“Söğüt ağacının altında kalbi kırılmışlar oturur. Çünkü söğüt ağacı salkım salkım yere uzanan dallarıyla, bir ardıca göre ince ama heybetli gövdesiyle, tatlı yeşil yapraklarıyla kalbi kırılmışları tedavi eder. Çıkardığı iç gıdıklayan hışırtı ile huzur, metrelerce derine saldığı kökleriyle güven verir. Gözlerini kapattığında dünyanın neresinde olduğunu ve hatta hangi zamanda olduğunu bile unutuverir insan. Zihninin içine uzanan dalları; şifa aşılar. Hele ki gölgesinde bir öğlen uykusu çekersen o zaman kanına bal karışır insanın, sevdaya şarap. Kalbin neden kırılmış olursa olsun, artık canı acımayan biri olarak kalkarsın o uykudan. Acıyı yok etmez elbet, ama olağanlaştırır. Çünkü salkım söğüt gölgesi insana parmak uçlarından başlayarak; açık bir yaradan kanın yumuşacık akışı gibi, mercimek dolu çuvala yavaşça elini daldırmak gibi, buz gibi soğuk bir havadan sıcacık bir eve girmek gibi, ılık bir suyla vücudunun buluştuğu an gibi bir hisle donatır. Hafiflersin, artık düşünmezsin. Berraklaşırsın.”
Dedesi her yüzünü asık gördüğünde sıralardı bu cümleleri Nar’a. Yine sıralamıştı. O da hiç şikâyet etmezdi, fakat bir türlü söyleyemezdi ki Nar, ardıç ağacını daha çok severdi. Nasıl söylesin bu söğüde aşık adama, ardıcı daha çok sevdiğini? Gerçi ‘bir ardıca göre ince ama heybetli gövdesiyle’ derken gözlerini gözlerine diker onay bekler gibi duralardı. Ne zaman ki Nar kafasıyla ufak bir onay hareketi yapar, o zaman devam ederdi cümlesine. Hatta bir seferinde elleri havada gözleri gözlerine çakılı öylece bekledi, acaba daha ne kadar duracak diye düşünürken, dedesinin heyecanına yenik düştü Nar. Cümlesini her zamanki gibi tamamladı. Fakat bu sefer cümlesini tamamlamamış gibiydi Ethem. Nokta değil de bir virgül koydu sanki. Nar meraklı gözlerle dedesini süzüyordu. Pencereden sokağa dalmış gözlerinin kendisine dönmesini beklerken, bir eskici bıçak gibi böldü o anı. İrkildi Ethem. Nar daha da meraklanmıştı. Sorular sorsa cevaplamayacaktı, biliyordu, o yüzden kendiliğinden cümlelerin akmasını sabırla bekledi. Ama içinden, senelerdir dedesinden cevabını alamadığı soruyu soruyordu; “Seni böyle küstüren neydi dede?”, “İzin vermez,” dedi birden kükrer gibi “Davası vardır söğüdün. Dallarının yerlere eğildiğine bakma sen. Sırf dallarına kimseyi asamasınlar diye yerlere eğilir. Eğilir ama onuruyla eğilir!” Sesi git gide alçalıyordu. Kuracağı son cümleden birkaç kelime duysa sevinecekti Nar.
“Söğüt dalına adam asamazsın… İzin vermez!”
Nar, dedesinin neden bahsettiğini kestiremese de buz gibi bir şey aktı içine. Ethem homurdanmaya devam ederken, kimi neden astıklarını öğrenmek için can atıyordu. Ama biliyordu ki eğer ağzından bir kelime bile çıkarsa dedesi düş sanrısı halinden uyanacak, kaşlarını kaldırıp uzak bir yere gözünü dikecek ve ona asla cevap vermeyecekti. Ketumluğu torununu korumak istemesindendi. Kıyamıyordu kızcağızına. Ama Nar da senelerdir dedesinin ağzından cımbızla söküp aldığı hikâye artıklarından artık sıkılmıştı.
Nar sakin bir hayat sürüyordu. Üniversitede son senesini iyi değerlendirmeye bakıyordu. Karar vermişti, akademisyen olacaktı. Hayatını kitaplar, araştırmalar ve çalışma odası arasına sıkışmış gibi hissettiği her an dedesine giderek derin bir nefes alırdı. Senelerdir alışmıştı dedesinin ona hiçbir şey anlatmayışına. Soramıyordu. Hem duyacaklarından hem de onu incitmekten korkuyordu besbelli. Artık yorulmuştu, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği dedesi konuşsun istiyordu. Onun hangi tatlıyı en çok sevdiğini, hangi televizyon programını izlerken uyukladığını, yemeğine ne kadar tuz attığını veya en sevdiği şairi bir çırpıda söyleyebilirdi. Ama dedesinin çektiği acıya dair hiçbir cümlesi yoktu. Bu da ona ağır geliyordu aslında. Bir insan neden söğüde aşık ama ardıca düşmandır, çok düşündü… Belli ki yanıtı yalnızca dedesindeydi. Sabrı tükenmişti. Bu akşam o hikâyeyi öğrenecekti artık. Bir yolunu bulup soracaktı ve yanıtını da alacaktı. Dedesinin canını böylesine yakan o olayı bilmeye hakkı vardı ne de olsa.
