Şu günlerde dördüncü yıl dönümünü geride bıraktığımız Haziran direnişi, kadim Anadolu coğrafyasının başkaldırı tarihinde sahip olduğu önemi bir yana; yarattığı fikir ve eylem alanıyla siyasetten uzak bir neslin kendilerini ifade edebilmelerin de önünü açmış, sınıf siyasetinin yanında kimlik ve aidiyet gibi konuların da dile getirilebilmesine olanak sağlamıştı. Batı kökenli aydınlanmacı modelin Ortadoğu gelenekçiliği ile çatıştığı bir noktada kendi antik Orta Asya kültüründen de izler taşımayı başarabilen böylesi bir toplumun farklı katmanlarını ortak paydada buluşturan Haziran direnişini; aslında kökenleri Osmanlı’ya kadar uzanan bir ‘memnuniyetsizlik’ ortamının son temsilcisi olarak okumak mümkündür.
Pelin ile Başlayan Yolculuk
İlk kitabı Pelin ile bizleri edebi kulvarda fazla kurcalanmayan bir dönem olan doksanlar Taksim’inin yer altı heavy metal ortamlarına götüren Murat Arda, Pelin ile “genç kadın ve erkeklerin İslami hayat-laik hayat arasındaki sıkışmışlıklarını rockçı ve başıbozuk bir genç kadın karakteri üzerinden doksanlı yıllar Taksim gençliğini merkeze alarak” anlatmak istediğini ifade ediyor. Gezi’nin patlak vermesine yakın bir dönemde tamamlanan Pelin’i çıkarabilmek için yayınevi bulmak kendisi için de pek kolay olmamıştı. Çünkü Pelin’in henüz ayrışmamış iktidar-cemaat ortaklığını müstehzi bir tonla yeren satırları nedeniyle yayınevleri kitabı yayımlamaya yanaşmıyordu. Kitap nihayet raflarda yerini aldığı zaman, Gezi gençliği ile doksanların X kuşağı (ya da bizdeki tabiriyle Özal Gençliği) arasındaki benzer memnuniyetsizliğin kökenini incelememize olanak sağlamıştı.
Murat Arda ve “Pelin” Üzerine | Koray Sarıdoğan
Zaman Yolculuğu Tahayyülü
Yazarın ikinci kitabı ve asıl konumuz olan Taksim Bahçesi de Pelin’in izinden giderek yine bir Taksim anlatısını; bu defa 2013 Haziranı’nın direniş günleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi arasında bir zaman yolculuğu tahayyülüyle ele alarak; kendi deyişiyle “hayat tiyatrosunda sergilenen kötü bir piyesi yuhalama amacı” güdüyor. “Taksim Bahçesi’nde, kafası dumanlı bir büyülü gerçekçilik ile okuyucuyu geçmiş ile gelecek arasında entelektüel bir gel-git’e sürüklemeyi hedefledim” diyerek kitabın ana fikri üzerine ipuçları veriyor. Pelin, Irvine Welsh romanlarına benzer bir doksanlar bataklığı üzerinden aynı memnuniyetsizliğe sahip hayatlara tanık olmamızı sağlarken; Taksim Bahçesi, Gezi olayları vasıtasıyla üzerindeki ölü toprağını silkeleyen ‘Pelin’ gençliğinin olgunlaşması, kopuşu ve başkaldırışını temsil ediyor. Her iki kitabın iç tutarlılığının ve kullandıkları müşterek temsiliyetin Taksim Bahçesi’ni bir devam kitabı olarak okunabilmesine imkân tanıdığını söyleyebiliriz.
Murat Arda Kimdir?
