Ben bir tabancayım.
Daha doğrusu kullanıma göre değişen bir gövdeyim. Kafama bir namlu takarsam tabanca olurum, bir bıçak geçirirsem süngüyümdür, göğsüme mermi yüklü bir kordon dolayıp otomatik tüfek olurum, istediğim zaman bir parçamı kopartıp pimimi çeker fırlatırım.
Çiğnediğim toprakların altına kendimden bir parça koparır gizlerim. Sonra ince uzun gövdemi karanlığa boyar yok olurum, parçamın üstünden biri geçinceye kadar, öyle bir aydınlatırım ki ortalığı o zaman, değil ben, gece bile kendi karanlığına saklanamaz olur. Geceyi çırılçıplakken görme şansınız oldu mu? Geceyi siyah zırhından sıyırabildiniz mi hiç? Çirkin bulduğu yüzünde milyonlarca yılın utancıyla bakar yüzünüze, sonra gözlerini kaçırır.
Geceyi bu hale getiren işaret fişekleridir, aydınlatma fişekleri. Saklambaç oynamak gibidir aslında. Gözlerinizi yumar ve sayarsınız. Bir, iki, üç, dört, beş… Ya da beş, dört, üç, iki, bir… Artık ileriye ya da geriye doğru saymak sizin tercihinizdir ama vardığınız ya da döndüğünüz rakam sıfır olmak zorundadır. Sıfırda işaret fişeği gökyüzüne fırlatılır, gözler açılır, saklanabilenler saklanmıştır, saklanamayanları ben öldürürüm. Göbek deliğimdeki tetiği çeker ağzımdan kurşun kusarım.
Sahi göbek deliği ne işe yarar? Dokuz aylık bir işlevi vardır, dokuz aydan sonra kapanıp gitmesi gerekirken o öylece kalır. İlk karşılaşmamda biraz korkutmuştu beni, sonra elimi oradan alamamıştım. Balon gibi… Onu delersem içimdeki tüm hava sönüp gidecek, ben de buruşuk bir ucube olarak çöplüğü boylayacağım. Sonra bir imdat düğmesi olarak düşündüm onu, acil durum oyuğu. Buhran halinde sivri bir cisim saplayınız, anında sirenler, hayatı durduran acil durum ekipleri, sizi alıp götürecekler.
Bunun en başarılısını katıldığım savaşlarda gördüm. Yaralanan askerleri alıp götüren adamlar savaştan korkmuyorlar. Kurşun yağmurunun altından insan alanları gördüm, gözlerini bile kırpmıyorlardı, ben de kırpmıyordum, kurşun yağdırırken. Bir keresinde onlardan birini vurmuştum hatta, savaş suçu diyememişlerdi, çünkü kendi ordumdandı öldürdüğüm adam. Kaza, demiştim. Hem savaş suçu da nedir? Savaş yokken, barış varken, hatta barış bile yokken savaş başlı başına bir suç sayılır. Savaş mı çıktı? Tamam, oldu bir kere, artık savaş bir suç değildir ama savaş suçları vardır.
Mesela sivilleri öldürmemelisin, hatta öldüremezsin. Hastaneleri, okulları, ibadethaneleri, sivillerin bulundukları yerleri bombalayamazsın. Savaş yokken silah kullanmak bir suçtur, benim yemek yapmak için kullandığım ucu tırtıklı bıçağı bile kullanamazsın, nitekim ben o bıçağı bir çöl bedevisinden çalmıştım, kullanamazsın işte, suçtur bu. Savaş mı çıktı? Tamam, o bıçağı kullanabilirsin ama kimyasal silah kullanamazsın. Savaş suçudur, insanlık suçudur hatta. Sivil öldürdüğüm için beni şikayet eden bir subayı revirdeyken ilaçla zehirledim. Kimyasal. Kazaydı. Savaş olmasaydı, yine kazaydı.
