“Cinayet Mevsimi” ve “Müruruzaman Cinayetleri” isimli iki romanın ardından gelen “Dünyanın Leşleri” de tıpkı öncekiler gibi polisiye türünde kaleme alınmış bir Suat Duman romanı. Öncekileri okumadan doğrudan üçüncüden başladığımı belki işe yarar bir bilgi olur diye belirtmek isterim.
Dünyada ve sanırım yavaş yavaş da olsa Türkiye’de polisiyenin bir tür olarak yeniden parlaması ile birlikte daha okunur hale geleceğini uman bir polisiye sever olarak, özelde Suat Duman’ın bu son romanı için de aynı dilekleri diliyorum. Zira “Dünyanın Leşleri” birazdan belirteceğim bir iki küçük olumsuz eleştirim haricinde kesinlikle son zamanlarda okuduğum hem en iyi romanlardan, hem de en iyi polisiyelerden.
Daha akademik bir gözle bakıldığında, başta kurgusal olmak üzere birçok unsur itibariyle doğrudan “polisiye” türüne sokulamayacak bir roman aslında. Gizemlerin/düğümlerin yaratılması, onları sonuçlandırmaya giden yolda alışılageldik polisiye yöntemlerinin kullanılmaması gibi sebeplerden ötürü enikonu bir polisiye olarak değerlendiremesek de bu, romanın başarısından hiçbir şey götürmüyor. Suat Duman‘ın doğrudan, bıçkın ve bir o kadar da edebi dili, Dünyanın Leşleri’ni leziz bir roman yapan unsurların tek başına en önemlisi ve en büyüğü. Başarılı bir çizgi roman okur ya da sözgelimi “Sin City” filmini izlercesine efsunlu, heyecanlı ve olgun bir dil sayesinde daha ilk cümleden itibaren yokuş aşağı hızla koşan bir ritim izliyoruz.
Kahramanımız, vaktiyle anlaşmazlığa düştüğü birine (kim olduğunu sürprizleri bozmamak için söylemiyorum) attığı dayaktan ötürü hapishaneye girmiştir ve romanın başında onu, içeriden henüz çıkıyorken görüyoruz. Kendisine karakolda işkence eden iki polisin peşine düşeceğini anladığımız “Ant olsun ki sizi mahvedeceğim orospu çocukları” cümlesi ile ilk düğümümüz atılıyor. Ancak olaylar çemberi bununla bitmiyor; sevdiği kadın Nina’nın yanına giden ve onun dolayısıyla içinde farklı çevrelerden ağır abilerin yer aldığı bir şantaj olayına bulaşan anlatıcı, bizi oradan oraya taşırken aslında sıradan bir maceranın içindeyken Suat Duman’ın dili sayesinde olan bitenin bu sıradanlığı hiç gözümüzde olmuyor.
Birçok günümüz polisiye romanı, aslında başarılı fikirler ve olay akışları ile karşımıza çıkmasına rağmen, mayasındaki eksik edebiyat yüzünden okuyucuyu sarsamayabiliyor. Demek istediğim, “Olay böyle başladı, sonra şu oldu, kahraman buraya geldi ve şuradan silahını çıkardı, oldu, oluyor, olacaktı…” tadında sırf aksiyon anlatarak, polisiyenin en az aksiyon ve aksiyondaki zeka parıltısı kadar önemli bir unsuru olan “dil” mefhumunu bir yana bırakması, romanın tadını bozuyor ister istemez.
Eğer “İyi polisiye iyi edebiyattır” ifadesini kabul ediyorsak, işte birçok yeni nesil polisiyesinde eksik olan “iyi edebiyat” kısmını Suat Duman fazlasıyla gerçekleştirmiş durumda. Dil ve edebiyat itibariyle romanı kurtardığı için de polisiye seven bir okur “polisiyenin falanca motifi eksik kalmış” demeye gerek kalmadan romanı göğsüne bastırabilecektir.
Yine günümüz polisiyelerinin bir başka sıkıntısı olan, uzun ve gereksiz tasvirler Suat Duman’ın romanında yer almıyor. Bolca tasvir var, evet; fakat okuyucuya gereken kadarını verip, gerisini traşladığı çok belli. Falanca polisin, romanın hiçbir yerinde işimize yaramayacak gömlek düğmesinin rengiyle zaman kaybetmiyor kahramanımız; zaten son derece enerjik ve kurnaz olan adamımız, kendisine gereken kadarını okuyucuya da verip yoluna devam ediyor.
“İyi edebiyat” konusunu güçlendiren bir diğer unsur da romanda homojen bir dağılıma maruz kalmasa da bir alt metin çizilebilmesi. Bugün pek çok polisiyenin atladığı “alt metin”, “Dünyanın Leşleri”nde mevcut. Yani Suat Duman, sadece polisiye ziyafeti çekmek yerine aynı zamanda güç dengelerini, zenginlik-yoksulluk, kaybedenler-kazananlar gibi birtakım çatışmaları da romana yedirmiş.
Ne var ki bu yedirmeyi yeterince dengeli bir şekilde yaptığından emin değilim. Sonlarına doğru Gezi direnişine selam çakan, fakat romanı büsbütün bir Gezi romanı yapmaktan da alıkoyan yazarın bu tutumu beni rahatsız etmediyse de Gezi’den ilham alarak yaptığı ve güzel de yaptığı sosyal-ekonomik-politik eleştirileri sadece romanın son çeyreğine sığdırdığı için okuyucu olarak afallamadım değil.
Romanı baştan aşağıya çok sevdiğim ve ciddi bir haz alarak okuduğum bir gerçek; lakin sonunun sanki aceleye getirilmiş olması, bir çırpıda en önemli ikinci karakterlerden bile vazgeçilmiş olması, hadi vazgeçildi, ama bunun çok hızlı ve 2-3 cümlede yapılması açıkçası benim olduğu gibi birçok okurun da içine sinmeyecektir. Yine buna bağlı bir durum olarak, yazarın güçler dengesine atıf yapmak için Gezi direnişinin figürlerinden birini seçerek romanı bitirmesi, küçük çapta bir içe sinmeme hali yaratmıyor değil.
Ayrıca, kitapta diyalogların herhangi bir imla işaretiyle belirtilmeden akışa yedirilmesi iyi bir fikir mi, emin değilim. Yer yer aslında akışı bozmaması açısından iyi bir tercih gibi görünse de birkaç yerde, okuduğum kısmın bir konuşma olduğunu sonradan fark ederek başa dönmem gerekti.
Bu olumsuz durumlar, romana hiç el sürmemeye yeter sebepler mi? Asla! Her ne kadar geçen yılın son ayında basılsa da bu yılın en önemli ve en tatlı kitaplarından biri olacağı şimdiden su götürmez. Okunmasını gözüm kapalı tavsiye edebilirim.
Unutmadan, Umut Pehlivanov eseri kapağın da şahane ve dünya standartlarında olduğunu belirtmeden geçmek istemem. Ki Alakarga Yayınları, kapak olayını en iyi kotaran yayınevlerinden birisi.
Bitirirken; polisiye meraklıları için yeni bir polisiye dergi olan 221B Dergi’yi ve Suat Duman’ın burada yer alan bir röportajı olduğunu da hatırlatmak isterim.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)