Emrah Serbes, 2015 yazında, sosyal medya denilen mecrada, “Yazarlığı bıraktım. Her gün çocukların öldürüldüğü bu ülkede ne yazabilirim. İki sene sadece boksla ilgileneceğim.” diye bir paylaşımda bulununca, hatırlanacaktır, epeyce tepkiyle karşılaşmış, sonrasında, bunun mümkün olmadığını, içkiliyken böyle bir şey yazıverdiğini söylemişti.
O günün koşullarında beş tane kitabı bulunan birinin kafayı çekip kamuoyu huzurunda böyle şımarık, arsız, sorumsuz, bencilce ve hepsinden önemlisi anlamsızca bir şeyler yazması normal midir, hayır ama, bu ot çöp edebiyatının içindeki bireylerin bu tip hareketlerine çokça rastlandığı ve rastlanacağı da bir gerçek. Bu özgüveni kendilerine piyasa veriyor ve bu piyasayı teşkil eden her unsur; okur, yayınevi, övücüler elbette.
Her ne ise, bu konu ayrı ve daha uzun; ancak, boksörlük macerasının ardından gelecek ilk kitap olan Müptezeller, bu bakımdan önemliydi. Zira yazarlığı bırakacağını söyleyen birinin yeniden eline kalem alması ve altıncı kitabını yayımlaması için, herhalde yeni eserinin şahane olması gerekir. Yoksa yazıcıyı edebiyata ne geri döndürebilir ki?
Bu söylediğimiz işin şakası; Serbes, yazarlığı zaten hiç bırakmadı, o açıklamadan sonra yedi liralık dergilerin neredeyse tamamında görünmeye devam ederken, bir de kitap kaleme aldı. Yazarın, özellikle Deliduman’ı yazarken, bir yıl eve kapandığını ve çok az içki içtiğini söylediğini hatırlıyorum; ancak Müptezeller’in hazırlığında buna ilişkin bir söylem duymadım. Bu kitabın tümden çalakalem yazıldığını iddia ediyor değilim; ama Serbes, kitaba ilişkin mülakatlarında, hep içeriğe vurgu yapıyor ve işin nasılına, niyesine dair hiç konuşmuyor. Bu durum, yazarlığı bırakmadığını dosta düşmana duyurmak isteyen bir yazarın acelesine, bence, işaret ediyor.
Kitap yayımlandığı dönem, en kapsamlı mülakat Hürriyet’e veriliyor. Orada Emrah Serbes, Müptezeller’i özetlerken şöyle diyor: “Bizde kıyıda köşede kalmış, hayata karşı tutunamamış, biraz horlanmış, hayata katlanabilmek için gerektiğinde madde kullanan ve gerektiğinde içen adamlar var. Bu adamları, okumuş yazmışlardan daha çok bildiğimi söyleyebilirim.”
Peki, yazar bunları nereden biliyor? Serbes, kahramanın kendisi mi? Şöyle diyor: “Benim açımdan bakıldığında bu adamda benden bir sürü şey var. Benden olmayan şeyler de var. Ama ne kadarı ben dersek, bunu bilemem. Kitabın otobiyografik unsurları yüksek.”
Bunları duymak şaşırtıcı değil, yazarı takip eden herkes, Serbes’in kendini bolca anlattığını zaten biliyor. Son dönem edebiyatı da zaten, ben anlatıcı ile kendi benini anlatan yazıcılarla dolmuş bulunuyor.
Bu kişisel bir tercih oluyor; ancak yazarın hem işi aceleye getirmesi hem de piyasanın onu yeni bir kitap yazmaya zorlaması, kendisi için handikap teşkil ediyor. Anlatacağız.
Emrah Serbes’in, iyi bir polisiye diyemeyeceğimiz; ancak sorunlu bir polisi iyi denilebilecek şekilde anlattığı Behzat Ç. romanları, yazarın ilk deneyimleri ve üretimleri olurken; kendisi, 2009’da yeni bir yola giriyor. O yıl yayımladığı Erken Kaybedenler, adda da vurgulandığı gibi, yazarca artık, ülkemizde boş olan bir alana müdahaleyi teşkil ediyor. Bu kitaba, “kaybetme edebiyatı”nın iyi bir örneği deniliyor.