Hayırsız ve sorumsuz bir adamın kızı olmayan bilemez birine hesap soramamanın ağırlığını.
Ethem söylene söylene yerinden kalkıp içeri giderken, tek hamlede o çökkün bedenini nasıl birden kaldırabildiğine şaştı Nar. Yaşına rağmen oldukça çevik bir adamdı. Bir süre sonra içeriden bir kahve kokusu sızdı salona. Ardından da elinde iki fincanla dedesi. Bu çevikliği olmasa yapayalnız idare edemez diye geçirdi içinden sonra ardı sıra gelen düşüncelerin ipini tutamadı; belki de çoğulluk insanı hantallaştırıyor. -Biriyle aynı evde yaşama sorumluluğu bile bir çökkünlük getirir insanın omuzlarına. -Yalnız olmak daha pratik ya da daha hafif, nasıl tarif edilirse… -Arkada birisini bırakmak ya da onun da zevkine göre bir şeyleri ortaklaştırmaya uğraşmak, bazı günler kitap okumak için bir saat bile vakit bulamamak, onun sevdiği şeyleri de yemek zorunda kalmak, fincanını bıraktığın yerde bulamamak… -‘O olmasa bu akşamı ekmek peynirle idare ederdim’in hüznü… -Ah hele ki ben’den biz’e geçiş. O ne zor bir evre tanrım! İyi ki evli filan değilim.
Ethem’in öksürüğüyle Nar kendine geldi. Fakat o ne öksürüktü öyle! Gerçekten endişelenmesi gerektiğini hissetti: “Dede bir doktora mı görünsek seninle?”
“Doktorların hepsi aynı bok. İstemem.”
Bu konuda onu ikna edemeyeceğini biliyordu. Hep kötü tecrübelerle doluydu yaşamı. Bu meseleyi bininci kez tartışmamak adına hiç üzerine gitmedi. Kahvelerini içerken Nar fırsat kollamaya başladı. İçine gömüldüğü koltuktan hafifçe doğruldu ve ilk fırsatta sorusunu bir ok gibi fırlattı: “Ardıç ağacına kimi astılar dede?”
Torununun boğazına bıraktığı yumruyu yutmaya çalıştı. Gözlerini sokaktan ayırdı. Cüretine şaşırmış ama bir o kadar da hoşuna gitmişti. Oldu olası Nar’ın çekingen ve içine kapanık olduğunu düşünmüştür. Hâlbuki adını, içindekileri döküp saçabilsin diye koymuştu. Aşk, sevgi, nefret, öfke, heyecan hepsi hepsi nara benzer. Döküle saçıla yaşanır. Torunu da öyle olsun istedi. Aşkla dolsun taşsın, öfkelendiği zaman içinde tutmasın dökülsün, aksın…
“Kardeşimi.”
Nar ne diyeceğini bilemedi. Beklemiyordu bu cevabı. Bir zamanlar en fazla kırık dökük bir aşk hikâyesidir diye düşündüğünü hatırladı. Söğüt ağacı en fazla sevişmelerini perdelemiştir, ya da altında buluşmuşlardır filan… Böyle düşündüğü için biraz da utandı işin aslı. Demek ardıç ağacına kardeşini asmışlardı. Şimdi hikâyenin devamını öğrenmek için soru sormalı mıydı sormamalı mıydı kestiremiyordu. Dedesinin susmasından korkuyordu. Bir ok daha fırladı ağzından: “Neden… Nasıl?”