Savaş olmasaydı çok kaza yapardım. Trafik canavarı olurdum, sakar olurdum, bilinçsiz müşteri olurdum. Kullanma talimatlarını okumayanlardan olurdum, hız sınırı uyarı levhasını görmeyenlerden olurdum. Savaş oldu, kahraman oldum.
Üç gündür evden çıkmıyorum.
Üç gündür üçer saatten fazla uyuyamıyorum.
Radyoda haberler falan duyulmuyorsa hiç uyuyamıyorum. Uyandığım zaman radyo açıksa yeniden uyuyamıyorum, kalkıp kapatmaya üşeniyorum, uyuyamıyorum.
Yemek yapmaya üşendiğimden ekmek yiyorum. Beyaz ekmek. Kepekli ekmek, mısır unundan ekmek yiyemiyorum. Bir de içki içiyorum. Uyumak için değil, sarhoş olmak için de değil, su mu yok? Hayır, var. Neden içki içiyorum? Sarhoş olmayan bir adamın içki içmesi israftan başka bir şey değildir oysa. Orduda çok mu hasret kaldım? Hayır, üç silah arkadaşımla birlikte –hiçbir cephede yan yana değildik, ortak içki zulamız vardı. Nöbetçi olduğum bir gecede dolapta dolu şişe bırakmadığım için kavga ettik. Ertesi gün bir şekilde dolabı tekrar içkiyle doldurdum, dolu şişelerle. Barıştık. Sonra onları şikayet edip ordudan attırdım.
Rütbeli olmanın bu çeşit ayrıcalıkları oluyor. Hep benden düşük rütbelilerle arkadaşlık kurdum. Kullanma talimatlarını okumadığım için kısa süre sonra bir sorun çıkıyordu. Böyle bir durumda da rütbem yüksek olduğu için söz hakkı, eylem hakkı bende oluyordu. Omzunuza konan mavi kelebeklerin sayısı ne kadar fazlaysa, o kadar haklısınızdır.
Üç gündür sokaklardan naralar eksik olmuyor. Kaldırımlarda kırılan şişelerin haddi hesabı yok, iki saatte bir limana yeni bir gemi yanaşıyor, askere çağırılmamış zayıf, hasta adamlar ikişerli üçerli gruplarla fıçı fıçı, şişe şişe içki taşıyor meyhanelere, lokantalara, bir şey alınıp satılan her yere. Kimi zaman saçı tıraşlılar, gövdesi kaslılar, postallılar yaklaşan gemiyi limanda bekliyor. Bu sahneye çok gülüyorum… Gülerken kusasım geliyor, bir yıldan beri böyle. Sanırım o gece gülerken yanımda patlayan bomba yüzünden oldu. Her yanım kesilmişti, kulağım birkaç hafta duymamıştı, bir de artık gülerken bir yerden sonra öğürüyordum. Çok öksürünce kasıkların sıkılması, kusacak gibi olmak gibi. Öksürürken bir şey olmuyor. Tıraşlılar kollarını birbirlerinin omuzlarına atıp tezahüratlar eşliğinde gemiyi karaya çağırıyor. Bazıları tek sıra olup, ucunda geminin bağlı olduğu hayali bir halatı çekiyorlar. Geminin tepesindeki tayfanın yüzündeki korku görülmeye değer… Sanki gemi geri geri gitmek istiyor ama olmaz… Yönetimin kesin emri var, kahramanlara hizmette kusur edilmeyecek. Bir sonraki savaşa kadar… Bir sonraki savaş…
Üç kişinin zor taşıdığı fıçıyı kaslılardan biri sırtlanıp arkadaşlarının yanına götürüyor. Paylaşamayıp kavga ediyorlar. İçlerinde ufak tefek olanlar tüm fıçıyı sahiplenmek için içine atlıyor, nafile… Çok sabırsızlanmadılarsa fıçının kapağını kapatıp vuruyorlar, bir keresinde dolu fıçıyı içindeki askerle (bunlara “asker” demek de istemiyordum) birlikte denize yuvarladılar. Sonra pişman oldular. İçindeki adam için değil, içki için. Denize atlamayı düşünenler bile oldu.