Sonrasında, internet sitelerinde yazdığı kısa deneme ve öykücükleri topladığı Hikâyem Paramparça geliyor.
Ardından Deliduman kaleme alınıyor. Bu ve Erken Kaybedenler’de, anlatıcı çocuklar oluyor, bu, yazıcıya çok fazla kolaylık sağlıyor; çünkü anlatıcının yaptığı her maddi ve estetik hata, anlatıcının nasılsa bir çocuk olduğu hatırlatılarak, olası tüm eleştirilere şerh konmuş oluyor. Salinger’a göz kırpan Emrah Serbes, romanı dizi yapılıp üç yıl yayımlandığından, ciddi bir bilinirlik ve üne sahip oluyor; bu sayede Deliduman’ı eleştirmek falan da kimsenin aklına gelmiyor. Selim İleri’nin daha kitabı bitirmeden Radikal’e mektup yazıp övmesi, herhalde, edebiyatımızda bir ilk oluyor.
Hikâyem Paramparça, Müptezeller’i anlayabilmemiz için, bence, önemli bir basamak sayılıyor. Çünkü yazarın, Yalova, Antalya, Ankara ve İstanbul’da süren yaşamına dair pek çok ayrıntı ve not, her iki kitapta da neredeyse aynı izlekle konu ediliyor. Dört kitaptır süren bu kaybedenleri anlatma tutkusu, Müptezeller ile zirveye ulaşıyor.
Baştan söyleyeyim, bu durum, Serbes için büyük tehlike arz ediyor. Nedenini kendisi de biliyor. Görülen, tanışılan, konuşulan kişiler; kendi hayatındaki yaşantılara yoldaş edilip bu kadar çok anlatılınca, hem tekrara düşülüyor hem de geleceğe malzeme kalmıyor. Bu yüzden Müptezeller, genel bağlamda ortalama denilebilecek bir ürünse de, yazarın bibliyografisinde bir fiyaskoya denk geliyor. Emrah Serbes’in çuvallaması olarak da imlenebilecek eser, yine çok satar ve okunur, burada sorun yok; ancak içindeki çelişki, tuhaflık, tutarsızlıklar, varsa eğer yazarın da iyi niyetine, samimiyetine halel getiriyor.
Müptezeller’i incelemeye başlamadan önce şunu belirtmek gerekiyor: Okuduğum onca övgü ve yergi yazısına rağmen, bir kişi bile, kitabın başındaki bölümün, yani Fakir Köpek anlatısının, Notos dergisinin, Şubat-Mart 2015 tarihli 50. sayısında yayımlanan bir öykü olduğunu bilmiyor. Tuhaf, yazarın kendisi de bunu hiçbir yerde belirtmiyor. Eh, sanıyorum, Serbes’in seveni fazlaca da olsa, kimse kendisini layığı ile okumuyor. Bir yazar için en kötü şey de bence bu oluyor.
Romana geçiyoruz.
Anlatıcı, Fakir Köpek bölümünde, Belek’te garsonluk yapıyor, on beş sene önceydi bu, diye de ekliyor. O tarihte 19 yaşında olduğunu söylüyor. Güzel, burası, bu yaş ve sene hesabı, çok önemli bulunuyor.
Kitabın bir yerinde, adının Bakır Arslan olduğunu öğreneceğimiz karakterin, bu otelde çalışırken, İsmail adlı yakın bir arkadaşı oluyor. İsmail, çalışıp Ankara’da Tıp okuyan kardeşine para yolluyor. Her ne kadar Bakır’ı sevse de, ona bir gün şöyle diyor: “Sen kimsin lan bana akıl veriyorsun! Senin gibi dünya sikime minare götüme yaşamıyorum ben. O kadar para kazanıyorsun, bugüne kadar ne anana ne babana bir çöp aldın.”
Buradan, aslında sürekli kaybedeni oynayan Emrah Serbes ve kitap boyunca kaybedeni oynattığı karakteri, bizzat yine yazarca yanlışlanıp olumsuzlanıyor. Çalışmaktan başka çaresi olmayan İsmail, ona gereken cevabı veriyor. Anlatıcı-karakter ise, okura, ne kadar da marjinal olduğunu ispatlama turlarına başlıyor: “Lojmanda oturmuş viski sodamı yudumluyor, altılı bülteni karıştırıyordum.”