Ethem, torununun merakına şaşırmış, cevap vermekle vermemek arasında gidip geldi. Sonra ölümünü düşündü, iyice yaklaşmıştı. Kendi babasının daha o küçücükken onlarca soru işareti bırakarak gittiğini ve ona ne kadar kızgın olduğunu hatırladı. Nar’ın tedirgin bakışlarında hiç şefkat görmediğini fark etti sonra. Gözleri birer ateş parçası gibi yanıyordu, cevabını istiyordu, hemen, şimdi! Ama kızcağız bilmiyordu ki, Ethem, bu hikâyeyi her anlatışında ömrü kısalıyordu. Göğsünün orta yerine bir çuval taş koyuyorlardı da nefes almasını engelliyorlardı sanki. Şimdi son bir gayretle torununa istediğini vermeliydi. Çok bekletmişti bu hikâye için onu, biliyordu…
“Kardeşimle aramızda altı yaş vardı. Ona hem babalık hem de ağabeylik yapmam gerekti. Babamın üzerime bırakıp gittiği sorumluluğun altında ezilmemek için çok direndim. Ama ne yaptıysam Bekir’e yalnızca ağabey olamıyordum. Mutlaka babalık da ilişiveriyordu yanına. Babam gittiğinde Bekir daha beş yaşındaydı. Ne olduğunu pek anlamadı. Annem de o günden sonra bize bakabilmek için çok çalıştı. Tabii haliyle gece gündüz birlikte vakit geçiriyorduk. Okulunun ilk gününü bir ben bilirim mesela. Okumayı söküşünü, ilk ezberlediği şiiri…
Biraz büyüdüğünde tatillerde birlikte çalışır olmuştuk. Bir yaz seyyar bisiklet tamirciliği yapmaya karar verdik. Babamın bana tek mirası budur herhalde, bisiklet tamirciliği… Bakma o dönemde şimdinin belki on katı bisiklet olurdu sokaklarda ama şimdiki gibi çocukların değil büyüklerin altında olurdu. Saat başı gelip gelmeyeceği muamma olan otobüsle nereye saatinde gidiyorsun? Bisiklet çok yaygındı. Bisiklet olduğu kadar bisiklet tamircisi de çok olurdu sokaklarda. Hem de çok görkemli dükkânları olurdu. Rengârenk ışıklar sallanırdı kepenklerinden. Ama insanlar acırlardı herhalde de bize yaptırırlardı tamir işlerini. İki yetim kardeş sokaklarda kış için, okul için para biriktiriyor, kolay mı? Kasabalı da el atardı işte vicdanlarını rahatlatmak için. Neyse alırdık takımları sokak sokak gezerdik. Birinin tekeri mi patladı hop hemen değiştirirdik, havası mı indi şişirirdik. Hava basmaya çok az ücret alırdık ama. Çünkü her beş kişiden üçü hava bastırmaya gelirdi yanımıza. Biz de bir sakız parasına şişirirdik. Bir de bir ıslık belirlemiştik. O ıslığı çalana koşardık yardıma. Şimdinin yol yardımını biz o zaman keşfetmiştik anlayacağın…”
Öksürük gülüşünü böldü Ethem’in. Nar yanındaki suyu uzattı bir hamlede. Koştu gitti mutfağa, hemen ocağa çaydanlığı koyup suyun kaynamasını beklemeye koyuldu. Bu sırada içeriye kulak kesilmişti. Dedesinin öksürüğü kesilmişti ama yine de yapacağı şeyin iyi geleceğine inandı. Sıcak suya biraz limon sıkıp dolu bir tatlı kaşığı bal koydu. Dedesi sıcacık bir gülümsemeyle göğsünü yumuşatmasını umduğu şey için teşekkür etti.
Nar döndüğünde hikâyenin devamı için hemen yerine kuruldu. Ellerini çenesinin altında kavuşturdu, hazırdı, bekliyordu. “Gel zaman git zaman hem annemiz çalıştı hem biz çalışıp okuduk derken vakit geçti. Ben liseyi bitirmiştim artık. Bekir de artık lise 1.sınıf talebesi olacaktı. Onda tarif edemediğim bir gariplik seziyordum. Gülümsese bile yüzünde hüzünlü bir yan belirirdi hep. Sanki imkânsız şeyler arzu ediyormuş da, imkânsızlığının farkındaymış gibi bir karanlık… Hali tavrı hep içine kapanık ve durgundu. Defalarca konuşmayı denedim. Artık canını sıktığımı düşündüğümde kestim soru sormayı. Bu çocuk da böyle demek ki demekle yetindim. Daha doğrusu buna mecbur kaldım. Babalık yanımı bastırmak için uğraşmalı ve onu boğmamalıyım diye kendime kızdım.”
Ethem yutkundu. En önemli yerine geldiğini hissettirmek için belki de, gözlerini Nar’ın gözlerine dikip dişlerinin arasından tıslar gibi çıkardı sözcükleri: “Bir sabah haberi geldi. Kendisini asmıştı. Kasabanın girişindeki ardıç ağacına asmıştı kendisini. İğrenç bir sıcak vardı. Hava, tüm kötü hislerin ağırlığını sanki nem olup üzerimize yığmıştı. Ağacın oraya gidene kadar iyice ıpıslak oldum. Onu gördüğüm an tüm duygularım birbirine karıştı ama birini çok iyi seçebiliyordum aralarından; kırgınlık. Kırılmıştım çünkü oğlumu, kardeşimi, iş arkadaşımı, oyun arkadaşımı kaybetmiştim. Çocukluğumu ve artık tüm sevgimi… Anlamıyordum, bir türlü anlamıyordum… Onun o kırık boynuna sarılı ipin rengi hala canımı yakar… Acaba ipin rengi sarıya çalıyor diye mi yüzü kırmızıdan sarıya döner gibi oluyordu?”