Üç gündür sokaktaki kadın sayısı giderek artıyor. Birçok kadının yürüyüşü değişti, gövdeleri hasar aldı, vücut sağlıkları eskisi gibi değil, savaşlarda kadınlar daha sağlıklı oluyor, barış zamanlarındaysa, bir de zafer zamanlarıysa hele, kadın sağlığı ciddi oranda bozuluyor. Kiminin kalçası anormal bir çıkıntıya sahip, kiminin gövdesi morluklar içinde, kiminin yüzü pudraya bulanmak zorunda kalmış, yine de diş izleri belli oluyor. Her şeye rağmen zoraki bir gülümseme var yüzlerinde, olmak zorunda. Kesin emir var. Bazen limana içkiyle birlikte kadın taşıyan gemiler de yanaşıyor. Tıraşlılar bu gemileri karşılarken birkaç onur kırıcı laf atıp elleriyle sağlıksız bir cinsel ilişkiyi anlatan hareketler yapıyorlar ama içkiyi karşılarkenki kadar heyecanlı değiller. Zaten savaştan dönen adamlar bir kadınla sevişirken de aynı adrenalini hissetmek istiyor. Hissedemezse ya kadın “iyi” değildir ya da sevişmek “iyi” değildir. Genellikle de “iyi” bitmiyor. Savaş bittiğinde memleketine dönen erkek, karısına yaklaşırken kendini kamuflajlar içinde görüyor, suratı simsiyah boya içinde, gövdesi leş gibi terli, elleri soğuk. Kadın tüm bilmezliğiyle gülümsüyor adama, hedef gülümsüyor, adam silahını alıp öldürmeye çalışıyor kadını. Nefessiz bırakana kadar ateş etmek istiyor ama silahı da eskisi kadar “sağlıklı” çalışmıyor artık. Belki bir kurşun ya da iki… Sonrası utanç. Öldürememenin utancı, ölememenin utancı, esir düşmenin utancı. Nefret doğuyor.
Şimdi aşağı inip içlerinden birine bir sonraki savaş ihtimalinden bahsetsem beni anında alnımdan vurur. Belki bir sonraki savaş ihtimali de tam olarak budur. Esir başkentin güzide bir yerinde, güzide bir apartmanın en üstteki güzide katında, şehre tümüyle bakan, esir bayrağa tümüyle bakabilecek olan, tanıyamadığı kahraman bayrağa da bakan, limana bakan, genelevlere bakan, geneleve dönüşen boş dairelere bakan, parklara bakan, kilise ve camilere bakan, gri gökyüzüyle bakışan güzide kattan, üç gündür başkente bakıyorum. Görmeden. Hissetmeden. Savaştaki başarılarımdan ötürü bu daireyi bana tahsis ettiler. Sıcak suyu var, telefon hattı var, mektup yazma ihtimalime karşı yedi yirmi dört ulaşabileceğim postahane memuru var, buzdolabında yiyecekler var, içecekler var, radyo var, kanepeler ve benim gibi kahramanların dairelerine konan üç kişilik yaylı bir yatak var. Mavi kelebekler çoğaldıkça yataktaki kişi sayısı da çoğalıyor. Benim üstümdekiler kaç kişiyle yatıyorlar acaba? Üç mü, dört mü? Ben yalnız yatıyorum. Zaten kanepede yatıyorum. Zaten uyuyamıyorum. Savaş çıktığında dairedeki her şeyi balkondan aşağı atacağım. Ya da atmayacağım. Kaza, diyemem, inanmazlar. En iyisi genç bir tıraşlıyı buraya çağırmak. Savaş anılarımı anlatmak. Sonra asılmak. Sıska bedenine soğuk ellerimle iğrentimi kamufle ederek dokunmak, silahını avuçlamak sonra. İyi ihtimalle rahatsız olacaktır. Sonra bayıltıp dairedeki her şeyi aşağı atacağım. Suçu da genç tıraşlıya atacağım. Benim mavi kelebeklerim daha fazla.