“Yazar kitabının aynasıdır” diyerek yazarın kendisinden kısaca bahsetmekte fayda var. Murat Arda, doğma büyüme Beşiktaşlı. Delikasap Rock ‘n’ Roll mecmuası gibi Türkiye’nin ilk e-dergilerinden birini 2001 yılında faaliyete sokan bir isim. Bir yandan yeni kitaplar yazarken, bir yandan da yazdığı kitapların sinema versiyonu için çalışmalar yürütüyor. Delikasap, Beşiktaş JK kitap ve dergileri gibi çeşitli mecralarda yayıncılık ve yöneticilik serüvenleri de sürmekte. “On sekiz yaşıma kadar koyu dindar bir çocukluk ve ilk gençlik yaşadım” diyor. “İlk romanım Pelin’de o günlerin yansımalarını yoğun olarak görüyoruz”. Hayatı boyunca, kozmopolit İstanbul yaşantısının her anına tanık olmuş. Gerek Pelin, gerek Taksim Bahçesi bu çok katmanlı ve çok kültürlü şehir yaşamını bilmeyen kimseler için bile tutarlı bir deneyim imkânı sağlamakta.
Karakter Bolluğu ve Sokak Ağzı
Romanda bariz bir karakter bolluğu olduğu söylenebilir. Öncül karakter Erkin; kendini biber gazı bulutlarının Haziran gençliğinin ayaklarının üzerinden yükseldiği direnişin Gezi Parkı’ndan; şık beyefendilerin, levanten fahişelerin ve devrimci yiğitlerin fink attığı 1910’ların Taksim Bahçesi’ne doğru savrulup dururken buluyor. Erkin, her iki zamansal düzlemde her biri ince detaylarla süslenmiş farklı karakterlerle muhatap olurken; biz okuyucular da kitabın eskil ve ağdalı dilinin ağırlığıyla birlikte karakterleri anlamlandırmaya, çözmeye ve sokak dilini sindirmeye çalışıyoruz. Evet, romanın dizginleri kopmuşçasına dört nala koşturan azgın bir katır gibi işleyen kaba ve edepsiz dili kitabın içine girmeyi zorlaştırabilir. Kullandığı üslup hakkında Arda şu açıklamayı getiriyor: “Öfkemizi gerçek düşmana yönlendirmeliyiz. Salakça ve kısır tartışmalardan uzak durmalıyız. Edepsizlik, aşırılık ya da savaş, hayatın içinde var ve bununla yüzleşebilmenin yollarını aramalıyız.”
Romandaki sokak ağzının çiğliği her ne kadar gerçek hayatın yansıması olsa da kitaptaki öne çıkan karakterlerin büyük kısmının erkek olması ile yazarın kendi kimliğiyle oluşturduğu erkek bakış açısı, yazı dilinin cinsiyetçi okumalarını anlamlı ya da olağan kılabilir. Eğer kitap bir kadın ya da feminist gözüyle okunursa üslup göreceli olarak daha “hazmı zor” olacaktır. Peki bu hazımsızlık sorunu yazarın “yüzleşme” ile ilgili haklı arayışına ne derece arka çıkabilir? Edebiyatın, kardeş disiplin olan güzel sanatlar alanında olduğu gibi kendini okuyucunun siyasi, ideolojik ya da dünyevi görüşüyle bir tutma zorunluluğu olduğunu söylenemez. Buna karşın; örneğin fırça darbeleri kullanarak aşırılığı ve erkek libidosunu temsil eden bir tablo, göreceli olarak aynı temsiliyeti mürekkep darbeleriyle satırlarında kullanmış bir roman kadar –özellikle karşı cins veya cinsel tercihteki bireyler üzerinde- rahatsız edici bir etki yaratmamaktadır. (Çok aşırı örnekleri gene geniş bir kesimi rahatsız edebilir; ancak konumuz bu değil) Edebiyat ve yazın dünyasında kullanılan “dil” biçimi ve kullanılışı ile tek bir sözcükle bile olsa toplumsal infial yaratabilecek kudrettedir. 300 sayfalık bir kitabın tek bir cümlesi dört köşeli tuvale hapsolmuş bir tabloya göre daha vurucu bir etki bırakır. Bunu içimizdeki gizli muhafazakârlıkla mı, sözcüklerin imgeleri anlamlandırma işlevini aleni ve dolaysız gerçekleştirme kabiliyetiyle mi yoksa gündelik hassasiyetlerimizle mi açıklayabiliriz, bilemiyoruz. Ve zaten bu ancak daha uzun ve ayrı bir tartışmanın konusu olabilir.
