İnsan, insan olamadan geldim buraya. Ne zamandır buradayım? Bilmem. Ne kadar daha bekleyeceğim? Bilmem. Bildiğim bir şey var; insan hala tam anlamıyla insan olabilmiş değil. Değil belki ama şansı var kabuğunu kırmaya. Beklemek demiştim değil mi? Beklerken ben insan olmayı, çok şey oldu. Çok şey değişti. Bir köpeği tekmeleyene “hayvan” demeye başladı insanlar mesela. Köpeğin yüzü kızardı bunu duyunca, insan hiç oralı olmadı. Köpek neden pencerenin altında uyuyordu? Ne kadar da pis kokuyordu. Kedi neden arabanın motoruna sızıp orada uyuyuvermişti? Arabayı çalıştırınca ölmüşmüş. İnsana ne? Bir sürü masraf… Kedi mi ölmüş? İnsana ne? Pencereden pencereye taşınan fısıltılar bazı insanların hayatına mâl olabilirdi. Ama insana ne? Bir keresinde, saksımın tozunu alırken, aşağı pencerede kendiyle ilgili konuşulanları dinleyip bana “Dünyanın en tehlikeli insanı, hiçbir derdi olmayan insandır. Derdi olmayan insan sıkılır ve sıkıntısını gidermenin yolunu başka insanlarla uğraşmakta bulur. Malzemesi insandır,” demişti Açelya. Akşam yemeğini yetiştirmekten, sepeti uzatıp çıraktan ekmek almaktan ve kadın programlarını saati saatine izlemekten başka derdi olmayan bu insanlar, sıkılıyordu. Ve sıkıntı insana her şeyi yaptırabilirdi Açelya’nın dediğine göre. Ne de haklı. Pencereden pencereye başka insanların hayatlarını konuşarak ve belki de karalayarak geçiyordu hayatları. Kim kızabilir? Sıkılıyorlardı. İnsan böyleydi işte. Sokak böyle.
İçeriye gelince, içeride durum farklıydı. Yemek neden hazır olmamıştı mesela. Kuru fasulyenin suyu neden böyle azdı. “Kendine bi’ çeki düzen ver be kadın, sen de kendine kadın mı diyorsun?”du. Açelya’nın gözlerindeki küfrü de görürdüm ben, hayal kırıklığını da bilirdim. Bilirdim tabii ya. Benden başka kim bilecek? Can suyumu akıttığı o ilk gün toprağıma, iyi mi etti kötü mü etti bilmem ama gözyaşını da düşürüvermişti. Ve ilk sırrını o gün kaçırıvermişti ağzından. Her insan gibi, bu gönlü güzel, kalbi güzel Açelya bile olsa, her insan gibi o da öylesine, öyle durduk yere, karşılıksız vermemişti bana can suyunu. Verdiği bir su olsa iyiydi. Onlarca sır, onlarca beklenti, onlarca hayal döktü toprağıma. Benden çok şey bekledi. Kendinde olduramadığı o Açelya’yı bir açelya çiçeğinden bekledi durdu yıllarca. Ben ölmedim, o bekledi. Ben insan olmadım. O yine de bekledi. Ben dile gelsem belki o da döküverecekti yapraklarını. Solmak istedim, soldurmadı. Açmak istedim, güneşime içerledi. Açelya hem ben olmak istedi, hem de çok güzel olmama içerledi.
Göz gönülden geçmemişse, ten yüzeyden uğrar geçer demişti, dışarıdan gelen kaba saba adam. Kendi de Açelya’nın gönlüne pek uğramamış olacak ki uğramadı parmak uçları onun ta içine. Arada gelir, söylenir, zehrini kusar, geçip giderdi oradan dışarı. Onun evde olduğu zamanlarda Açelya’nın gözlerinden bir pırıltı yayılırdı evin her yerine. Kaba saba adam baksaydı onun o ışıldayan gözlerine, belki görürdü. Görür ve sevmeyi denerdi. Belki onun da biraz yüzü gülerdi ve dünyanın en mutlu insanı olurdu Açelya. Somurtkan adam ona hiç bakmadı. Sadece geldi, gitti. Geldi, gitti. Açelya da bir türlü mutluluğu başka yerlerde ve şeylerde aramayı başaramadı.
“Biliyorum. Söver gibi bakıyorsun bana. ‘Hep ağlıyorsun. Ama hiçbir şey yapmıyorsun; oturuyorsun ve bekliyorsun. Sürekli istiyorsun, hayal ediyorsun, planlıyorsun. Hep bir şeyler olmasını bekliyorsun, sen neden bir şeyler yapmıyorsun’ diye soruyorsun bana. Bir farkımız yok açelya çiçeğim, bir farkımız yok. Haklısın. Ama bir farkımız olduğu gün değişecek her şey. Şu an en az senin kadar pencere kenarında bir çiçeğim ben de.”
Bir açelya olmak kolay değildi elbet. Açelya için de kolay değildi, benim için de. Haklıydı söylediklerinde. Ama hiçbir şey yapmıyordu. Her gün suyunu beklerdi o da benim gibi. Suyu gelse, güneşi, güneşi gelse gölgesi eksik kalırdı. Açelya ve ben, hiçbir zaman tam olamadık. Tam anlamıyla mutlu da olamadık bu yüzden. Tam anlamıyla bir çiçek de olamadık, insan da.
