Sibirya Hayali Norveçli yazar Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz, Lanet Olsun Zaman Nehrine, Reddediyorum, Benim Durumumdaki Erkekler ve Ardından’dan sonra yine Metis Kitap tarafından yayımlanan altıncı romanı.
“Yandaki bölmeyi dene,” diyor Jesper tahta perdenin arkasından seslenerek. “Dorit yatıyor orada, çok iyi huyludur.”
Aradaki yolda duruyor ve Jesper’in sakin sakin nefes alışını dinliyorum. Bakışlarımı bölmesinde uyuyan Dorit’e çeviriyorum, geniş sırtı karanlıkta giderek daha iyi seçiliyor. Eğilip Dorit’in sırtını okşuyorum.
“Konuş onunla,” diyor Jesper, ama ben ne diyeceğimi bilemiyorum, şu an dilimin ucuna gelenleri yüksek sesle söyleyemem. Bölme daracık, hiç boş yer yok, Dorit hafifçe dönse beni tahta perdeye yapıştırır. Hayvanın boynunu okşuyorum, sonra da kulağına eğilip cesur kurşun asker masalını anlatmaya başlıyorum. Masalın sonuna, kurşun askerin alevlere karşı koyarken yavaş yavaş eridiği bölüme gelince öne doğru yatıyor ve kollarımı hayvanın boynuna doluyorum, pencereden içeri dolan rüzgârın nasıl balerini havalandırıp alevlere doğru sürüklediğini, ateşe düşen balerinin nasıl kayan yıldız gibi parladığını ve alevlerin söndüğünü anlatıyorum, masalımı bitirdiğimde soluk bile almaktan korkuyorum.
1934 yılının Noel gecesini yaşıyoruz, Jesper ve ben her şeyin nefes aldığı bir ahırda iki ayrı bölmede, iki ayrı inekle sarmaş dolaş yatıyoruz, belki de uykuya dalıyoruz, çünkü gerisini pek hatırlamıyorum.
Sibirya Hayali · Okuma Parçası
Açılış bölümünden, s. 11-14
Altı-yedi yaşlarında küçük bir kızdım, kasabadan eve dönerken arabayla aslanların yanından geçerken çok korkardım. Lucifer’in de aynı şeyleri hissettiğinden eminim çünkü tam oradan geçerken birden hızlanıverirdi; ancak çok sonraları anladım ki büyükbabam tepeden inişte, tam da aslanların başını tuttuğu giriş yolunun oradan geçerken hayvana okkalı bir şamar vururmuş ve bunun nedeni büyükbabamın çok sabırsız bir adam olmasıymış. Zaten herkes bilirdi bu gerçeği.
Aslanlar sarıya boyalıydı ve ben bazen yalnız, bazen ağabeyim Jesper’le beraber arabanın arkasında sırtım büyükbabama dönük ayaklarımı aşağı sallayarak oturur, tepede kalan aslanların giderek küçülmesini seyrederdim. Başlarını çevirmiş sarı gözleriyle beni izliyor olurlardı. Aslanlar taştandı, taş kaidelere oturtulmuşlardı ama yine de dik dik bakışlarıyla içimi yakıyorlardı ve göğsümde koca bir delik açılıyordu. Yine de gözlerimi onlardan alamıyordum. Onlara değil…
—devamı BURADA