var. Kitabın neredeyse bir peri masalı diyebileceğimiz tek öyküsü, yaşlı bir arıcının kışın ortasında kapısında peydahlanan hasta bir çocuğa baktığı “Geç Gelen İlkbahar”da, diğer öykülerin derinliklerinde kendini hissettiren o lirizm açıkça yüzeye çıkıyor ve diğer öykülerin gizlemek için epey çaba harcadıkları klasik üslupsal zarafetiyle Seiffert’in ne kadar yetenekli olduğunu ortaya koyuyor. Muhteşem “Dik Açılı Sokak”ta, bir çiftin üç yaşındaki çocukları oturdukları sokaktan çıkmamak için ayak diretiyor. “Kadın ne zaman çıkmaz sokaktan çıksa çocuk ağlıyor. (…) Yürürlerse çocuğun kolları ve bacakları kaskatı kesiliyor. Bebek arabasında ağırlığını bir yandan bir yana veriyor.” Huzursuzluk gayet trajikomik ve dehşetengiz bir şekilde tırmanıyor. Öykünün sonu ise gerilim dolu. Modern paranoyalarımızın muhteşem –ve gayet alelade– bir örneği olan bu öykü üslup bakımından mükemmel.
Seiffert hem çok incelikli hem de çok cesur bir yazar. Tarihin çocukları için mutlu son diye bir şey yoktur kuşkusuz; Seiffert de bundan hiç ödün vermiyor. Kitap boyunca temel, idrak edilen ama dile getirilemeyen bir şeylere şahit olmanın, duyguyla hissizleşmişliğin, kırılgan umutlarla kaybın bir bileşimi bir his hâkim. Fakat Günün Sonu Yok’un kırılgan bir yanı kesinlikle yok, son derece güçlü kitap ve bizi muradımıza erdiriyor, zira öykülerin hepsi birbirinden iyi.