Madalyalarımı saymazsam katıldığım savaş sayısını hatırlayamıyorum. Yara izlerimi saymazsam yediğim kurşunları, dibimde patlayan bombaları, gözlerimi kamaştıran bana doğrultulmuş bıçakları hatırlayamıyorum. Uyuyamadığım geceleri saymazsam kaç gecenin savaşsız geçtiğini hatırlayamıyorum. Boş şişeleri saymazsam ne kadar içtiğimi hatırlayamıyorum, cam kırıklarını saymazsam kaç şişeyi kırdığımı hatırlayamıyorum. Ne yaparsam yapayım, kaç kişiyi öldürdüğümü hatırlayamıyorum. Bunu hatırlayamadığım için doğduğum yeri hatırlayamıyorum. Beni doğuran insanı hatırlayamıyorum, beni doğuran insanın işbirlikçisini hatırlayamıyorum. Birine aşık mı olmuştum? Söyleyememiş miydim? Suç muydu bu, barış suçu, aşk suçu? Savaş olsa suç olmazdı. Evet, olmazdı. Lanet olsun sizin savaşlarınıza da, barışlarınıza da! İşe yarayacak zamanda çıkartmazsınız savaşınızı. Savaş olsaydı, evli bir kadına aşık olabilirdim. Savaş olsaydı, hamile bir kadına da aşık olabilirdim. Savaş olsaydı… Hatırlayamıyorum…
Dünyanın en çok insan ölen savaşı olacak diyorlar. Bu konuda bahse girebilirim, ölümüm üzerine hem de. Eğer beni öldüremezse bu savaş, yazıklar olsun ölen onca bedene. Onca postala yazıklar olsun, onca mermiye yazıklar olsun, onca toprak parçasına yazıklar olsun. Beni öldüremeyeceklerse eğer, her taarruzda cepheden kafasını çıkartan ilk ASKER olan ben’i öldüremeyeceklerse, ilk kurşunların ve son kurşunların askerini öldüremeyeceklerse, mayınlı arazinin her karışına en sert adımlarını atan, mayın kontrol aracı olarak kullanılan katırın üstüne binen beni öldüremeyeceklerse lanet olsun böyle savaşa!
Komutanlarımdan biri benden bir adım, sadece bir adım, bir adım, bir… Tek bir adım daha önce attığı için, tek, bir, adım, mayına sağ bacağını verdi. Evet, ölmedi ama yine de ölmek için harika bir sebep buldu kendisine. Şimdi, sağ bacağım ağrıyor, deyip duruyor. Yanında gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Odasında ağır aksak koltuk değneğiyle adımlarken bilerek aynanın karşısına geçiriyorum onu, sağ bacağının yerinde yeller estiğini görsün diye. Ama o bakıyor, “Sağ bacağım çok ağrıyor,” diyor, “…o siktiğimin mayınından sonra sağ bacağım hiç iyileşmedi, hep ağrıyor. Başka bir yerimde bir şey yok ama…” diyor. “Öyle mi,” diyorum, “bak sen yahu,” diyorum, kafamı sallayarak. Kafasını sallıyor, destek bulup daha çok anlatıyor olmayan sağ bacağının ağrısını.