Serbes ve türevi “loser edebiyatçıları” tam da bunu anlamıyor. İnsanı gerçekten loser kılan at yarışı oynamak, bira içmek falan değil; bunların neden yapıldığı oluyor.
Devam; karakter, hoşlandığı Alman turist kızla yakınlık kuran mesai arkadaşı hakkında, “Piç barmen, Genç Werther’in Acıları’nı okumuş muydu, Goethe’yi duymuş muydu?” diyerek okurun gözünde üstünlük kurmak, daha o yaşta ne kadar da kültürlü olduğunu herkese göstermek istiyor. Bu çaba bizzat Emrah Serbes’e ait bulunuyor; beni okuyorsanız, boşa değil, daha o yaşta belliydi benim size kendimi okutacağım, diyor.
Otel yöneticileri, etraftaki köpekleri, turistleri rahatsız ettikleri gerekçesiyle zehirletiyor, buna Bakır ve İsmail büyük tepki veriyor; Bakır öne çıkıp hayvan sever duyarlılığı ile büyük laflar etse de eylemi İsmail gerçekleştiriyor; şefi bıçaklıyor ve tutuklanıyor. Altı ay ceza alıyor.
Yazıcı, karakterini, yedinci ay cezaevine gönderiyor, İsmail tahliye olmuş oluyor. Bakır, “Altı ay sonra okuldan bir arkadaşın yanına taşınmıştım.” diyor. Yani aradan 13 ay geçiyor. Bir gece tesadüfen iki eski arkadaş karşılaşıyor ve tekrar görüşmeye başlıyor.
Babasının hasta olduğu haberini alan ve memleketine hemen gidebilmesi için amcasının gönderdiği yüz milyon lirayı Lık Lık Birahanesi’nde harcayan anlatıcı, İsmail’in çalıştığı otoparka gidip ondan borç alıyor. Evine ulaştığında babası ölmüş oluyor. Tekrar Antalya’ya dönüyor.
Kitabın Bombacı bölümünde, Bakır hayatına adeta aksiyon katmak istiyor. Bir gece, ankesörlü telefondan, polisi arayıp Sheraton’a bomba koyduğunu söylüyor. Yolda giderken kıskıvrak yakalanıyor. Hâkim karşısında, pişman olup olmadığı sorusuna, Edith Piaf’ın bir şarkısı ile, değilim diye cevap veriyor. O yaşta bile böyle önemli bir sanatçıyı dinlediğini gözümüze sokan Serbes, bu coşku ile olacak, bence kariyeri açısından tarihsel bir hata yapıyor.
Şöyle, tutuklanmadan önce babacan hâkim, Bakır’a, “Sen daha çok gençsin, yirmi bir yaşındasın, üniversite öğrencisisin.” diyor. Anlatıcı ise, bunu, “Şimdi on beş sene sonra düşünüyorum.” diyerek hatırlıyor. Kitabın başında 15 sene evvel 19 yaşında olan karakter, şimdi, 15 sene önce 21 yaşında oluveriyor.
EK (Eleştirel Kültür) dergisinin Mayıs-Haziran 2017 tarihli ilk sayısında bu çelişkiyi ele alan Ubeydullah Günel, bunu, çelişkinin nedenini yazarın dikkatsizliğine yoruyor.
Doğru, ancak eksik; yazar, iki yıl önce Notos’ta kaleme aldığı öyküsünü devam ettirip roman yazma derdine düşünce, aceleden, eserin başındaki ve devamındaki olayları birbirine bağlamayı, öykünün ilk halini güncellemeyi unutuyor. Belki de Müptezeller’in bir an evvel çıkması için yazara ısrarlı telkinlerde bulunuluyor, yazar da bu baskıyla ne zaman ne yazdığını birbirine karıştırıyor. Eh, bu tutarsızlıkları yakalayacak editör de olmayınca, ortaya bu acınası manzara çıkıyor.
Hapislik süreci anlatılırken, Emrah Serbes araya giriyor, sık yaptığı bir şeyi tekrarlayarak, anlatıdaki gerçeklik hissini artırmak için sanıyorum, o dönem, Posta gazetesinde, “Sahte Bomba İhbarı Elinde Patladı” başlıklı bir haber çıktığını, isteyenin arşivleri karıştırıp bunu bulabileceğini söylüyor.