Hayatın İçinden Tanıklıklar
Emile Zola, 1879’daki Carnets d’enquetes’lerinde “bilgilerimin kaynaklarına gelince, tümü de doğaldır: Gördüm, dinledim.”² diyordu. Taksim Bahçesi’ndeki karakterlerin kaynağının da gerçek hayattan ve bizzat yazarın deneyimlediği ve gözlemlediği ilişkilerden alındığını görüyoruz. Bu konuda Arda; “Tüm bu hayat katarındaki kozmik yolculuk esnasında, rockçı, deli, dinci ya da orospu; birçok arkadaş edindim” diyor. “Kendi gözlemlerim ve bu çılgın insanların çevrelerindeki tanıklıklar kitap karakterlerine hayat veriyor.”
Taksim Bahçesi, bu yönüyle fantastik bir zaman yolculuğu vasıtasıyla tarihsel gerçeklerden faydalanarak tanık olunan bir dönemi ampirik gözlemle inceleyebileceğimiz minik hayat hikâyelerine bölüştürmeye çalışıyor. Dickens kitabı okuduğumuzda Victoria dönemi Londra’sını ya da bir Scorsese filmi izlediğimizde New York’un çalkantılı hayatlarını nasıl tüm çıplaklığıyla gözlemleyebiliyorsak; Taksim Bahçesi de zamansal sınırlandırmaları yıkarak, algı kapılarının ötesinde bizi iki farklı boyutta vuku bulan benzer bir serüvene sürüklüyor.
Karakterlerin oluşturulmasında otobiyografik öğelerden faydalandığını da gizlemiyor Arda. “Erkin karakterinde yalnızca kendimden değil; herkesten izler var” diyor. “Direnişin parçası olan herkes, Hayır diyen her yurttaş ya da insan onuruna değer veren her birey Erkin’de, Ermeni Devrimci Paramaz, Angeliki, Necmi ya da Kerovpe Baba karakterinde kendisinden bir parça bulacaktır” diye düşündüğünü de ekliyor.
Gezi’nin Nostaljisinden Sakınmak
Gezi direnişi, her ne kadar kitabın çıkış noktasını temsilen kitabın önemli bölümünü “işgal” etse de kitapta Gezi Parkı ifadesi hemen hiç kullanılmamış; iki farklı zaman düzleminde de kendisinden “Taksim Bahçesi” olarak bahsedilmiş. Arda, bu durumu “Kitapta “Gezi” kelimesinin geçmemesi Haziran Ayaklanması’nı bir nostaljik unsur olarak görmeyi reddetmemden dolayıdır.“ şeklinde açıklıyor. Sol ve sosyalist başkaldırı tarihinin, insancıl ayaklanmaların ya da tarihin bu bölümüne ışık tutan kanaat önderlerinin kültür endüstrisi eliyle birer kültür ikonuna dönüşmesi yeni bir şey değil ve “Gezi nostaljisi”nin geziyi kapitalist tüketim endüstrisine eklemleyeceğine yönelik haklı ve bilinçli bir hassasiyet var. Örneğin, Adorno sanatın işlevi hakkındaki görüşlerini “Seçeneklere ışık tutmak değil, insanın kafasına durmaksızın silah dayayan dünyanın gidişine salt kendi formuyla direnmektir”³ önermesiyle ifade eder.