Olmayan bir parçamın ağrısını çekiyorum. Bende hiç var olmamış, olamamış ya da varmış da bir şekilde, bir şey olmuş da yok olmuş, benden kopup gitmiş bir parçamın ağrısını çekiyorum. Öyle bir ağrı ki, beni hapsediyor ve kaçmam için önüme kapılar açıyor. Kapıların arkası aynı–başka hücreler. Bir kadına baktığım zaman olmayan parçam ağrıyor. Bir dost sohbetinde, tüm karanlıktan sıyrılmışken ya da en azından biraz ara vermişken, her şeyin iyi gitme ihtimalinin gölgesini görür gibi olurken, olmayan parçam ağrıyor. Doğduğum kentte de ağrıyordu, beni doğuran insan ve işbirlikçisinin yanındayken de ağrıyordu, doğum… Belki de bir doktor hatasıyla oldu bu. Evet, nasıl ki bebeğin kolunu bacağını kırabiliyor bazı ayarsız doktorlar, benimki de benim “olmayan parçam”ı kırdı, sonra korktu, gidip yok etti. Ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Revire gitsem bulabilirler mi? Ordunun psikiyatrik danışmanına gitsem… Olmayan parçama bir “Rahat… Hazır ol!” çekse düzelir mi? Olmayan parçamı bulmak için içki içtim. … bulmak için uyuşturucu kullandım. … bulmak için kavga ettim. … bulmak için savaştım. Savaştım. SAVAŞTIM. ÖLDÜRDÜM. ÖLDÜRDÜM. ÖLDÜRDÜM! Barış oldu. Ben doğarken yanımda bomba patlamış olmalı. Beni doğuran insanın gövdesinin içinde bir yerde bomba falan patlamış olmalı. Yanlış beslenme? İlk intihar girişimimi kordonu boynuma dolayarak gerçekleştirmeme sebep olan bir şey? Sonra sezaryen, tıbbın gereksiz gelişimi, kurtuluş, doktor hatası, olmayan parçamı kırdın! Bozdun onu, sakatladın! İnsan hakları mahkemesine dava açacağım. Savaş suçları mahkemesine dava açacağım. Kaza olamaz, o zamanlar savaş yoktu. Barış zamanlarında suç vardır, kaza yoktur. Yoktur!
Gidip içki almam lazım. Aşağı inemem. Şu serserilerden biri mutlaka orduda bana gıcık olmuştur. Mutlaka aşağılamışımdır, sözle değilse bakışlarımla, gururunu kırmışımdır, alay etmişimdir bilmeden. Beni barış zamanında, daha kötüsü zafer zamanında görürse, bir de sarhoşken, bana zarar verebilir. Barış zamanında ölemem. Zafer zamanında hiç ölemem. Bu gövdeyi bu kadar yıl, bu kadar savaştan boşu boşuna geçirmedim, değil mi? Ölümümün bir anlamı olmalı, mı? Olacak mı? Yok mu olacağım? Umarım. Kimileri yok olacağına inanmayı bir zehir sayar, iç karartan bir şey… Bence en temizi. Yok olacağıma inansam, aşağı inerim.
Haberler başladı. Bu demek oluyor ki, savaşsız geçen bir saat daha… Boşa geçen bir saat daha… Esir başkente gelecek bir devlet büyüğü, zafer kutlamaları, doğuştan görünmez mavi kelebek ordusu komutanları, takım elbiseliler… Aşağıdakileri adam etmeye çalışırlar mı acaba? Dalkavuklar ordusu ortalığı temizlemek isteyecektir. Uğraşmazlar. Kentin diğer girişini, karayolunu kullanacaklar. Daha uzun sürer ama daha güvenlidir ve prestijleri bozulmaz. Bizi kutlayacaklar. Adam öldüren, tecavüz eden, yağmalayan kahraman evlatlarının ak alınlarına kalın bir devlet büyüğü dudağı değecek, sonra her şey geçecek… Beni de öpecekler mi? Bir madalya daha geliyor, iyi, ben de tam son savaşı unutuyordum. Ha, bir de banka hesabına para… Barış zamanlarında kullanmak için. Kaç para biriktiğinden haberim yok. Bir gün, yine bir barış zamanında tüm parayı çekip boktan bir işe yatırmayı düşünüyorum, birçok insanın ne gerek vardı diyebileceği bir işe, birçok insanın başına bela getirecek bir işe. Mesela… Kentteki tüm orospuları bir geceliğine satın alıp bir gemiye bindireceğim. Kaptana da para verip gemiyi karşı kıyıya geçirmesini isteyeceğim. Geçirecek. Evet. Bu kadar. Plan bu. Birbirlerini düzsünler. Ama benim kaçmam lazım. Beni de düzmesinler. Ya da bir yere bağışlayacağım parayı. Evet, savaş yetimleri derneklerinden birine bağışlayacağım. Babalarını savaşta kaybeden, anneleri tarafından terk edilen çoluğun çocuğun hayrına… Tek bir şartla; hepsi asker olmak zorunda. Ya da büyük bir ziyafet tertip edip tüm emekli askerleri, büyükbaşları, apoletlileri bir yere toplayacağım. Ziyafette de en pahalı içkileri, en pahalı zehirlerle süsleyip önlerine sunacağım. Tabii önce ben içeceğim.