Aynı teknik, Deliduman adlı kitapta, “İnanmayan varsa Yüksek Seçim Kurulu’nun internet sitesinden Kıyıdere İlçesi 2009 yerel seçim sonuçlarına bakabilir.” cümlesi ile de kullanılıyor.
Post-modernist anlatı yöntemleri ile adeta, iş, edebiyat üretiyor olmaktan çıkarılıyor; yazar-okur ilişkisi, çay bahçesinde okey oynayıp sohbet eden dört arkadaşın yalanlı dolanlı sohbetlerine, birinin diğerlerine üstünlük kurmak için uydurduğu anıları anlatmasına indirgeniyor.
Bakır, annesi ve amcasının devlete bir meblağ ödemesi karşılığında tahliye oluyor; artık Antalya’dan ayrılmaya karar veriyor. Lık Lık’ta, mekânın devamlı müşterilerine bir veda konuşması yapmak istiyor. Normalde bir kaybeden olarak, gösterişsiz, sessiz sedasız gitmesi gereken Bakır, yine Serbes’in ihtirasına kurban ediliyor. Kaptan namlı ve çok az konuşan yaşlı müşteri, bizim yerimize, Bakır’a cevabını veriyor: “Hay ebenin kör kandilini sikeyim, kısa kes de siktir olup git.” diyor.
Bakır, önce annesinin yanına, oradan Ankara’ya gidiyor; yazar olmak istediğini, bunun içinde önce DTCF’ye girmesi gerektiğini söylüyor. Annesinin bunun nasıl olacağı sorusuna, mecburum, cevabını veriyor.
Platin adlı bölümde ayrıntılandırılan Ankara günleri, Bakır’a yaramıyor; burada kahraman, sürekli isyan ediyor: “Yokluk yılları; para yok, aşk yok, kahkaha yok, adalet yok, hiçbir şey yok.” diyor; “Nefes almamız günah! Bu sefil ruhlarla, bu sefil hayatlarla, ezile büzüle…” diyor. O ana kadar, babasının ölümü dışında ciddi ve somut, hiçbir kötü olay yaşamayan Bakır, nedense dünyanın en şanssız kişisi haline getiriliyor. Bu, ileride değiniriz, kitabın en büyük sorununu teşkil ediyor.
Burada, yine Serbes’in kişisel fantezileri beliriyor; yazar olmayı, geçmişten bu yana, nasıl da delice istediğini okuruna sezdirmek için, pekiştirme yöntemine başvuruyor. “Benim hiçbir zaman halim vaktim yerinde olmadı ki. Ya yazar olacağım ya katil.” diye yazıyor; “Para lazım bana. Güzel hikâyeler yazabilmek için para lazım. Az da olsa düzenli bir para. Sıcak bir oda. Başka iş yapamam artık, başka maskaralık yapamam.” diyor.
Yazarın, Wirginia Woolf’ten mülhem kaleme aldığı satırlar, az sonra, yazarlık tutkusunu gölgede bırakan, parasızlık yakınmasına evriliyor. “Duvarlara asılı kot pantolonla kazağa baktım, odamın tavanındaki tahta direklere baktım, yere göçmüş dağınık yatağa baktım, bir köşedeki boklu valize baktım, bu ne lan dedim, bu ne lan!” denilerek yapılan maddi yoksunluk vurguları, kitabı sefilleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Alt-orta sınıf ailelere mensup, gurbette okuyan yüz binlerce üniversiteli, zaten bunu, belki de yazıcıdan kat kat fazla yaşıyor.
Burada bir parantez açıp araya girmek gerekiyor. Ahmet Kaya, popülerliğinin en yüksek dönemindeki yaşam tarzının eleştirilmesine öfkeyle yanıt verip, küçükken lokantalarda iştahla lahmacun yiyenlere uzaktan baktığını, şimdi kendinin parası olduğunu göre, onlar gibi yaşayacağını, çünkü kendisinin bunu hak ettiğini söylüyordu. Acaba, Bakır karakterinin, yazarlık ve para arasında kurduğu ve Ahmet Kaya’nınkine benzeyen bu bağ da Emrah Serbes’in bilinçaltından mı doğuyor?
Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu kitabında, yoksullardan, onların bir gün hep zenginler gibi yaşamayı hayal etmelerinden kaynaklı, nefret ettiğini yazıyor. Bunu not edip geçelim.
Loser Bakır, oturduğu gecekondu mahallesinin sakinlerini, “Evsizler, tinerciler, baliciler, yediden yetmişe her kafadan müptezel.” olarak betimliyor; demek ki henüz kendisi müptezel olmuyor. Örneğin, komşusu yaşlı kadını, “Grotesk bir oyundan fırlamış gibiydi suratı.” diyerek tarif ediyor. Az yukarıda gördüğümüz, hayata devamlı isyan hali, birden duruluyor; Bakır, ne kadar kültürlü olduğunu yineleme fırsatı buluyor. Emrah Serbes yine kendiyle çelişiyor, gerçek müptezelleri değil, onların kıyısında dolanan ve kendinden çok şey kattığı bir serseriyi anlatıyor.
Sızlanmanın sonu gelmiyor, Karabüklü diye anılan arkadaşının evine taşınan Bakır’ın dişi ağrıyor, dişine kolonyalı pamuk koyuyor; o esnada arkadaşı da uyuşturucu krizine girince, “Ona da bir kolonyalı pamuk verdim, emmeye başladı. Ne hallere düştük biz, ne yaptık lan bunları hak edecek, diye düşündüm.” diyor. Krize giren Karabüklü olsa da Karabüklü’nün hikâyesi es geçiliyor, o bir birey değil nesne olarak görülüyor; ne hallere düştük, diye yakınan yine Bakır oluyor.
Karakter, yine anlamsız bir kırılma yaşıyor, yayınevlerine yolladığı roman taslağı ilgi görmediğinden, Karabüklü ile beraber ecza deposu soyma işine giriyor. Emrah Serbes, yarattığı kahramana yine mantıklı bir düşüş uyduramıyor. Müptezellikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu kişi, yazarca ne kadar uğraşılsa da bir türlü müptezel yapılamıyor.
Serbes’in özgüveni o denli yüksek ki, yazdığı en sıradan şeylerin bile, herhalde ayet veya büyük bir hakikat sanılacağını düşünüyor. Karabüklü ile ot bulmaya gönderilen Bakır, dolandırılınca, “Son paranı verirsin bu dünyaya, istediğin tek şey dürüst bir torbacı ve iki gram ottur, ama onun yerine gazete kâğıdına sarılı nane verir sana orospu çocukları. İşte o zaman çukurun dibinde olduğunu bütün benliğinle hissedersin.” diyor.
Bir an durup düşünelim, bizlerin, okurların, ot bulmak için dolaşan iki kişinin dolandırılmasına neden üzülmemiz gerekiyor? Üstelik, bunu yaşayanların çukurda olduğunu kabul etmeliymişiz; bunlar acaba hangi kafayla yazılıyor? Şuradan hangi normal birey bir empati nesnesi yaratabilir, tarafımca çok merak ediliyor.
Okumayı sürdürüyoruz. Dolandırılan Bakır ve Karabüklü, tekinsiz bir muhitte, Hoca namlı bir satıcının evine ulaşıyor. İçeri buyur edilen karakterlerin macerası, “Remzi Zippo’yla yaktı çarşafı, Karabüklü önce hafif, sonra da güçlü iki nefes aldı, gözlerini kapattı. Onun o halini görmek bana da iyi gelmişti, günlerin yoksunluğundan sonra, şu dünyanın gülümseyen yüzünde bir parça bizim de hakkımız olduğunu hissettim, çok şey istemiyorduk, bir şeker, bir duble rakı, iki nefes sigaralık.” cümleleri ile özetleniyor.
Çelişkiler bitmiyor; yazar olmak, çok para kazanmak, güzel kadınlarla takılmak isteyen sanki kendisi değilmişçesine, Bakır, şimdi de, rakı ve ot, bize yeter de artar, diyor.
Tafsilatını geçiyorum; bölüm sonunda, Karabüklü, Hoca’nın bir adamınca öldürülüyor. Bakır, buna, “Allah belasını versin! Ne oluyor lan!” gibi Amerikan filmlerinden alınmış bir cümleyle tepki veriyor. Hoca, tıpkı Lık Lık’taki Kaptan gibi, Bakır’a gerekli ayarı, yine bizim yerimize de tabii, “Ben bu dünyada büyük konuşmayı sevmem ama senden bi sik olmaz!” diyerek veriyor.
Emrah Serbes, yarattığı Karabüklü karakterini, bir yerde, “On altı yaşından beri her gün altı sene aralıksız ot içmişti.” diyerek okura takdim ediyor. Yani Karabüklü, 22 yaşında oluyor. Bakır, bölüm sonunda, Karabüklü ile ikimiz 24 yaşındaydık, cümlesini sarf ediyor. Güzel, Serbes’in, ne yazdığını bilmediği netleşiyor.
Son Balonlar adlı bölümde, Bakır, Ankara’yı bitirip İstanbul’a geliyor. Garsonluk yaparak para kazanıyor. Ölen, sürünen, evsiz kalan, bağımlı olan kendisi değilse de yine sızlanmalara devam ediyor: “Nevizade’ye, yola iskemle atmış barlardan birine oturdum, tersine dönen şansımı, akıp giden günlerin enkazını, doğduğum günden beri yakama yapışan ve burnumu kaldırımlara sürten kötülükleri düşüne düşüne içtim tek başıma.” diye söyleniyor. Ancak kitap boyunca, yazar tarafından, Bakır’ın yakasına yapışanlara ilişkin kayda değer hiçbir somut şey aktarılmıyor.
Bunu ısrarla neden yinelediğimi açmam gerekiyor. Evet, Sartre’dan Camus’den haberdarım, varoluşçulukla ilgili kitap karıştırmışlığım var; insanın kendi içinde boğulması, aldığı her nefesin ona işkence gibi gelmesi, güneşin doğduğu her sabah karanlıkta kaybolması nedir, bunları da iyi kötü biliyorum; ancak Serbes’in karakteri böyle bir sıkıntıyla yaratılmış değil. Öyle ise bunun gösterilmesi, en azından hissettirilmesi gerekir. Bu derinlikten yoksun, varoluşçu kaygıları bırakın, para kadın şöhret hayalleri olan bir yazar adayının, sürekli kahretmesi için, kitapta anlatılanlar yetersiz. Olaylar ve sonuçlar arasında hiçbir mantıklı bağ, diyalektik yok. Böyle olunca, biz asıl kahramana değil yan karakterlere odaklanmak ve onların anlatılmayan öyküsünü tahmin etmekle mi yükümlüyüz, diye merak ediyorum.
Albert Camus’nün Yabancı’sında Saçma Kavramı | Neşe Demirdeler – Erdem Dönmez
Devam etmeden, başka bir bahis açmak için, Bakır’ın, “Ama hayat hep bizim yüzümüze tükürdü amına koyayım.” cümlesine değinmem gerekiyor. Eril dilin, cinsiyet eşitsizliğini tekrar ve tekrar ürettiğini söyleyen onlarca kadın yazıcı, ki pek çoğu da Serbes’in arkadaşı, neden bu bitmeyen ama koyma olayına hiç ses etmiyor, gerçekten bana tuhaf geliyor. Emrah koyunca oluyor da başkası koyunca mı olmuyor?
Başına gelen birçok talihsiz olayın ardından, Bakır, tekrar yazma kararı alıyor, “Odama kapandım, perdeleri çektim, cep telefonumu kapattım, masa saatimi çöpe attım, kendimi bulmak için sadece yazacaktım.” diyor; ancak onun bu odaya kapanma işi uzun sürünce, arkadaşı amcasını arıyor, amcası gelip bir oldubittiyle Bakır’ı bağımlı ve psikiyatrik sorunluların tedavi edildiği bir hastaneye kapatıyor.
İşte yazıcı, bu anlamsız finali de, bizleri, yarattığı karakterin müptezel olduğuna, şüphelerimiz kaldıysa eğer, inandırmak için uyduruyor. Bakır, müptelaydım, müptezel oldum, diyor. Benim iddiam da şu ki, her şeye rağmen, ortada bir müptezellik yine bulunmuyor. Bakır, hastanede kaldığı süre içinde, normal yaşamına, delilerin arasında bile olsa, devam ediyor. Ayrıca, bir uyuşturucu veya alkol krizine girmiyor, kendisinde delilik emareleri görülmüyor. Yazmaya bile orada devam ediyor.
