Bir adım daha atacak gücüm kalmadı. Ulaştırmam gereken şu “çok gizli” mektubu yırtıp atmak geliyor içimden. Yamaca kadar güçlükle geldim fakat tepeyi aşamayacağım. İnce, kuru bir ağacın gövdesine sırtımı dayayıp oturdum. Ağaç ağırlığımı kaldırabilecek gibi değil. Kar fırtınası kurt uluması dehşetiyle korkumu büsbütün körüklüyor. Pes etmemeliyim, uyuşmamalıyım burada, inatlaşmalıyım soğukla. İnce, küçük bir sürü kar tanesi rüzgâra binmiş süratle kulaklarımdan, ellerimden geçip jilet keskinliğinle çizikler atıyorlar. Soğuk, tenimin açıkta kalan kısımlarını ısırıyor. Bana en az iki beden küçük gelen paltomun içine daha ne kadar sokulabilirim bilmiyorum. İlk sahibi kimse çoktan ölmüş olmalı. Sol göğüs cebinde bir kurşun deliği var ve oradan bedenime ince, metal bir tel gibi soğuk hava sızıyor. Paltomdan başımı biraz çıkarıp etrafı kolaçan ediyorum. İrkiliyorum. Bir tehlike sezmiş kaplumbağa korkusuyla hemen içine sokuluyorum paltomun. Görünürde kimseler yok. Görüş mesafem en fazla iki metre. Bağırayım, diye düşünüyorum ama sesimi istemediğim kimseler duyarsa beni fark edip anında öldürürler. Buradan unutulmak düşüncesi boğazımı düğümlüyor. Hemen belimdeki silahımı yokluyorum. Onun orada olduğunu bilmek anlamsız bir güven veriyor. Bu soğukta kurşun bile iki metreden fazla gidemez. Hava öylesine ağır ki…
Ölürsem cesedimi kim bulacak burada? Kar, en az iki hafta daha böyle devam eder. Karlar eriyene kadar kimse bu yamaca çıkıp ceset taraması yapmaz. Belki de hiçbir zaman ceset taraması yapmazlar. Savaş… Savaş daha ne kadar devam edecek bilmiyorum. Burada ne işim var?
Annem ve kardeşim şimdi sobayı odunlarla doldurmuşlardır. Bir yanardağ sıcaklığıyla gürüldüyordur. Loş salonumuzun tavanında sarı ışık dalgaları dans ediyordur. Kestane ve odun kokusu evin odalarına yayılmıştır. Belki kardeşim annemin dizinin dibine oturmuş, onu taklit edip kızdırıyordur. Annem beni merak ediyor mudur? Küs ayrılmamalıydık. Oğlunun bir dağ yamacında, gözleri ve ağzı açık, kaskatı donmuş cesedini görse biraz olsun sızlamaz mı içi? Peki cesedim? Onu götürecekler mi eve? Yoksa yalnız öldüğümü mü haber verecekler? Kendime daha fazla kızıyor, yumruklarımı var gücümle sıkıyorum.
Birkaç metre ötemden silah sesi geldi. Sonra derin sessizlik. Tüm dikkatimi bu seslere verip ne taraftan geldiğini anlamaya çalışıyorum. Silah sesleri boğuk. Hangi tarafın askerlerince ateş edildiğini çıkaramıyorum. Yaklaşmış olmalılar. Ateş hattının ortasında kalmam an meselesi. Eğer bir taarruz olursa yolları buradan geçer. Ağır silahlarla iki cephe arasında paramparça edilirim. Kurşunların nereden geldiğinin hiçbir önemi yok. Ölümün ve kurşunun memleketi yok.
Fırtına ara ara yön değiştiriyor. Şiddeti akşama doğru iki katına çıkabilir. Soğuk, burada, gücünü yitiren herkesin canını almaya yemin etmiş bir Azrail. Silahımı cebimden çıkarıp paltomun cebine koyuyorum. Mektup iç cebimde. Yola çıkarken ona verdiğim önemi çoktan kaybetti; değersiz bir kâğıt parçası şimdi. Elim tetikte bekliyorum…
Kardeşimin gözyaşlarının sıcaklığını duyuyorum elimde. Şimdi bir silahın tetiğine koyduğum parmağıma damlamış, oradan kapının eşiğine düşmüştü. O damlanın üzerine basıp çıkmıştım evden. Annem ise nefretle mutfağa gitmiş kapıya kadar gelme zahmetini bile göstermemişti. Bu savaş arzusu nereden gelmişti bana? O anki düşüncelerimi anımsamaya çalışıyorum.
Çok değil beş ay önce sınırdaki it dalaşı haberini gazetelerden okumuştum. Çevremdeki yaşlılar genç kuşağın duyarsızlığından yakınıyorlardı. Kimse askerlik yapmak istemiyordu artık. Topraklarımıza hücum edecekler ve hepimizi öldüreceklerdi. Eli silah tutanlar bile seyirci kalacak deniyordu. Hiddetle karşı çıkıp çetin bir tartışmanın içine girmiştim. Genç neslin ideallerini, onların vatana olan sevgilerini anlatmıştım. Savunduğum fikirlerin ardında ancak eylemle durabileceğimi söylemişlerdi. Gazete manşetleri savaş çığlıkları atıyordu. İki ülkenin liderleri arasında laf dalaşı başlamıştı. Savaş ilanı gecikmedi. Tüm yayın organları coşkuyla askere giden vatansever gençleri gösteriyordu. Ben, fikirlerinin arkasında duramayan bir güçsüz olarak buna seyirci kalamazdım. O gece anneme savaşa gideceğimi söylediğimde eve ölüm sessizliği çökmüştü. Kardeşim bir köşede ıslak gözlerle ders çalışıyordu. Annem hiç konuşmadı, ağlamadı. İfadesiz gözlerini demir ağırlığıyla suratıma dikmişti yalnız. Kararımdan vazgeçmeyecektim.
Birkaç araç sesi duyuyorum. Şimdi silahımın bile bir önemi yok. Arkama bakmadan koşmaya başlamalıyım. Koşmak mı? Kar en az dört karış kalınlığında. Beni mutlaka fark edeceklerdir. Gerisi birkaç kurşuna bakar. Savaş hikâyelerindeki kahramanlar bedenlerinde dört kurşunla koşmaya devam edebiliyorlar. Bunun büyük bir yalan olduğunu anlamak için savaşın içinde olmak yeterli. Tek kurşunla önemsiz bir cephenin, önemsiz bir yerinde ölenler de ülkeleri için ölüm listelerinin alt satırlarında iftihar kaynağı olarak silinip kaybolacaklardır. Birkaç tozlu çekmecenin içinde istatistik hesapları için sayılacaklardır. İsimleri bir, iki, üç ya da kırk milyon. Savaş çığlıkları atan ihtiyarlardan herhangi biri böylesine bir zorlukla karşılaşmış mıdır? Kahvehanenin cayır cayır yanan sobasının başında çaylarını yudumlarken savaş borularını çalmak kolay.
Bunlar son dakikalarım olabilir. En azından ileride bir başka ağacın altına kadar koşmalıyım. Ensemde, başımda, omuzlarımda kar birikmeye başladı. Silkinip kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Var gücümle birini diğerinin yanına atıyor, dizime kadar kara batıp çıkarak ilerliyorum. Bir yandan silahımı ve mektubu kavrıyorum. Bu kadar yolu o mektubu uç karargâha ulaştırmak için geldim. Tepeyi aşacak olursam karargâha elim boş giremem. Sadece sağ salim gelen bir asker görmek onları memnun etmeyecektir. Burada komutanlar askerlerine karşı filmlerdeki gibi sevecen değiller. Böyle bir başarısızlığın cezası olarak beni derhal ön siperlerden birine verirler. Ölüm, ön siperlere daha yakındır.
Az öncekinden biraz daha kalın gövdeli bir ağaca kadar koştum. Bu sırada uzaklarda bir yere bomba düştü. Yorgunluğumu ancak ağaca sırtımı rahatça yaslayabildiğimde fark ettim. Gözlerim kapanıyor, acıktım, üşüyorum…
Eğer dönmeyi başarırsam annem affedecektir beni. Öyle olmasaydı gizlice elmalı kurabiyelerinden koymazdı çantama. Birliğe katılıp yatakhanelere dağıldığımızda çantamı açmış ve kurabiyeleri görmüştüm. Ağlak ve zayıf bir asker gibi görünmemek için tüm gece yüzümü yastığa bastırıp ağlamıştım. Belki de bunu kasıtlı yapmıştır. Geri döneceğimi düşünmüştür. O noktadan sonra geri dönmek imkânsızdı. Ertesi gün kasalı araçlara binip cepheye geldik. Biz araçlardan inerken başka araçlarla ölüler taşınıyordu. Şimdi anlıyorum. Ölüye dönüştürmek için yeni askerler gerekiyordu onlara. Beni de bir aracın arkasında onlarca askerle birlikte mezara götürürken başka bir araç yeni askerler getirecektir. Hevesle araçlardan inecekler, şarkılar söyleyerek silahlanacaklardır. Savaş bitene kadar bu böyle sürüp gidecek.
İleride bir şey sıçrayıp duruyor. Bir tavşan olduğunu tahmin ediyorum. Üzeri karla kaplanmış bir tavşan. Bu mesafeden tam olarak bir şey görmek mümkün değil. Korkuyorum. Elimi cebimdeki silahıma götürüp parmağım tetikte beklemeye başlıyorum. Birkaç sıçramadan sonra bunun bir düşman askeri olduğunu anlıyorum. Sürünerek yaklaşıyor. Silahımı çıkarıp ona doğrulttuğumda arkasında bıraktığı kalın kırmızı çizgileri görüyorum. Vurulmuş. Kalkıp yanına yaklaşıyorum. Beni gördüğünde ağlayacak gibi bir ifade alıyor yüzü ve korkup ellerini başına koyuyor. Çok genç, neredeyse kardeşim yaşında. Onda kendi ölümümün yansımasını görüyorum. Ona ve bana kimsenin yardım edemeyeceğini bilmek, buradan kurtuluşun imkânsız olduğunu düşünmek… Ağlamak geliyor içimden. Boğazıma kadar bir şeyler doluyor.
Onu kollarından tutup ağacın dibine kadar sürüklüyorum. Başını dizlerimin üzerine alıp oturuyorum. Dudakları, elleri mosmor. Ellerimi bedenine sürtüp onu ısıtmaya çalışıyorum. Dönüp tepeye bakıyorum, birkaç adımlık mesafe kalmış. Aştığım anda kendimi aşağıya bırakacağım. Böylece daha hızlı inmiş olurum. Çocuk titreyerek mırıldanıyor ama söylediklerinden bir şey anlamıyorum. Soğuktan mı, yoksa ağlıyor mu bilmiyorum ama gözlerinden yaşlar süzülüyor. Onun yüzünde kardeşimi görüyorum. Kardeşimin gözyaşları geliyor aklıma. Basıp geçmemem gereken gözyaşları.
Kapıdan çıktığımda annem arkamdan seslenmişti. “Baban da,” dedi “Döneceğini söylemişti.”
Üstünü arıyorum. Ne olursa olsun ona güvenemem, yarasının acısını çıkarmak isteyebilir benden. Onun da iç cebinden üzerinde “çok gizli” yazılı bir mektup zarfı çıkıyor. Hemen açıp bakıyorum. Boş! Ona gösteriyorum zarfı “Bu boş,” diyorum. Şaşırıyor, kızıyor, yüzünün şekli değişiyor. Rengi solmaya başlıyor. Daha fazla dayanamaz. Bırakıyor kendini. Belli ki doğruca ölüme gönderdiler onu.
Kar iyice kalınlaştı. Bir an önce gitmem gerek. Onun için yapabileceğim bir şey yok. Karların içinde kalan tüm kuvvetimi kullanarak ilerlemeye başlıyorum. Bir ara dönüp arkama bakıyorum. Üzerinde bir şeyler aranıyor. Benim bulamadığım bir zarf daha olabilir ya da zarfın boş olduğuna hâlâ inanamamıştır, diye düşünüyorum. Birkaç adım daha atıyorum. Zemin taşlık. Ayaklarım arada bir tümseklere takılıyor, sarsılıyorum. Mektuba ve silaha sarılıyorum hemen.
Derken çok yakından gelen bir silah sesiyle donup kaldım. Sırtımda bir yanma, bir acı hissettim. İçim kavruldu. Nefesim kesildi. Arkama döndüm. Aradığı, silahıymış. Bir kez daha basıyor tetiğe göğsümdeki deliğin biraz üstünden giriyor kurşun. Savrularak, sırt üstü karların içine düşüyorum. Can havliyle sürünerek kendimi tepeden aşağı bırakmayı düşünüyorum. Tepeye ulaşıyorum, başımı kaldırıyorum. Uzun bir düzlük çıkıyor önüme. İleride bir tepe daha var. Bana gösterdikleri haritada böyle bir şey görünmüyordu. Ne kadar da kolaydı işim; tepeyi aşıp güney karargâhına mektubu götürecektim. Kahraman bir asker olacak, demir bir nişanla ödüllendirilecektim.
Bir gözüm karın içinde, diğeri gökyüzüne bakıyor. Gökyüzüne bakan gözüme karlar düşüyor. Birazdan üzerimi bu soğuk yorgan örtecektir, biliyorum. Ellerim bana verdikleri mektup zarfına gidiyor. Çıkarıp yırtıyorum. Zarf boş! Dehşete düşüyor, kızıyorum. Karnım ve göğsüm sıkışıyor. Canım daha çok yanıyor.
Bizler devlerin soğuk savaşlarında boş zarfları kahramanca taşırken birbirini öldürmüş kardeşlerdik. Bunu idrak etmemin bile bir anlamı kalmadı artık… Her şey… İçin… Çok… Geç…
[su_divider top=”no”]
Görsel: Sam Weber
11 Ekim 1991’de Manisa Sarıgöl’ün Omurca köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e göç etti.
2013 yılında senaryosunu yazdığı “Özür Dilerim” adlı kısa film Line Tv’de, “Kısa Bir Ara” adlı programda gösterildi.
2014 yılında “Bir Dağ İki İnsan” adlı oyunuyla Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” kazandı. Oyun, 33. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte sahnelendi.
2015 yılında “Türkiye’de Kadın Olmak” konulu 15. Genç Beyin Fırtınası Yarışması’nda yazdığı kamu spotuyla birincilik ödülüne layık görüldü.
2016 yılında “Yüz Dolarlık İnsanlar” adlı oyunum ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Övgüye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazındı. Aynı yıl “Gecenin Sırtında” filminin senaryosunu Doğuş Algün ile birlikte yazdı.
2017’de “Güneş Doğudan Battı” oyunu ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazandı. Oyun, 36. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte “Özdemir Nutku” salonunda sahnelendi.
Ocak 2017’den TRT Türkü’de yayınlanan “Türkü Çınarı” isimli programın yapımcılığını ve metin yazarlığını, TRT Nağme’de yayınlanan “Musiki Ustaları” programının metin yazarlığını ve TRT Radyo 1’de yayınlanan “Bir Takım İncelikler” programının metin yazarlığını ekip arkadaşları İbrahim Alp Okur ve Zeliha Çiçek ile birlikte sürdürdü.
2018 yılı Ocak ve Ağustos ayları arasında itibariyle TRT Radyo 1 “Duy Sesimi” programramının metin yazarlığını üstlendi.
Öykü Gazetesi, Deliler Teknesi, Varlık Dergisi ve çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı.
Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları, Dramatik Yazarlık – Dramaturgi A.S.D’nda öğrenimine devam ediyor.
Ne zamandır bir soluk denilen zamanda, böyle dokunaklı bir öykü okumamıştım. Kaleminize sağlık, başka ne denir…