[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/dosya-turkiyede-yazar-yayinci-okur-iliskisi” target=”blank” background=”#d43839″ size=”10″ icon=”icon: shopping-cart”]Bu içerik KalemKahveKlavye’nin “Yazarla Birlikte Yol Almak: Türkiye’de Yazar – Yayıncı/Okur İlişkisi” dosyası kapsamında yayınlanmıştır. DOSYANIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN[/su_button]
Sezgin Kaymaz, ’90 sonrası Türk edebiyatının en şahsına münhasır ve üretken kalemlerinden biri kuşkusuz. Öte yandan kendisini bu dosyada ağırlamak istememizin özel bir nedeni var: İlk romanı “Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir”in çıktığı 1997 yılından beri doludizgin yazmasına rağmen okurun onu keşfetmesi ancak yakın zamanda mümkün oldu. Kendisinin de bahsettiği gibi onu yeni tanıyan okurların, son kitaplarını ilk kitapları sanmasının arkasında birlikte çalıştığı yayınevlerinin rolünün ne olduğunu, bu çerçevede de Türkiye’deki yazar-yayıncı-okur ilişkisini nasıl değerlendirdiğini sormak istedik. O da sağ olsun, bizi kırmadı; zaten Sezgin abi kimseyi kırmaz. 🙂
Sezgin abi, seninle bu dijital ortamda da olsa bir araya gelmek çok güzel. Hoş geldin. Sen son yılların en üretken ve sevilen kalemlerindensin. Buna rağmen yakın zamanda iki yayınevi değiştirdin. Özel konulara girmek değil amacımız tabii ama dosya konusu paralelinde kendi deneyiminden genele, “yazar-yayınevi” ilişkisindeki vaziyeti nasıl değerlendirirsin?
Çalıştığım ilk yayınevi İletişim. Sağlam kurumsal yapısı, olgun ciddiyeti, samimi editoryası, bilge yönetim kadrosu, aklı başında yayın kurulu ve dakik çalışma disipliniyle çoğu yayınevinden ayrılıyor. Orada on yedi sene yazdım ve bu saydığım niteliklerde en ufak bir aksama olmadığına bizzat şahit oldum. Ayrıca, zannedersem İletişim kadar cesâmetli olup yeni yazarlara ilgi gösteren, kapı ve kucak açan başka bir yayınevi de yok. Bu anlamda çok büyük takdiri hak ediyor.
Bana göre tek noksanı, yazara yatırım yapmaması. Bu konuda elini korkak alıştırmış, yazarını tanıtmıyor, takdim etmiyor, okurla yollarını kesiştirecek aksiyonlardan soğukça uzak duruyor. Doğal olarak da “Yazarı niye tanıtmıyorsunuz?” diye sorduğun zaman, ya “Bizde o kadar çok yazar var ki, hangisini tanıtalım?” diyor cevâben, ya da “Biz reklama karşıyız,” deyip kestirip atıyor. Beni on yedi senenin sonunda başka bir yol çizmeye iten sebep, önceki on altı sene boyunca okurdan işittiğim, “Biz nasıl oldu da seni daha önce tanımadık?” sorusudur. Ağır bir sorudur bu. Bir taraftan okur kendini suçlar, bir taraftan yazar kendini suçlarken o kalkar gider, arkadan gizlice dolanır ve tanıtım kapısının önünde dikilip kalır. Azıcık da yayınevi kendini suçlasa “Kim o?” deyip açacaktır, ama zerre kadar sorumluluk hissetmez bu konuda. Nitekim, orada olduğum sürece, “Sizden reklam isteyen yok, pop yıldızı mıyız biz?” deyip sık sık da dile getirdiğim hâlde o kapı hiç açılmadı İletişim’de. “Yazar dediğin yazacak, okuyan okumayana duyuracak. En iyi tanıtım budur,” sloganı iliğe kemiğe işlemiş, neredeyse atasözü hâline gelmiş, buna da şahit oldum. Lahmacuncu bile yüz elli tane bilgisayar çıktısı alıp semtteki apartmanların posta kutularına atarak varlığını duyurmaya çalışırken, sadakatle yanında yürüdüğün yayınevin “Duyurmaya ne lüzum var canım?” dediği zaman insan kırılıyor sonuçta. Ne kadar sevsen, sadakat duysan da “Eh, bana müsaade o zaman!” diyesin geliyor.
Çalıştığım ikinci yayınevi ise April. Genç, dinamik, hevesli, iyi niyetli, sempatik ve zımba gibi çocuklar hepsi. Sen tanıtımın t’sini diyemeden bir bakıyorsun, yollara dökülmüş, işe koyulmuşlar çoktan. Gittiğin zaman duvar gibi bir polit büro resmiyetiyle değil, evine gitmiş gibi bir güler yüz ve hoşsohbetle karşılanıyorsun; muamelat dört dörtlük. Ailen gibi oluyorlar hemencecik, bu hem çok iyi hissettiriyor insana, hem de bir türlü yazar – yayınevi resmiyetine geçilemediği için eksik hissettiriyor. Gene de April’de sittin sene kalabilirdim, yani ayrılma sebebim bu değil. Onu bilen biliyor.
Yazarlığının ilk dönemlerinde de hatırı sayılır bir okurun vardı abi ama bu ifadeyi pek sevmesem de son yıllarda görünürlük anlamında popüler oldun. Bunu neye bağlıyorsun? Medya araçlarına mı, yayınev(ler)ine mi, kendi tutumuna mı?
Bunun cevabını ilk soruda verdim sayıyorum kendimi. “Son yıllar” dediğin kısım, tastamam April’de yazdığım zamana denk gelir. Dediğim gibi, April tanıtım konusunda aslanlar gibi çalışıyor, gözünü budaktan esirgemiyor. Nitekim on yedi senelik İletişim maratonunda işitmeye alıştığım “Biz nasıl oldu da seni daha önce tanımadık?” sorusu, ben April’e geçtikten sonra “Biz April’den çıkan kitabını senin ilk kitabın sanıyorduk, meğer daha önce on üç tane yazmışsın, varlığından onların sayesinde haberdâr olduk.” şeklinde kılık değiştirmiştir. Bu, April için tatlı, İletişim için acı bir tespittir bence.
Gerek senin gibi halihazırda yazan, gerek ilk kitaplarını çıkaran veya çıkartmak üzere olan yazarlara karşı yayınevlerinin tutumunu nasıl buluyorsun Türkiye’de? Doğruları, yanlışları, eksikleri neler?
Türkiye’deki yayınevlerinin indinde yazarın hiç hükmü yoktur. Telif sözleşmesinde yazarın ismi göstermeliktir. İyi bak, sen de kitap yazdın, imzaladığın sözleşmede yazarı korumaya, kollamaya, ona sahip çıkmaya yönelik tek bir madde, bırak maddeyi, tek bir harf var mı?
Yok!
Daha açık söyleyeyim, imzaladığın sözleşme şu: Telif Hakları Kanunu’ndan aparma, zaten oraya konulması kanunen mecburi bir kısım madde ve sonrası hamhumşaralop.
Yazarla sözleşme imzalarmış gibi yapıyor bizim yayınevleri, ama aslında kitapla imzalıyor. Sen de yazar olarak “Sözleşme imzaladım,” diye havaya giriyorsun. Bu hayâl.
Oysa yazarla sözleşme imzalamak demek, sanatçıyla sözleşme imzalamak demektir. Sanatçının patronu olmaz, hâmisi olur, koruyucusu olur, destekçisi olur, sponsoru olur. Bu yüzden bizde asla Avrupa, Asya ve Amerika’da gördüğün gibi, “Bu yazar, beş yıl boyunca bu yayınevinin yazarıdır ve sadece bu yayınevi için üretecektir,” diye bir düzenleme göremezsin. Ve bunu göremeyeceğin için de doğal olarak devamında, “Yayınevi de buna karşılık yazara beş yıl boyunca şu şu şu imkânları sağlayacaktır,” diye bir düzenlemeyi hiç göremezsin.
Özetlemek gerekirse, Türkiye’de yayınevi, seninle filanca kitap için sözleşme yapıyormuş gibi yapıp aslında seni pas geçer ve o sözleşmeyi belli sayıda okurun okuma ihtimâli olan o kitapla yapar. Yani oraya o kitabını verirken aynı anda bir başka yayınevine bu kitabını, daha bir başkasına da şu kitabını verebilirsin. Hiç güçlerine gitmez, en fazla “Ay aşkolsun!” derler.