Suyum çekilirken yapraklarıma, dışarıda, sokakta, ev önü bir kına gecesine seyre dalmışken, içeriden sesler yükselmeye başladı. Açelya ağlıyordu, adam bağırıyordu. Açelya ağlıyordu, adam küfrediyordu. Adam üstüne üstüne yürüyordu. Açelya susuyordu. Dışardan gelen şenlik sesleri evin içindeki bu hengamede dağılıp yankılanıyordu. O ağlıyordu. Elinde balonla koşturan çocuğun, sırtına havlu koyulan çocuğun, pamuk şekeri satan amcadan pamuk şekeri alan çocuğun sesini dinliyordu bir yanımdaki yapraklar, diğer yanımdakilerse Açelya’nın hıçkırıklarını.
Bir an bir sessizlik oldu. Sanki çocuklar bağrışmayı kesti, kuşlar sustu, müzik durdu, kuru kalabalığın uğultusunda yüksek bir ses yankılandı. Ve o an tüm gözlerin bana baktığını hissettim. Dışardaki insanlar sesin geldiği yöne, yani bu pencereye bakıyordu. Peki ya içeridekiler neden? Adam Açelya’nın yakasından çekerken ellerini, nasırlı parmağıyla beni gösterdi ve bağırarak;
“Şu çiçek kadar değilsin. O kadar bile değilsin. Benden bu kadar kızım,” dedi ve kapıyı çarpıp çıktı, gitti.
Açelya hâlâ bana bakıyordu. Bana daha önce hiç böyle bakmamıştı. Gözlerinde korku, hayal kırıklığı ve nefret vardı ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Çünkü Açelya bana ne kadar vasıf yüklerse yüklesin, ben ömrü çoğu zaman kelebeklerden de kısa olan bir çiçek türünün belki de sadece Açelya sayesinde tiktaklarını uzatan cılız bir örneğiydim. Hep suya aç ve için için yanan bir örneği. Tek farkım, görüyor, duyuyor ve dayanamıyordum. Ben onun için ne yapabilirdim ki?
Ben bir yanım sokağa, bir yanım eve dönük sır küpü bir açelya çiçeğiydim. Sokakta olanlar evi, evde olanlar sokağı ilgilendirmezdi; ama hepsi beni ilgilendirirdi. Sokak bilmezdi Açelya’nın kalbini. Kavga gürültü seslerini dinler, “vah vah” der geçerlerdi. Açelya’nın kalbinde dipsiz bir kuyu, kuyudan çağırıp dururdu sahip olamadıkları. Bana sorarsak kurtulmuştu , ona sorarsak kaybetmişti. Sonsuza kadar kaybetmişti. Onun tek dileğini yerine getirebilseydim, dile gelebilseydim mesela ya da insan olabilseydim “Çık” derdim, “Çık Açelya, sokağa in, hayatın seni bekliyor”. Onunsa ne hali vardı sokakta olanlara bakmaya ne isteği. Açelya, hayalleri göklerden de öteye dönük, yüzü kapıya dönük aciz bir insan evladı. Ne o çiçek olabildi. Ne ben insan.
Günler geçti, odasından çıkmadı. Hiç pencereme yanaşmadı. Kuruyor ve dökülüyordum. Günden güne çekiliyordu içimden canım. Kuşlar bile geliyordu ziyaretime, Açelya bir damla suyu çok görüyordu. Canım yanıyordu. Hem ona üzülüyordum hem yapraklarıma. Ölmek istedim ilk defa. Gördüklerim fazla geldi. Dinlemekten yorulmuştum oysa. Şimdi bu sessizliği dinleyip susuzluğa karşı direnmek ve onun için hiçbir şey yapamamak… Bu çok daha zordu.
Kaç gün daha geçti bilmiyorum. Artık bana su vermesinin de fayda sağlayamacağı bir noktaya gelmişken çiçeklerim, odasının kapısı açıldı. Şiş gözleriyle bana yaklaşıyordu. Uzun bir süre ifadesizce izledi kurumuş çiçeklerimi, yapraklarımı. Toprağıma bakındı. Ani bir hareketle saksımı kavradı ve havaya doğru kaldırdı. Aşağı düşerken ben, ölümüme bir kala, bir an, sadece bir an Açelya’nın yüzünde bir gülümseme gördüm. Bana yeterdi, ölüyordum ama Açelya’yı tamamlayarak… Sokak köpekleri dışlanmaya, kediler taşlanmaya devam edecekti, ama neyse ki ölüyordum; artık görmeyecektim. Görmeyecektim diğer çirkinlikleri. Son gördüğüm şey onun gülen yüzü olacaktı. Bir açelyayı güldürebiliyorsa diğerinin ölümü, çok da mühim değildi ölümüm. Belki dağılan köklerim sokağı da güzelleştirirdi. Bunlar sayesinde olsa gerek, yere çarparken hiç korkmadım. Köklerimden kopan toprağım taş sokağa dağılırken fark ettim; Açelya ile aramızda çok büyük farklar yoktu aslında. O da dinler, içine atardı, ben de. Doğruydu dedikleri. Bizi ayıran tek fark;
ben insan olmadığıma şükrederken onun insan olduğuna lanet etmesiydi.
18 Eylül 1992’de Mersin’de doğdu. Yedi yıl blog yazarlığı yaptı. Çeşitli dergi ve yayınlarda öyküleri, incelemeleri ve denemeleri yayımlandı. Freelance içerik editörlüğü ve redaktörlük yapıyor. Lisans öğrenimini Osmangazi Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı.