“İyiler ilk görüşte tanınmaz.” Emrah SERBES
“Öfke ve korkuyu doğru yere kanalize edebilirsek, ruhen daha serbest kalabiliriz.” Hayko CEPKİN
Buradaki öfke ve korku kelimelerini, korku konsepti üzerine hazırladığı “Tanışma Bitti” albümü için söylemişti Cepkin. Ben bu kelimeleri daha da genişleterek “olumsuzlanmış duygular” dersem, derdimi anlatabilmek kolaylaşacak. Daha önce yazdığım ŞU YAZIDA “İnsan, tabiatına direnmek için kavramları yaratmıştır” demiştim. Tabiatına direnmek derken kastettiğim şey, sosyal hayatı aslında asla mümkün olmayacak bir düzene, toplu mutluluk ve memnuniyete dönüştürme çabasından başka bir şey değil. Belki bunları sağlamak bir gün mümkün olur fakat hep söylediğim gibi, kendi bünyemizin olumsuzluklarına direnerek değil, yenilerek olur.
Olumsuzlanan duygularımızı, Hayko Cepkin’in sözünde söylediği gibi doğru yerlere ve tabi, ki sağlıklı bir komplekssizlik, sakinlik ve biraz da bilgelikle yönlendirdiğimizde, onların sadece kaçmak için yaratılmadığını anlamak kolaylaşır. Öfke, korku, acı, nefret ve benzeri tüm duygular, bize geçilmesi zor fakat geçildiğinde, kalan yolun güzelleştiği bir engel sunmalıdırlar. Kişisel gelişim söylemlerinin kestaneden iyimserliği yerine, varoluşçuların deyimiyle “yeryüzüne fırlatılmış” bir varlık olarak, iyi duygular kadar kötülerin de yol gösterici olduğunu bilmek, belki huzursuz bir insan olmamızı sağlar ama huzurlu olduğunu sananlara göre gerçekçi bir iyimserliğe bizi taşır.
Önyargı denen fikir veya duygu şekli de bütün bu olumsuzlanan yaklaşımlardan biri. Her kime sorarsanız sorun, önyargıların atomdan zor parçalandığını söyleyip Einstein kesiliverir. Evet, kötü ve ilkel bir duygudur önyargı, amenna! Fakat hayatın tüm zorlukları için gereken enerjiyi, kontrollü hırsı, stratejik ve analitik zekayı sağlamaya öfke, acı, nefret gibi duygular nasıl muktedir ise, önyargı da bir o kadar muktedirdir. Bütün mesele, egoları, kompleksleri bir yana bırakamasak da uçlarını törpüleyerek genişletmek ve perspektifimizi dolduracak bir “ufuk” haline getirmektir. Nefret ve linç söylemleri içeren, koca hayatı iki ufak gözün kadrajına sığdırıp aklın ve ruhun işlevini kundağında bırakanların şiddete, ölümlere, savaşlara ya da kısır eleştirilere sebep olan önyargıları, tabii ki bunun dışında. Aslına bakılırsa bu tür bakış açıları için önyargı ifadesi yerine “cehalet, sabit fikirlilik, sığ kafalılık, faşistlik, zorbalık” gibi ifadeler daha yerinde olacaktır.
Önyargıyı övüş biçimim, kafa karıştırabilir. Bir konuyu anlamanın yolu, bazen tam zıttını ele almaktan geçer. Öyle yapalım: Girip çıktığınız ortamlarda, sizle ve başkalarıyla tanışır tanışmaz çok sevdiğini, çok beğendiğini söyleyen, hep iyi davranan insanları düşünün. Pek çoğumuzun bireysel tecrübeleri doğrulamıştır ki herkesle iyi geçinen insan ya tehlikelidir, ya rahatsızdır ya da boştur. Doğru düzgün iki muhabbet bile etmemiş, iki kadeh rakı bile içmemiş insan size sebepsizce iyi davranıyor ama hakkınızda nitelikli bir şey bilmiyorsa, sadece kendinizi hatırlattığınızda özlemekten dem vuruyorsa, eminim siz de benim gibi tatsız bir soğukluk hissediyorsunuzdur.
Şimdi ön yargıyı ve koşulsuz ön sevgiyi kıyaslayın; istisnai şartlar dışında sonuç şu olacaktır: En baştan koşulsuzca sizi sevdiğini söyleyen insanla en ufak bir mevzudan dolayı yolunuzu ayıracak ya da bir süre sonra görüşmemeye başlayacaksınız ve bütün o sevgi, övgü sözleri atmosfere karışacak. Fakat önyargılarla, antipati duyduğunuz ya da en azından ne tür biri olduğuna karar veremediğiniz, ifade yerindeyse “olayını anlamadığınız” insanla, önyargılarınız sayesinde olgunlaşmış bir dostluk, arkadaşlık, ilişki kurabileceksiniz. En iyi dostlarınızı, en yakınlarınızı aklınızdan bir geçirin, çoğuyla muhabbetiniz başta birbirinize kıl olarak başladı. Bu duruma gelmenizi sağlayan, önyargının sizi ittiği merak, sorgulama ve tanıma çabası. Koşulsuz sevgi ya da nefret değil. Yine Hayko Cepkin’in kitlesi için söylediği şu sözler, benim sözlerimi tamamlar niteliktedir: Sosyal bilimlerde, felsefeden kaynaklarını alan birçok kuramlar vardır. Bu kuramlar, bireyi(özneyi) incelemek istediği nesneye farklı farklı yöntemlerle yaklaştırır. Söz gelimi edebiyat biliminde bir edebiyat eserini anlamak için yazarı veya eseri veya okuyucu veya başka birtakım değişkenleri esas alan kuramlar gelişmiştir. Burada hepsinden bahsederek laf kalabalığı ve anlaşılmazlık yaratmak istemiyorum.
Fakat, birinden bahsetmem gerekir. 20. Yüzyıl’a, özellikle “Hakikat ve Yöntem” kitabıyla bir nevi damga vurmuş olan H.G. Gadamer, nesneyi anlamak için ona yaklaşan öznenin anlayışını esas alır. Dolayısıyla anlam sabit değil, yaklaşıma göre değişken bir şeydir. Buna göre, nesneye tarihsel ve bireysel hafızadan koparak, önyargısız yaklaşmak imkansızdır. Diğer deyişle, metni anlamak için önyargıyla, yani hafızadaki temelle yaklaşmak birincil şartlardan biridir. Sürekli değişecek ve metnin kendisinden artık çıkmış olan anlamayı/anlaşılmayı sağlamak için Gadamer, “ufukların kaynaşması” ifadesini ortaya atar.
Açıklayalım: Diyelim nesne, bir roman. Romanın yazar tarafından anlatmak istediği şeyler, onda zaten bulunur. Fakat okuyucu, belki de yazarın amaçladığının tam dışında bir bilinçle romanı okur. İşte burada devreye giren, okuyucunun “ufkudur”. Okuyucu, kendi beklentileri ve önyargısıyla romana kendisini açar ve orada yazarın ufkunu bulur. Sorgular, çatıştırır, anlamaya çalışır ve sonunda iki ufuk karşılıklı birbirini değiştirmek, genişletmek, anlamak amacıyla ortak bir ufuk haline gelir. Önyargının komplekssiz ve sorgulayıcı gücü sayesinde “ufukların kaynaşması” gerçekleşmiştir. İşin felsefi ve teorik yanı pek çok tartışmayı götürür. Anlatmak istediğim konu için bu kısmı kafi. Başta bahsettiğim kişisel ilişkilere, Gadamer’in bu yaklaşımını yorumlamak yeterli olacaktır. İçsel yalnızlıklarını, cici komplekslerini veya yersiz mutsuzluklarını sosyal olup olmadığını hala çözememişliğine rağmen sosyal ortamlarda tedavi etmeye çalışan sevgi kelebekleri gibi, herkesle iyi anlaşmanın, herkesle ilgilenmeye çalışmanın yapaylığı yerine, birtakım tecrübelerin ve olgunluğun verdiği önyargı ile yaklaşarak, hep o bahsettiğimiz gerçek dostlukları, arkadaşlıkları ya da aşkları bulmamız zor fakat imkansız değildir.
Tabii bir şeyi beklerken, beklediğimiz şeye kendimizi hazırlıyor muyuz, bu da apayrı bir konu. Bütün iyimserlikleri bir yana koyarak söylemek isterim ki bu yazıyı yazarken tabii ki gerçekten bunların başarılacağını düşünmedim. Sadece hal-i hazırdaki kafa karışıklıklarımıza bir yenisini eklemek istedim. Çünkü –olmaz ya- bir gün dünyada iyiye giden bir şeyler olursa, kafası karışık insanlar sayesinde olacak. Diğer yandan, “Ey yazar! Sen bunları becerebiliyor musun?” diyecek olursanız, emin olun bunun hiçbir önemi yok. Parmağa değil işaret ettiği yere bakmak lazım.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
Ahh Elephant Man…
Lise yıllarımda, okumaya çalıştığım 'Stage'li İngilizce kitaplarından birinde denk gelmiştim onun öyküsüne… Sonra filmini izlemiştik sınıfta… Uzunca bir süre, tüm ergen tavrımı bir yana bırakıp düşünmeme sebebiyet vermişti… Birçok şeyi hayat adına, birçok kez.
Güzel hatıraları geri çağırmama sebebiyet verdiniz, teşekkürler. 🙂
Luna.