Türkiye’de yazar, gazinoda dolduracağı masa sayısına göre kıymet biçilen solist gibidir, varlığı önemli değildir, dolu masalar önemlidir.
Kendi edebiyat yolculuğunu ayrı tutarak yanıtlar mısın: Yazar-yayıncı ilişkisini domine eden taraf, yayıncının kitabı basma ve ona yatırım yapma kıstaslarına mı yoksa yazarın kendini ve kalemini kabul ettirme başarısına mı daha çok bağlı Türkiye’de?
Ben de sana sorayım: Yazar, kalemini yayınevine kabul ettirmeden yazar olamayacağına göre, bir de okura bu memleketin edebiyat camiasında falanca isimde bir yazar olduğunu duyurmak yükü niye gene onun sırtında olsun? Bu adil mi?
Yazar, yazma işini domine etsin; yayınevi her potansiyel okura o yazarı duyurma işini. Herkes duysun da, isteyen okur, istemeyen okumaz, bu kadar basit.
Yayınevi, eserini basacağı yazar için “Üç bin masası var – Beş bin masası var…” hesaplarına girerse o yazarı tanıtmak için kılını kıpırdatır mı? Zaten adamın şu kadar bu kadar masası var; matbaa gibi o sayıda basar gitsin. Kâğıt ve mürekkep domine etmekten ibâret bu dominasyon hayırlı bir dominasyon mudur?
Tersinden sorarsak özellikle yeni yazarların veya yazar adaylarının okuruna ve yayınevlerine karşı tutumunda eleştireceğin neler olur?
Hiçbir şey.
Eskiden “tek şarkılık popçular” deyimi vardı. Bugün de tek kitaptan sonra kaybolmuş veya kendinden bahsedilmemiş yazarlar var. Bu açıdan artık “yazar yetiştirmek”, “eseri denemek” haline gelmiş olabilir mi?
Bu dosyanın başından beri söylediğim şeyi bir kere de başka bir ifadeyle söyleme ihtiyacı hissetim şimdi.
Söylüyorum, sıkı dur:
İsmi yeten, oraya “Yazmıyom lan!” yazıp gitse yok satan yazarları hariç tutalım, Türkiye’de basılan her kitap zaten ve tepeden tırnağa ve de deyimin tam anlamıyla “eseri denemek”ten ibârettir. Bakalım bu sefer kaç masa dolduracak bizimki?
Budur.
Yayınevlerinin yatırım yapmayı/yetiştirmeyi gözettiği yazarların okurun gözündeki karşılığı nasıl oluyor sence? Bugünün okuru kalıcı olacak yazarı ilk görüşte tanıyor mu yoksa hep sonradan mı geliyor akıl başa?
Okurun ağır bir popüler kültür bombardımanı altında olduğu malum, ama aklın başa gelmesiyle onun hiç alakası yok. Okur gibi okur, her zaman, her şart altında kitaba ulaşmaya çalışıyor, boş durduğu yok.
Yatırım yapmak diyorsun ya… O yatırım departmanına bakmak lazım esas. Yazar kendi kendine yatırım yapamayacağına göre kimin boş durduğu hemen anlaşılır.
Eklemek istediklerin varsa buyur Sezgin abi.
Evet, var: Şapka çıkartılacak sorular hazırlamış, bam telini bile cim teli gibi ciyak ciyak bağırttırmışsın. Pes.
Çok teşekkürler.
Teşekkür benden.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2017/03/sezgin-kaymaz-roportaj-kalemkahveklavye.html” target=”blank” background=”#d43839″ size=”6″ icon=”icon: shopping-cart”]ŞİMDİ OKU | Sezgin Kaymaz: “İnsandaki iyiliğe topraktaki berekete inandığım kadar inanıyorum”[/su_button]
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2016/08/sezgin-kaymaz-cocuklar-hayvanlar-ve.html” target=”blank” background=”#d43839″ size=”6″ icon=”icon: shopping-cart”]ŞİMDİ OKU | Sezgin Kaymaz: Çocuklar, Hayvanlar ve Edebiyat İçin Bir Samimiyet Kalesi | Koray Sarıdoğan[/su_button]