Hastaneden çıkınca, Bakır, Beşiktaş sahilinde, elinde biraları; “Akşamın alacakaranlığında, tepemde martılar, eriyip de şu dünyadan bir parça olsam, dirhem dirhem kaybolsam diye düşündüm, yavaş yavaş içmeye devam ettim.” diyor. İşte, bence kitabın tek güzel kısmını burası oluşturuyor. Hepimizin, hayatla derdi olan herkesin en azından, şu sahneyi yüzlerce kez yaşadığı kesinlik arz ediyor. Ne kadar uğraşılsa da yaratılmayan müptezel, burada artık kendi haline bırakılıyor. Ama hiçbir okur, bu nahif ve saf düşünceleri görmek için, 162 sayfayı geride bırakıp buraya ulaşmayı beklemek zorunda bulunmuyor.
Tabii, kitaptaki tek amacın, Bakır’ı müptezelleştirmek olduğunu iddia ediyor değilim. Serbes’in kişisel hayatında tanıdığı ve önce Hikâyem Paramparça’da ve şimdi de burada anlattığı müptezeller, bence romanın asıl kahramanları oluyor. Bunlara benzeyen onlarca kişiyi, Lık Lık’a benzeyen birçok birahaneyi görmüş biri olarak söylüyorum; Emrah Serbes’in bunları anlatıyor olması beni mutlu ediyor. Ancak, son dönem “kaybeden edebiyatı”nın en yetkin isminin, narsisistik kişilik bozukluğunu andıran, hep ben’i anlatma tutkusu, bu kitapla en bayağı haline ulaşıyor. Kendisi ile aynı şehirlerde yaşayan, aynı okullarda okuyan bir roman karakteri yaratmak ve onun ne kadar da acı çektiğini anlatmak için, o gerçek müptezelleri piyasa okurlarına meze yapmak, saflığa falan değil tüccarlığa giriyor.
Romanın teknik, edebi, felsefi açıdan tutarsızlıklarını kısmen ele aldığımızı düşünüyorum. Ortada Emrah Serbes’in kendi açısından başarısızlığını belgeleyen bir kitap var. Ve başta söyledik, yazar, 2009’da girdiği yeni edebi güzergâhının sonuna gelmiş durumda. Eski yazılarını güncelleyip biraz daha ayrıntılandırmak gibi kolay bir seçimle bile, Serbes, artık bu işi yürütemiyor. Tekrarlar, hatalar, çelişkiler sadece dikkatsizlikten değil, elde malzeme kalmamasından da kaynaklanıyor.
Yazar, yedi liralık dergilerde gündemde olmaya devam edebilir elbette; ancak edebiyat yapmak için yeni bir yol bulmak veya yeni bir yol açmak zorunda görünüyor. Aksi halde, yoldan çekilmesini söylemek de bizim hakkımız oluyor.
Bir Yayıncılık ve Dergicilik Eleştirisi: Okur Olmak ya da Müşteri Olmak | Koray Sarıdoğan

1985, İstanbul doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve sitelerde makaleler kaleme alıyor. Türkmen, Galatasaraylı, Komünist.
Sen var ya adamsın, adam! Bu metin de Serbes ve türevi ‘loser edebiyatçıları’ için turnusol kağıdı.
sayın serbes ve tayfası ”loser yazar” ekmeğini ne yedi be arkadaş!! nedense Behzat Ç. dışında ‘mutsuzuz biz, dibe vurmuşuz biz alkoliğiz hamuğa koyayım hayatın sevmediği çocuklarız’ bence hiç bir zaman edebiyat değildi, artık yazıdan da çıktı klişeye döndü gerçi Behzat ve ekibinin polisiye kurgusu ile aynı kefede midir değil midir bilemiyorum … (ayrıca otu meşrulaştırdığını da düşünüyorum ha tabiki hayatın içinde bir durum, bir hayatı anlatıyorsan görmezden gelemezsin ama işleyiş biçimi fazlasıyla özendirici) sebepsiz mutsuzluk derdinden muzdarip bu tip eserleri okuyunca ha bir genç kızın gizli defteri ha deliduman-müptezeller.. edebi değeri sıfır. tabi ki ben vasıfsız bir okurum bunlar benim naçizane fikirlerim..