“Sanat toplum içindir” tezine yakın bu önermedeki “sanat” olgusu eğer kültür endüstrisi tarafından yutulmuş, sıradanlaşmış ve içi boşaltılmış bir “tüketim nesnesi”ne karşılık geliyorsa, ister istemez “kafamıza silah dayayan dünyanın” bizi kendi silahımızla vurması mümkün olacaktır. Edebiyatı da sanat gibi bir “direniş” aracı olarak ele alırsak aynı tanımı yeniden yapabileceğimizden bu “Gezi Nostaljisi” hassasiyetini haklı kılabilir. Murat Arda, her ne kadar kitapta Geziyi romantikleştirme tavrından sakındığını özellikle ifade etse de, kitaptaki süslü anlatım, renkli karakterler ve büyülü gerçekçilik gibi bileşenlerin, istem dışı da olsa okuyucu nezdinde ikircikli hissiyat yaratması kaçınılmazdır.
Ancak, hassasiyetler üzerinden gideceksek Gezi temalı her eseri ister istemez gezi ruhuna çomak sokmakla eleştirmemiz gerekir. Taksim Bahçesi’ni okuduğumuz zaman bir Gezi romanı olmadığı da kolaylıkla anlaşılabilir. Arda, bu konudaki hislerini; “Kitabın Gezi Parkı’nda direniş esnasında yazılmaya başlaması ve direnişin dördüncü yılında okuyucu ile buluşması ise direniş zamanı, ayaklanma ve sonrasına, bugüne dair “bulutlu” bir beyin jimnastiği anlamı içermekte. Bunu yaparken de yüz yıl öncesinin karanlık Beyoğlu ortamlarının yosmalar diyarına, çiçekler açmış İzmir’in dağlarındaki “ateşe tapan” Şaman yörükleri’nin yaşadıklarına referans var, kitapta titiz çalışılmış bir tarihsel arka plan mevcut ve bu durum, Taksim Bahçesi’ni “bir Gezi romanı” olarak nitelendirmenin ötesine taşıyor” şeklinde özetlemekte.
Kitabı semboller ve anlamları üzerinden incelersek ‘Taksim Bahçesi’nin kitabın nefes alan, belleği olan diğer tüm karakterlerinden biri olduğunu da iddia edebiliriz. Tarihi boyunca davetli, davetsiz bir çok misafiri konuk etmiş, türlü aşklara, kavgalara ve isyanlara tanık olmuş park; ekmek teknesini elinden almaya çalışan zorbalığa karşı düşe kalka kendini siper eden bir kent sakini gibi; Erkin’e zaman yolculuklarında eşlik eden kanlı canlı bir karakter adeta. Aynı zamanda Erkin ve diğer herkes gibi aynı memnuniyetsizlikten mustarip.
İşte Taksim Bahçesi; delilik sarmalına hapsolmuş böyle sitemkâr bir dünyanın öyküsü. Zaman yolculuğu fantezisine getirdiği ayakları yere basan “gerçekçi ve kuraldışı” üslubuyla da ilgiyle incelenmeyi hak ediyor.
Taksim Bahçesi – Murat Arda, Destek Yayınları, 2017
Kaynakça:
- http://www.delikasap.org/2017/06/01/taksim-bahcesi-gezinin-nostaljisi-degil-bellegin-ocunun-romani/ (Yazıda geçen Murat Arda’ya ait koyu renkle vurgulanmış ifadeler. Söyleşi bizzat tarafımdan gerçekleştirildi.)
- Theodor W. Adorno, Estetik ve Politika: Realizm-Modernizm Çatışması (or. Commitment, Notes to Literature) (İletişim Yayınları, 2016) s. 267.(Angajman)
- Massimo Borlandi, Raymond Boudon, Mohamed Cherkaoui, Bernard Valade, Sosyolojik Düşünce Sözlüğü (or. Dictionnaire de la pensée sociologique) (İletişim Yayınları, 2011) sf. 103 (Biyografiler ve Yaşam Öyküleri)