Silkindi kendine geldi. Nar’ın gözlerine baktı, dolu doluydu. Dokunsa ağlayacak gibi. “Sonra kızım, ben ne zaman ki kendime geldim, düştüğüm yataktan kalktım dedim ki kendi kendime Bekir içine kapanıktı, yüzü gölgeliydi evet ama kendini asacak kadar ne yaşadı ve ben bunları hiç fark edemedim? Aylar sonra insan içine çıktım, çıkmaz olaydım. Bir dedikodu ki almış başını gidiyor. Ama kimse bana açık yüreklilikle söyleyemiyor tabii. Öğrendiğim tek şey muhtarın oğluyla Bekir… Baktım olmayacak gidip aldım muhtarın oğlu Ziver’i götürdüm ardıcın altına. Beş dakikalık yol uzadıkça uzadı. Aksi gibi hava da buz gibi, kapkara bulutlar tepede… Bitmek bilmiyor yol. Neyse vardık sonunda ağacın altına. Konuş dedim konuş yoksa delireceğim. Çocuk gözünü yerden kaldıramıyor. Sindikçe sindi. Sıkıştırdım bunu iyice. Titremeye başladı. Eli ayağına dolaşıyor ‘Vallahi ağabey ben bir şey yapmadım’ diyor başka bir şey demiyor. Bu kahvede söylenenlerin aslını astarını bana anlatmazsan asarım seni aynı dala deyiverdim. Gözüm dönmüştü. Kekeleyerek başladı anlatmaya. Bizim oğlanla Ziver meğer… İşte anlarsın ya baya baya sevgili olmuşlar… Ben zaten son dönemde çok fazla görüşmelerinden şüpheleniyordum ama diyemiyordum bir şey. Şu kadarcık da tepki göstermezdim bana söyleseydi… Ama kolay mı yaşadıkları? O dönemde bunu hem sindirip hem de bana anlatması mümkün değildi anlıyordum onu… Neyse bunlar Ziver’in odasındayken muhtar basmış bunları. Bağırış çağırış derken bir güzel dövmüş ikisini, kilitlemiş odaya. Korkudan ölmüş tabii ikisi de. Muhtar manyağın teki herkes biliyor… Derken elinde iple girmiş odaya. ‘Yürü lan demiş asacaksın kendini, yoksa oğlum da bok yoluna gidecek demem, cümle âleme söylerim rezilliğinizi.’ Bekir de korkmuş tabii. Eğer kardeşimi tanıyorsam bizim için astı kendini… Sesini bile çıkartmadan o gece gidip dolamış ipi boynuna…”
Nar buz kesmişti. O bulutlar sanki gelip evin içine yerleşmiş nemini ağırlığını üstlerine yağdırıyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Dedesinin yüzünü inceledi, çizgilerini, derin derin aldığı nefesi, anlattıkça karanlıklaşan gözlerini, lekeli ellerini… Bunca yıldır sormadığına ve öğrendiğine bin pişman haliyle oturduğu koltuğa iyice gömüldü. Keşke dedi keşke küçülsem küçülsem şu koltuğun minderinin içine girip yok olsam…
Ethem her gelişinde ömrüme ömür katıyorsun güzel kızım diye uğurladığı torununu bu sefer aynı cümlelerle yolcu edemedi. Yerinden bile kalkamadı hatta. Öylece gidişini izledi. Nar da biliyordu ki her gelişinde ömür kattığı dedesinin zaten sayılı olan günlerinden birkaç tanesini çantasına atmış öyle gidiyordu bu sefer. Hissettiği şeyi tanımlamaya çalıştı, pişmanlık değildi bu ama en az onun kadar ıslak bir histi. Sonraki gelişinde dedesini yaşıyor görme umuduyla alnına bir öpücük kondurup evden çıktı.
Ethem gömüldüğü koltuktan güçlükle doğruldu, hazırlanıp söğüt gölgesine doğru yola çıktı bir tatlı öğle uykusu için…
(Bu öykü, 2017 Homeros Öykü Yarışması Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür.)

2012 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık bölümünden mezun oldu. Çeşitli yerlerde öykü atölyeleri ve drama atölyeleri düzenledi. Dramaturg olarak Tiyatro 4’te yer aldı. Çeşitli mecralarda öyküler ve incelemeler yayımladı. Şimdi senarist olarak yazınsal yaşamına devam etmektedir.