Radyonun içindeki adam konuşuyor… Ne? Barış antlaşması… Kalıcı barış… İki ülke arasındaki dostluğun gelişmesi için karşılıklı yatırımlar… Olamaz. Hani en kanlı savaş? Beni öldürecek savaşı çıkarmadan bu işlerden elinizi eteğinizi çekemezsiniz efendiler! O imzalarınızı birbirinizin göbeğine atın, dolmakalemlerinizi de göbek deliklerinize saplayıp tüm havanızı boşaltın. Ben bitti demeden bitmez! Aşağıdaki serseriler birbirlerine sarılmaya başladılar. Diğer taraftan kimse olmadığı için kalıcı barış haberini de birbirlerine sarılarak kutluyor aptallar, birbirlerinden özür diliyorlar. Olamaz…
***
Tam on iki haber bülteni daha duyuldu.
Kalıcı barış haberleri süresi giderek uzayarak dinleyicilere aktarıldı.
Diğer ülkelerin büyükbaşlarının tebrikleri duyuldu, halk iki ülkenin tanıyamadığım bayraklarıyla sokakları doldurdu.
Devlet büyüğümüzün konvoyu birazdan kente girecek. Yanında üzerine bastığım toprakların devlet büyüğünü de getirecek, jest… Birlikte karargaha gidip barış antlaşmasını imzalayacaklar. Herkes takım elbise giymiş. Rütbeliler bile, nasıl da yakışmamış… Postalların yerini rugan ayakkabılar almış, iskarpinler, gıcır gıcır… Benim postallarım var. Siyah pantolonum, haki gömleğim, siyah ceketim var. Başımda ucu yüzümü kapatan bir fötr şapka var. Tabancam var. Ben bir tabancayım, başıma ne takarsam o silaha dönüşürüm. Şimdi bir on dörtlüyüm. Parmağım göbek deliğimde. Olmayan parçamı bulmam için bunu yapmam şart.
Siyah arabanın ölü farları göründü, bando çalmaya başladı. Bayraklar, balonlar, konfetiler… Birbirine benzeyen iki dost devlet büyüğü arabadan indi. Elleri birbirlerinden ayrılmıyor. Diğer elleriyle de halkı selamlıyorlar. Yüzlerinde onca insanın ölümünün zerre emaresi yok. Olmamış gibi. Ben niye yüzümü yıkarken elimi çorak çatlak bir toprakta gezdirmiş gibi hissediyorum? Yürüyorlar. Halkın istemsizce araladığı koridordan geçerek karargaha… Ben bir tabancayım. On dört kurşunum vardı, on iki tane kaldı. Bir sağdakine, bir de soldakine. Bando sustu, balonlar sabit, bayraklar kıvrımsız. Dost ülkelerin sivil askerlerinin kaşları çatıldı bile…
Herkes silah başına!
Manşet Görseli: http://technosoul.tumblr.com/post/4220581015